Diyar-ı İstanbul, Ben ve Kırk Yıl

Öykü

Diyar-ı İstanbul, Ben ve Kırk Yıl
1962-2003


Hasan Pekmezci

Taksim’deyim, tam kırk yıl sonra. Taksim Anıtının etrafında özlemle üçyüzaltmış derece dolaşıyorum. 1962’de ilk kez görmüştüm. Anıt ne büyük, ne görkemli görünürdü o zamanlar. “Etrafındaki binalar bu denli yüksek olmadığından”, diye düşünüyorum bir yandan. AKM yoktu, The Marmara yoktu.  “Şişli’ye doğru mu gideyim, İstiklal Caddesi’ne mi” diye düşünüyorum. Şişli tarafının çok değişmiş olabileceğini, bunun da bende hayal kırıklığı yaratabileceğini sezdiğimden, en iyisi İstiklal Caddesi diyorum. Nedense bana hayal kırıklığı yaşatacağını düşündüğüm yerlere gitmemeyi, uğramamayı tercih ediyorum her zaman, elimden geldiğince. Anıtı turlamanın sonunda  The Marmara’nın köşesinde duruyorum uzunca. Sol köşede sıralı dönercilerin arkasındaki kiliseyi inceliyorum: Ne güzel bir mimari ve ne güzel bir görünüm. Belli kesimlerin ikide bir hemen karşı köşedeki Sular İdaresinin yerine cami yapma girişimlerini daha iyi anlıyorum. Hatta bir eksi zekalının “Taksim’e cami yapılmadan İstanbul’un fethedildiği belli olmayacaktır” gibi sözlerini. Cami yapma isteği başka ama İstanbul’un silüetini oluşturan onca camiyi yok saymak başka. Koca Mimar Sinan’dan, Mimar Mehmet Ağadan haberi olduğunu sanmadığım insanlar.
*
Hemen karşımda Fransız Kültür Merkezi, kırk yıldır hiç değişmeyen tanıdık bir yüz. Zaman zaman açılan sergileri izlerdik orada. Sanat kültürümüze epeyce katkısı olmuştur bu merkezin. Fransızlara ait olmasa çoktaaaan yerle bir edilir, yerine ucubeler dikiliverirdi, diyorum kendi kendime. İstiklal Caddesi’ne giriyorum. Her zamanki gibi  kalabalık. İki gün önce Kuledibi’nde  ve Şişli’de meydana gelen bombalı terörist saldırılarının etkisi ile Beyoğlu’nun kalbi olan bu caddenin tenhalaşacağını sandığımdan. Kimsede bir tedirginlik falan yok, hiç bir şeyler olmamış gibi. Tek vagonluk bir tramvay, tutunmalıklarında salkım saçak çocuklar, tıngır mıngır. Bu yüzden olmalı, tramvay da kaplumbağa yürüyüşünde. Tanıdık mekanları arıyorum, vitrin mitrin işim değil, ilgi alanımda değildir zaten. İşte çok tanıdık bir yer; sağda eski Şehir Galerisi’nin kapı üstündeki yarım daire mermeri dikkatimi çekiyor. 1960’larda da böyleydi.  MESAM/Müzik ve Sahne Sanatları Merkez Birliği olacak yanılmıyorsam, yazıyor üzerinde. Demek ki değişmiş.  Eskiden Şehir Galerisi yazıyordu bu mermerin üzerinde. Bu galerinin çok önemli yeri vardır sanat kültürümüzde. Küçük ama çok gezilen, sanırım dört bölümden oluşuyordu. Kimi zaman tümünde, kimi sergiler de ayrı ayrı bölümlerde sergilenirdi. Bu mekanda açılan bir kaç serge var ki unutulmaz. Burada Selahattin Taran öğretmenimizin ve eşi Bedia Taran’ın ayrı tarihlerde  sergisini düzenlemede yardımcı olanlardandık. Bu nedenle çok özel bir anısı da var. Çok sayıda sanatçıyı burada tanıdık, hem kendilerini, hem de eserlerini. Sanırım pek çoğu hayatta değiller, yoklar  hanesinde artık.
Devam ediyorum. Solda bir pasaja giriyorum, içeride sinemalar var. Tekrar soldaki büyük, görkemli kapıdan geçip, çok basamaklı, geniş mermer merdivenleri çıkıyorum. Yan yana on, onbeş kişinin rahatça çıkabileceği genişlikte merdivenler. Solda yine görkemli bir saray kapısı. Bu kapının içi Devlet Güzel Sanatlar Galerisidir, yakın önceden, geçen yıllardan biliyorum. Bu nedenle kendimden emin olarak kapıyı açıp giriyorum içeriye, geniş, yüksek tavanlı, ferah bir galeri, sergi var ki duvarlar resim dolu. Tam karşıda asılı büyük resmi tanıyorum. Şefik Bursalı Resim Yarışmasında ödül kazanmıştı. Ben de jüri üyesiydim. Solda bir küçük müracaat masasının başında o resmin sahibini görüyorum. Aynı zamanda bu galerinin Müdürü, Ayla Yılmaz. Yanında konukları var. Kapıdan girene bakıyorlar hep birlikte, bir yandan konuşmalarını sürdürerek. “İyi günler diyorum”, soğuk bir “iyi günler” cevabı alıyorum. Onlar konuşmalarına devam ediyorlar, beni izlemeden. Resimlere bakmaya başlıyorum, bir yandan da Ayla Hanımın konuşmasını bitirmesini bekleyerek. Masaya yaklaşıp, “Ayla Hanım ben filanca” diyorum: “Ayyy”lar içinde fırlıyor masasından. Etrafındaki bayanlar şaşkın bizi izliyor bu kez. Bin bir özürler diliyor, “tanıyamadığını” vurgulayarak. Beni onlara tanıtıyor güzel sözlerle. “Emekliye ayrıldığını”, söylüyor, “ne büyük emeklerle, mücadelelerle restorasyonunu yaptırdığı, yıkık, dökük, viranelikten  bu hale getirdiği bu güzelim kurumu Kültür Bakanlığı’nın İstanbul Belediyesi’ne devredeceğini, bundan sonrasının ne olacağını tahmin ettiği için kahrolduğunu” anlatıyor: Gözleri doluyor, kızarıyor, sesi titriyor. “Ben emekli oldum ama aklım hep burada” diyor. Çocuğunu üvey ellere bırakmak zorunda kalan anneler gibi. Ben de üzülüyorum, bu tür kafaların sanata bakış açılarını, zevklerini, kültür düzeylerini bildiğim için. Özellikle Ankara’da Zafer Çarşısı’ndaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nin başına gelenlerin yakın tanığı olduğum için.
Sergiyi geziyorum, “iç salonda senin öğrencinin sergisi var” diyor, Ayla Hanım. Öğrencim Gafur Uzuner’in Resim Sergisi. Onu da geziyorum. Sergi davetiyesi masanın üzerinde yığılı. Sergiyi gezenler alsınlar diye konmuş. Üzerinde bir resim: Gelincik tarlaları, ileride telefon direkleri ve telefon telleri, üzeri kuşlarla dolu. Biyografisi  var, kısaca. Ders aldığı hocaları yazılı, benimki de. İnsanın hoşuna gidiyor, 23 yıl önce öğrencimdi Gafur. Her zaman saygılı, ölçülü, olgun tavırlar içinde bir öğrenci. Daha sonraları tiyatro, sahne ve televizyon çalışmalarında izledik, zaman zaman görüştük, resimle ilişkisini kesmedi bu uğraşılarının yanında. Kimliği de hiç değişmedi, saygılı, ölçülü, tevazu içinde. Resimleri de duygu dolu, içten. Çok bilmişlik, ukalalık yapmadan.
*
Tekrar cadde ve kalabalık. Bu kez Vakıffbank Sanat Galerisi’ne giriyorum, giriyorum ama amatörün de amatörü bir sergi. Yine de bir tur geziyorum. En azından yıllar önce sergi açtığım, anılarımda yer eden bir galeri. Galatasaray Lisesi. Yapı Kredi Anıtı. Anıtın etrafında Urart Sanatı açık hava sergisi. Büyük panolarla güzel ve etkili bir düzenleme. Hayli de gezeni olan. Kapalı mekanda olsa bu kadar gezilmezdi sanırım. İstese de istemese de insanlar bakmak zorunda. Yapı Kredi Kitaplığına giriyorum. Alınıp, sırtlanıp, taşınası kitaplar her baktığım. Gözümün ve aklımın bir yanları onlarda kalarak, “Yazı, İnsanlığın Belleği”ni alıyorum sadece. Küçük bir kitap, dokuz milyona, ama benim için çok önemli bir kaynak. Hemen yandaki galeriye giriyorum: Tahmin ettiğim gibi tenha. Urart sergisinin devamı ve diğer sergi: Ünlü Fotoğraf Sanatçısı Capa’nın Türkiye fotoğrafları. 1930’lu 40’lı yıllar, Ulus, Ankara’da yaşam. Buradan Yapı Kredi’nin ikinci galerisine geçiyorum: Ömer Uluç Sergisi. Sanatçının heykel düzenlemeleri, boya resimleri, fiberglas üzerine serigrafi baskıları. Giriş kat ve üst kat dolu. Hepsini tek tek geziyorum, inceliyorum. Kendisi de orada. O da geleni gideni izliyor.

Tekrar caddeye çıkıyorum.

Tünele doğru biraz hızlanıyorum, solda Saint Antonio Kilisesi. Büyükelçilikler. Görünürde herhangi bir tedbir, medbir yok.  Kuledibindeki terrorist saldırıları nedeniyle güvenlik önlemleri alınır düşüncesinde olduğum için. Tünel’e doğru devam ediyorum. Burada tekrar anılar canlanıyor, sağ tarafındaki binayı görünce. Şu ara sokakçığa giriyor, oradan Alman Kültür kütüphanesine çıkıyorduk. Sanat alanında kitap bulmanın çok zor olduğu yıllardı. Hele renkli reprödüksiyonlarla dolu kitaplar sadece burada vardı.  Sanat kitapları konusunda bizim için hazine bir yerdi burası.  Nitelikli sergilerin açıldığı bir galerisi vardı aynı zamanda. Bu sergilerden birinin açılışına bizi de götürdü Sevgili Selahattin Taran öğretmenimiz, Serginin sahibi Devrim Erbil. Sanatçıdan, kurumdan çok önceden izin alarak.  Amacı bizim serge açılışlarını, açılış adabını, kokteylde nasıl davranılması gerektiğini; neyin nasıl yapıldığını öğrenmemiz ve sanatçıları tanımamız için. Hiç unutmam Adalet Cimcoz Hanıma, Nuri İyem’e, Bedri Rahmi Hocaya ‘’Seminerden benim sanat öğrencilerim’’ diye tanıttı, burada.   Bize göre her biri alanında dev olan bu sanat insanlarının güzel sözlerini duymanın onuru. O günlerin heyecanını tekrar yaşamak. Sadece binasını dıştan görerek. ‘’Bugün içinde neler var kim bilir, her şey değişmiştir, yok olmuştur pek çok anı izi’’ iç sızısını da yaşayarak. Demek ki ta içimize işlemiş bu sanat merkezinde yaşadıklarımız. 

Bu karmaşık duygularla Yüksek Kaldırımdan aşağı inmeye başlıyorum. Solda bir müzik aletleri mağazasının vitrininde ziller ve çanlar dikkatimi çekiveriyor, koleksiyon yaptığımdan. Çok güzel örnekler var, pahalı geldi bana. Bir tanesine iyice takıldı gözüm. Almak için ‘’elim vardı, dirseğim geri çekti’’ denir ya, cimrilik yaptım, aklım hala onda kaldı. Bir dahaki sefere mutlaka alacağım uğrayabilirsem buralara.
Kuledibi’ne doğru epeyce gittim, patlamaların, can kayıplarının  olduğu yerlere doğru, kalabalıklar, meraklılar var burada.  Böylesi can sıkıcı-insanlık dışı yıkımlı yerlerin meraklılardan biri olmak hoşuma gitmediğinden hemen geri döndüm. Günümü zehir etmek de vardı işin içinde. Karaköy’e indim, Her taraf kazılmış, altyapı çalışmaları yoğun. Yer altı geçidinden, yoğun sidik kokuları içinden ve yaşam koşturusundan hiçbir şeyin farkında olmadığını sandığım insan kalabalığı arasından Ziraat Bankası’nın önüne çıktım. Köprünün sol yanını izleyerek, balık tutanları ve Haliç’in büyülü görünümünü sindirerek görebilmek için. Bir uçta Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yeni Cami, Beyazıt Kulesi, Beyazıt Camii, Süleymaniye ve Haliç’in sonuna kadar uzanan görkemli bir tarih, müthiş bir görünüm, etkili bir siluet. Bütün sanatçıları, yazarları, ozanları, ressamları deli divane eden bir tarih.
Köprünün öbür ucu, Yeni Caminin  ayakları işportacıların, seyyar satıcıların, iftar hazırlığındaki köftecilerin istilasına uğramış, toz, duman, pislik. Tipik bir Arap kenti, ne kenti, kasabası. Giyim, kuşamları, konuşma tarzları, tavırları tipik bir Arap kasabası. Korktum, benim öğrenciliğimin getiği yer değil burası düşünceleriyle.  İstanbul’u hiç böyle görmediğimden. Hızla geçtim bu kalabalığı, karmaşayı. Nimet Abla gişesinden bir piyango bileti aldım, her umut bekleyici gibi. “Köy Enstitülü, Yüksek Köy Enstitülü  Süleyman Adıyaman ağabeyimizin tanımıyla “enayi vergisi’ni verdim. Onunla Arifiye Öğretmen Okulu’nda birlikte çalıştığımız günlere de gidip gelerek. Sirkeci’ye doğru ara sokaklara daldım. Bir zamanların Hacı Bekir’inin önünden, saatçilerin sırasından, fotoğraf makinelerine, saatlere bakarak yürüdüm. İlk saatimi buralardan, bu sıradaki saatçilerden almıştım, siyah kadranlı bir Nacar. Tam kırk yıl önce, Lunaparkta kazandığım paradan biriktirdiklerimle ve devletin yatılı okul öğrencisine elbise almak için verdiği parasından artırdıklarımla. Az para değildi o zamana göre; 125 lira? 
Sirkeci Garı’nın yanından devam ediyorum yürümeye. Etraf kararmaya, tenhalaşmaya başladı, birden. İftar saati nedeniyle herkes bir an önce ortalardan kaybolduğundan. Tarihi binalar, Çocuk Mahkemeleri, Gülhane Parkı’nın kalın ve yüksek duvarları arasından  Yerebatan Sarnıcı’nın yanına çıkıyorum. Tenhalık devam ediyor Sultanahmet’e kadar. Ayasofya’nın önünü biraz kalabalık görünüyor, turist kafileleri sayesinde. Buralara kadar geliş sebebim, Sultanahmet Meydanında Dikilitaşların arasında bir banka oturup akşam beklemek ve akşam karanlığında ya da gece sessizliğinde bir an için tarihe, tarihin derinliklerine dalmak. Bu sakin ortamda kendimi tarihle bütünleştirmek, sınırlı sürede de olsa, tarihe yolculuk yapmak.  Daha önce bir kaç kez bu duyguyu yaşamanın tadını aldığımdan. Az ışıklı, sessiz, sakin  bu tarih ortamında tarihi ve kendini dinlemek müthiş bir duygu. Tarihi seven ve bilen herkesin zengin bir hayal dünyası oluşturmasına her yönden uygun bir mekandır burası. Bu duyguları yaşamak için Taksim’den buraya kadar yürümenin yorgunluğunu da Dikilitaş’ın karşısındaki kahvelerden birinde bir simitle ve içeceğim bir çayla dinlendiririm düşüncesi. Bu hayallerle ilerlerken Sultanahmet Camiinin önünde yoğunlaşan bir kalabalık dikkatimi çekiyor. Televizyon nakil aracı, TV ekranları, tıkış-sıkış insanlar. Cami avlusunun  ön duvarı boyunca iki sıralı çayhaneler, aşureciler, keten helvacılar, keskin bir sucuk, ekmek kokusu, Sultan’s, Grand Vezir, İkbal, Saadet gibi gıdacılar, çeşitli yayın pazarlamacıları, dini reyonlar, giysiciler, gibi bir sürü  reyon; bazlamacılar, gözlemeciler, köfteciler, sucukçular, sıcak helvacılar, kumpirciler, muhallebiciler, tulumba tatlıcıları, baklavacılar, profitrolcular, pamuk helvacılar, mısırcılar. Herkesin elinde bir profitrol plastiği ya da pamuk helva. Tipik bir Arap kasabası panayırı. Türbanlılar, çarşaflılar, peçeliler, sarıklılar, sakallılar, entarililer. Bir an için kendimi yıllar önce gördüğüm Pakistan Ravalpindi’deki halk panayırda, çoğunluğu Belücistanlı ve Afganlı insanlar arasında sandım. Ayaklarım, paçalarım çamur içinde. Yerler pislik, ıslak, vıcık vıcık. Pet şişe, plastik yiyecek kabı artıkları, naylon parçaları, muz kabukları. İnat bu ya sonuna kadar gideceğim bu panayırın. Dikilitaş’ın hizasına gelince fark edebiliyorum ki iki dikilitaş arası ve burmalı sütun meydanı, Alman Çeşmesine kadar lunapark yapılmış. Yığma dikilitaşın etrafına raylar döşenmiş ve çocuk trenleri dönüyor. İki dikilitaşın arasında salıncaklar, bugi bugiler, balonlara tabanca ile ateş edilen reyonlar, atlıkarıncalar, icra-i sanat etmekteler. Zavallı tarih hazineleri bu curcuna içinde kimsenin umurunda bile değil, kimsenin gördüğü de yok. Bir bankın köşesine ilişiyorum, yorgunluktan ağrımaya başlayan ayaklarımı dinlendirmek, sinirden çatlayacak hale gelen başımı biraz başka şeylere yöneltmek, ilgimi benim istediğim yöne kaydırmak için. Kararmaya başlayan atmosfer  içinde Sultanahmet Camii’nin minarelerinin  mavi/siyah, derin bir boşluk gibi görülen gökyüzüne  saplanmasını; şerefelerin etrafındaki ışıklara  gelen ve her biri birer gümüş  gibi parlayan martıları incelemeye başlıyorum. Yerdeki hengameden, kurtulmanın tek yolu gökyüzünü, ağaçları, binaların çatılarının oluşturduğu silueti izlemek. Sözde tarihi canlandırdığını sananların, sözde tarihine sahip çıktığına inananların, tarihlerinden de, tarih duygusundan da bihaber olduklarının göstergesi bu curcuna. Eski eğlenceleri canlandırdım gözümde, Metin And’ın yazdıklarını, bize derslerinde anlattıklarını birleştirerek. Minyatürler geldi gözlerimin önüne. Onların yanında buradakiler ilkellikten  başka bir şey değil. Teknoloji değişmiş, gelişmiş bir ölçüde ama, beyinler hiç gelişmemiş, güdük kalmış. Bunları düşünürken dinlendiğimi hissediyorum biraz.
Duygularımı yarı karanlıkta yazmaya çalışıyorum, anında, tavında yazmanın hazzı ile. 


 

zorbatv

Gümüş Martılar Kentinde

Ortaçağı yaşıyorum gecenin karanlığında
Gümüşi canların kanatlarında, boğaz turu,
Bir masal içinde esrik,
Bir masal kenti İstanbul’dayım bu gece.
*
Tarihi yaşıyorum, bütün gizemiyle,
Roma, Bizans, Osmanlı, Fatih’in yanındayım,
Elimi uzatsam değecek korkusuz ellerim.
Ecdada karıştım bunu bilin şu dakka,
Gözlerimin önünde tarih, her şey benimle.
*
Bizans düşerken ve utku ve Fatih en başta.
Marşlar, kös sesleri kulağımda
Ve cansız bedenleri kardeşlerin,
Bütün orduların bir neferi,
Bütün tarihin tanığıyım bu gece.
*
Gecenin bir yarısı İstanbul’dayım,
Ayasofya-Sultanahmet’te,
Bir bankta yalnız bir faniyim gecenin sessizliğinde
Uçsuz bucaksız bir tarihle,
İhtişamlı ölmez eserlerin ruhu,
Yudum yudum tüm varlığımla damla damla,
Gökyüzünün kopkoyu mavisi yüreğimde
Anılar ve tarih sarhoşuyum bu gece.

Geceye kalmış gümüş martılar tanığım,
Tarihin deminde esrik benim gibi.
Dikilitaş, burmalı sütun yanı başımda,
Bana neler anlattılar bilmezsiniz,
Ne sırlar paylaştılar benimle.
Sanki bin yıldır bir rüyadayım,
İstanbul’dayım, 
Tarihin ihtişamındayım Sultan Ahmet’te..

Pekmezci


 Arkamdaki bir bankta türbanlı bir kız, kıro bir oğlanla hayli seslice oynaşmaya başlayınca “röntgenci konumuna düşerim, bir öğrencim falan görür, tarih aşkına geldiğim buralarda karanlık, karman çorman bir yerde pusuya yatarak başka haltlar karıştırdığımı sanır” diyerek hemen uzaklaşıyorum. Alman Çeşmesi’ni bütün bakınmalarıma rağmen curcunadan göremiyorum, görmeden ayrılıyorum önceki görmelerimle yetinerek; bu karmaşalıktan kaçarak. 
Ayasofya’nın önünde bir tur atıyorum, Gülhane’ye doğru yeniden yürümeye başlıyorum. Hemen aşağıda “Green Corner” var. Saz eserleri sesi geliyor, Eski bir kayıt olmalı. Bu mekana, bu tarihi dokuya yakışıyor müzik ama, bu isme yakıştığını söylemek zor bu müziğin. Üstü davul, altı armonika. Tramvay yolunu izliyorum, çünkü oldukça tenha yollar, ne olur, ne olmaz. Tangır tungur gelip, geçiyor tramvaylar yanımdan. Zaman zaman ciyak ciyak sesler de çıkarıyor dönemeçlerde. Sirkeciye iniyorum. Biraz kalabalıklaşmaya başlıyor yollar. İftar bitmiş, tekrar yollara dökülmüş insanlar. Oradan Eminönü’ne çıkıyorum. Adalar vapur iskelesinin yanındaki muz satıcısından iki muz alıyorum, kama gibi. Canım hiçbir şey yemek, içmek istemiyor. Yine en temizi muz, yiyeceklerin. Yıllar yıllar önce ‘’balık ekmek yetmiş beeeşş’’ çığırtkanlarından aldığım çeyrek ekmek arası balığı Ortaköy’e Şükran’a götürüşüm aklıma geliyor. İki porsiyon alamamıştım, yokluktan. Şimdi de mideme güvenmediğimden muzla idare ederek. Köprünün üstünden iyice kararan gökyüzü ile  İstanbul siluetini çizmeye çalışıyorum: Olmuyor. “İstanbul bu kadar karanlık bir kent değildi” diye düşünüyorum. Karaköy’e geliyorum. Vapura koşturanlar arasında yerimi alıyorum, akıntıya kürek çekmek buna denir. Bir milyon yüz bin lira bir jeton. “Bozuk ver” diye bozuk bozuk bakıyor biletçi. Bir milyonum var da yüz bini nereden bulacağım, bu telaş içinde. Bütün ceplerimi karıştırıp buluyorum, jetonu alabilmek için. Üst kata çıkıyorum ki sağıma soluma bakınma fırsatı bulayım, mümkün değil, hiçbir şey görünmüyor. En iyisi insanları izlemek: Akşam yorgunluğunda uyudu uyuyacak olanları, hafiften kestirenleri, sağı solu dikizleyenleri, naylon torbasındaki simidi küçük parçalar halinde kimseye çaktırmadan yemek için uğraşanları seyrediyorum. Ama genel hava belli, herkes yorgun, ben de dahil buna. Yol biraz uzasa bilin ki ben de kestireceğim, dün geceyi trende geçirdiğim için, zaten uykusuzum. Sabahtan doçentlik sınavı jürisindeydim, bir gencimizi mutlu etmenin hazzı ile. Öğleden beri de ayakta İstanbul gezintisi. Kadıköy’e geliyoruz, Simit Dünyası’ndan kokusuna tav olup bol susamlı bir simit alıyorum. Minibüslere gidiyorum, “Ziverbey, Marmara Üniversitesi Konukevi” diyorum değnekçiye, “atla buna” diyor. Uzun bir yol. Bereket ayaktayım, otursam uyuklar kalırım. Ziverbey ve Konukevi; güzel bir oda ayırmışlar bana. Yıllarca didinerek aldığım unvanımın hatırına. Ayaklarım iğneler içinde. Yorgunluk, uyku bastırıyor sonuna kadar test ediyor beni. Yine de sıcak bir duş. Uyku muyku kalmıyor. İstanbul, büyülü kent, her yanı kendine özgü kokular, renkler, sesler taşıyan. Her yanı özgün.  İstanbul anılarımın kenti. Her biri bir öykü. Öğrenciliğim, okullarım, öğretmenlerim, sanatım, aşkım, dostlarım, anılarım tam kırk yıllık, fazlası bile var. Yeniden “çıkıp bir tur daha atabilsem” diyorum.

İstanbul bu, ne tarihi biter gezmekle, incelemekle, okumakla, yazmakla, anlatmakla; ne anıları, öyküleri. Bendeki gibi.
 Divan şairi Nedim’e ‘’Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır’’ dedirten tarih kenti.


 

Yorum

Egemen Kartal (doğrulanmamış) Pa, 19 Şubat 2023 - 13:16

Hocam sizin gibi bir değerle tanıştırdı bizi zorbatv.com . Ne kadar teşekkür etsem azdır. Öykülerinizi ve anılarınızı duygulanarak okuyoruz. Saygılar sunuyorum

Kadri ongun (doğrulanmamış) Sa, 28 Şubat 2023 - 21:25

Hasan bey ne güzel yıllanmış düşünceler. Anılara yükleniyoruz yaş aldıkça. Hissederek okudum . Sağlıcakla kalın

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.