Kurabiyeleri Sakın Yemeyin

Öykü

Ülkü Yalım Günay*


Kurabiyeleri Sakın Yemeyin

Parmaklarımı klavyeden kaldırmadan, havada kıvrıla kıvrıla ilerleyip mutfaktan bana usulca ulaşan kokuyu beynimin tanımlamasını bekliyorum. Derin bir soluk alıp “vanilya” diyorum sonra içimi acıtan bir hüzünle. Benim için bu kokuda, karşı konulamaz bir çekim ve ölümle sevinci aynı anda çağrıştıran bir sır gizlidir. 

Yazıya ara veriyorum, tümcenin sonuna noktayı koyup kalkıyorum bilgisayarın başından, kokunun çağrısına uyan ayaklarıma bırakıyorum kendimi. Beni sürükledikleri için kızıyorum ayaklarıma, hayır hayır onlara engel olamayan kendime kızıyorum aslında. İtiraf etmeliyim, kokunun çağrıştırdıklarıyla yüzleşmekten korkuyorum açıkçası. Mutfağa yaklaşırken gözlerimi kapatıyorum, yürek çarpıntıları içinde, on yaşında bir çocuk oluyorum o an. Çok şey yapmak isteyen, ama gücü yetmeyen, incecik bir oğlan. Ben çocuk olunca, kardeşim de gelip yanımda yerini alıyor. Ölmüş biri gibi değil hayır, her an ölebilecek biri gibi.

Karım fırın tepsisini, mutfak tezgâhının üzerine, soğumaya bırakmış. Dalgın, hüzünlü, ama sitemsiz bakışlarıyla, hamurdan küçük topaklar alıp, şekil vererek tepsiye dizişini hayal ediyorum. Korkularımın kuşları omuzlarına tünemiş. Dingin duruşuna yakışan, gözbebeklerine oturmuş hüznün nedeni bu. Bunu açık açık hiç söylemez, ama doğru olduğunu ikimiz de biliriz. Evet hiç istemesem, kabullenmekten kaçınsam da bu doğru.

Bir yasağı delmekten, ya da bir tabuya dokunmaktan korkarcasına ürkek, ama karşı konulamaz bir isteğin itişiyle uzanıp bir kurabiye alıyorum tepsiden, henüz tam soğumamış olmasına aldırmadan kocaman ısırıyorum. Ağızda dağılma hazzına eşlik eden o nefis kokuyu, derin bir nefesle içeme çekiyorum. Gözümde, çoktandır akmasına izin vermediğim yaşlar, kurabiyeler aracılığıyla oynanan eski bir çocukluk oyununun içine dalıyorum usulca. Henüz ölümle tanışmamış çocuk saflığındayım. Kardeşim biraz daha sokuluyor yanıma. Yaşlı yüzünü aydınlatan o tuhaf sevinçle gözlerimin içine doğru bakıyor.
Yıllardır böyle.  İşime eğilmişken, sokakta yürürken, alışveriş yaparken hep bir yolunu bulup bakıyor. O bana baktıkça, içine düştüğüm çaresizlik, karabasanlardaki açmazlar gibi derinleşiyor, yutuyor beni.
Yaşaması için neler vermezdim.

Annem hayatta olsa, araya girer, ikimizi birden hoşnut edecek bir şeyler söylerdi. O bizi hiç ayırmadı, üzüntüsü hakkında en küçük bir imada bile bulunmadı. Hasta olandan ya da sağlıklı olandan yana bir tavır sergilemedi. Yalnızca hasta olanı mutlu etmek için benden yardım istedi.

Onun küçük bir kâğıda yazıp yapışkan bantla dolap kapağına yapıştırdığı “KURABİYELERİ SAKIN YEMEYİN” notunu görmeyi hayal ederek mutfağa göz gezdiriyorum. O notlardan birini görür görmez, kardeşimle birlikte başlattığımız dedektiflik oyununun tadına doyulmaz heyecanı sarmalıyor ruhumu uğursuz ölümler girmemiş araya, sanki ikisi de hayatta. Biz kardeşimle bu heyecanlı oyunu oynarken, annem gizlendiği yerden izliyor. Yüreğimi sıkan elin ara verdiği kısacık mutlu anlardan birinde oluyoruz böylece. 
Hiçbir tasası olmayan, neşe dolu iki çocuk kırlarda koşuyoruz.

Kardeşim, hiç okula gitmeden, annemin bu notlarını okumayı öğrenmişti; “börekleri sakın yemeyin” le “kurabiyeleri sakın yemeyin”i ayırt edebiliyordu. Bu beceri biraz da uyarı kâğıdının nereye yapıştırıldığı ile ilintiliydi. Bu işimizi kolaylaştırırdı. Buzdolabına yapıştırılmış olanlar genelde köftelere ya da sarmalara ilişkin uyarılar olurdu. Kardeşimin ilgi alanı daha çok börek ve kurabiyelerdi. İçinden çıkamadığı bir not olursa eğer, o zaman da benim bilirkişiliğime başvururdu.

Neyi nerede arayacağımızı çok iyi bilirdik aslında. Örneğin kurabiye ya büfenin bölmelerinin birinde ya boyumuzun yeteceği bir mutfak dolabında, ya da fırında olurdu. Ama asla buzdolabında olmazdı. Buzdolabında aranması gerekenler de bu saydığım yerlerde olmazdı. Aramanın heyecanı ve tadı, bulduklarımızı yerken aldığımız tat kadar muhteşemdi.

Çoğu kez bizim mutluluğumuz, gerçeği bilmenin hüznü ile gölgelenmiş olsa da kardeşimin o içten, gerçek coşkusunu görmek, hepimiz için dünyalara bedeldi. On iki yaşında, anne ve babasından daha yaşlı, seksenlik bir ihtiyar olarak bu dünyadan göçen, beni sağlıklı ağabeyini, bu biyolojik haksızlığın her an biraz daha ağırlaşan yükü altında bırakarak giden kardeşimi. 
Aradığımız tabağı bulduğumuzda, onun sevincini izlemeyi çok severdim. Solgun yüzünde beliren zafer ışığı, bana her şeyi unuttururdu. O; “bulduk, bulduk işte” diye el çırparken, usta bir oyun kurucu olan ve bu sevinci sahneye koyan, dahası rüyalarında her gece koca bir devle savaşmak zorunda olan benim, çaresizce kabullenmek zorunda kaldığım acı gerçekliği, biraz olsun hafifleten anneme de minnet duyardım.

Zayıf ve iştahsızdı kardeşim. Bir şeyler yesin diye işte böyle çırpınır dururduk hepimiz. Bu oyunun, annemiz tarafından konulan temel kuralı da bulduğun şeyden bir tane yeme zorunluluğuydu. Sırf bu kurala uymak için onun, kurabiyeleri zorla da olsa kemirmeye çalışması içimi parçalardı. Ona bakarken, hastalıkla yaşlanıp kırışıklarla dolmuş yüzü bana, sağlıkla büyüyor olmamın büyük bir haksızlık ve utanç olduğunu yeniden yeniden hatırlatırdı. Aslında bu hiç aklımdan çıkmazdı. Çocuk ruhumda, kapanmayan bir kara delikti.

Aynı anne babanın, aynı batından doğmuş çocuklarıydık. Kumarda şanssız bir zar atışı gibi, ya da aynı dala tutunmuş iki kişiden birinin eli kayıp uçuruma düşmesi gibi bir durumdu bu. Açık seçik bir haksızlıktı. Ben delikanlılığa adım atarken, o hızla ihtiyarlıyor, ölüme koşuyordu.

O ölüme koşarken, çocukluğum ve ergenliğim de bir türlü kaçamadığım o kara deliğe doğru önlenemez bir hızla çekiliyor, kardeşimle birlikte ölme isteğim giderek büyüyordu. Yaşadığım her gün yüreğime batan bir kıymıktı. Okuldaki başarımı gölgeleyen bir ezinç, giydiğim her yeni şeyle duyduğum utançtı. Onun şanssızlığından kendimi sorumlu tutmak, bu haksızlığı yapan benmişim gibi suçluluk duymaktı. 

Ölüm acısı bu nedenle beni derinden sarstı, depresyona sürükledi. Kardeş yitirmenin ötesinde bir üzüntüydü benimki. Haksızlığa uğramış hasta birinin karşısında, sağlıklı olanın duyduğu ezikliği ve çaresizliği de içeriyordu. 
Kurabiyeden bir ısırık daha alıyorum. Kardeşimle geçirdiğimiz o mutlu anlarda, ona duyduğum katıksız sevgiyi düşünüyorum. Yaşadığı kısacık ömrü, mutlu geçirmesi için çırpınışlarımı. Gülümsemesi acı çekiyormuş gibi yayılırdı yüzüne. Kırışıklıklar, ağzının iki kenarından yanaklarına doğru halka halka açılır, çürümeye başlayan dişlerini görünür kılardı. Yetmiş yaşındaydı ve ben onu çok seviyordum. Her an ölebilecek birinin yüzüne, gerçeği bilerek bakmanın azabını çeke çeke.
Kurabiye ağzımda dağılırken, ölmeden kısa bir süre önceki yüzüyle bakıyor şimdi bana, “senin bir suçun yok” diyor. Bilgece bir olgunlukla söylüyor bunu.
“Kimsenin suçu yok”
Bunu bana yıllardır söylüyor. Her gece rüyalarımda. Mantığım inansa da yüreğime anlatamıyorum.

Kimsenin suçu yok biliyorum. Ne, onun ardından göçüp giden annemin, ne de her şeye sessizce katlanan babamın. Yine de olanları düşünmek, ömrümün sonraki bölümünün korkularını, endişelerini yeniden yaşamak, hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğini sürekli anımsamak demekti.

Annemin aksine, babamın suskunluğu, kardeşime bakarken gözlerinde okuduğum şaşkınlık, korkularımı acımasızca beslerdi. Böylesine acı veren bir gerçeğin kendi başına neden geldiğini düşünüyordu belki de babam. Suskunluğunun derinlerinde bu sorunun yanıtını arıyordu sanırım. Kendi içinde yaşadığı neydi? Suçluluk mu, acı mı, pişmanlık mı?  Belki de hepsi birden. Annem, yaklaşan acı sonu bile bile, umudunu hiç yitirmeden çırpınıp dururken, onu izleyen babamın, boyut ve zaman değiştirmiş de olup biteni hiç anlamıyormuş gibi şaşkın ve inanmaz bakışlarında, çocuk sahibi olmaktan beni caydıran her şey vardı.
Geri çekile çekile gelip bir duvara dayandım.

Kardeşim, “Bulduk. Bulduk işte” diye el çırpıyor sevinçle, ölümü çağrıştıran her şeyin belleğimden çoktan silindiğini, uzun zamandır onu hep böyle sevinçle el çırparken anımsadığımı fark ediyorum birden. Belleğim, öldüğü günü ustaca ve uzun bir zamana yayarak sildi sanırım. Çünkü ben, onu hep mutlu görmek için çabaladım. Yaşarken ve gittikten sonra da.

O öldüğünden beri yediğim ilk kurabiye bu. Yaşlar, gözlerimden yanaklarıma iniyor. Annemin, “kurabiyeleri sakın yemeyin” notu, dokunduğu her şeyi güzelleştiren o eşsiz kadının, güzel el yazısı ile duruyor karşımda. Dünyaya getirdiği hasta evladına bakışları, babamın aksine hiçbir şaşkınlık ifadesi içermeden sevecenlikle ışıldıyor.
Banyodan çıkıp mutfağa, yanıma gelen karıma sarılıp “sıhhatler olsun, kurabiye nefis olmuş eline sağlık” diyorum. Islak saçlarını öpüyorum. 

Aldığım kurabiyenin tepside bıraktığı boşluğa usulca göz atıp belli belirsiz gülümsüyor, sımsıkı sarılıyor bana. Onu gülümsetmiş olmak da en az kardeşimi mutlu etmek kadar ısıtıyor içimi.
Çok sabretti. Korkularımı yendiğime benden çok onun sevineceğini biliyorum.
    
*Yazar, Ressam
.

                            


 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.