Mahallenin Denizi

Öykü

Mahallenin Denizi

Serap Gökalp

 

― güvercinler geçiyor pencerenin önünden. Bazen şu ağaca tünüyorlar. Havalanıp gittiklerinde parktaki en yüksek dala da konsalar görünürler. Ağaçların saçları sarı şimdi ve onlar konup kalktıkça yığınlar halinde dökülüyorlar. Aşağıda gezen kedilerin patileri bile onları ezerken ses çıkarıyor. Öyle kırılganlar. Pati sesleri duyuluyor değil hayır. Hiç olur mu? Kediler buradan avuç içine sığacak kadar küçük görünüyorlar…

―geceleri ışık yanan şu yer var ya, parkımız… İlk gördüğümde okula yeni başlamıştım. Annem beni temiz temiz giydirir, okula götürürdü. Ağaçlar fidandı. Güvercinler sonradan geldi. Kediler de. Kerime Teyze görmüş, adamın biri sabah namazında bir çuvalla getirip atmış onları. Çoğaldılar. Kuşlar da. Karşı köşedeki terastaydılar o zaman. Şimdi sokak güvercini oldular…

Sanat seslerinin gün boyu avluyu doldurduğu, kedilerin onları avlamak için bin bir yol denemeye başladığı günlerde annem hasta oldu. Özellikle çocukların yere attığı gündöndü çekirdeklerinin kabuklarını yerken tehlikedeydiler. Sessizce sokuluyordu kediler. Yaklaşıyor, yaklaşıyor, kuşlar gamsızca yerleri gagalıyor… Kediler karınlarını yere yapıştırıp azıcık bekliyor… Sonra ay!

―ağaçlarla dolu şu yer var ya, parkımız. Bir kenarına yeşil örtülü kutuyu getirip koyduklarında okula artık başka çocuklar gidiyordu ben değil. İmamın başındaki beyaz nokta, kalabalık siyah noktaların içinde kıpırtısız. Havaya yönelmiş eller açmış çiçeklere benziyor. Çiçeklerden sesler çıkıyor;

İyi bilirdiiiik!

Helal olsuuuu!

Anne beni unuttun…

“Deniz, korktun mu yavrum? Benden mi korktun? Korkma teyzeciğim, azıcık bir şeyler yesen. Elini yüzünü yıkasan… Sen Hacı Şakir sabununu seversin. Bak sana leylak kokulusunu aldım. Hı olur mu? Anneciğin seni böyle görse çok üzülürdü ama. Zayıflıktan bir deri bir kemik kaldın be yavrum. Anneciğini özlüyorsun biliyorum ama ne yapalım kızım? Elden ne gelir? Allah daha çok seviyormuş demek ki… Hadi kalk artık şu pencerenin önünden. Hı? Hadi Kerime Teyzesinin güzel kızı…”

Pencerenin önünden kalkmayı unuttum.

―tam yeşil kutunun durduğu yere bir kamyonet yanaştığında kediler kaçıştılar. Güvercinler dallara tünemiş, şimdi tehlikede gözüken kedilerden öç alıp gurulduyorlar... Taşınan eşyaların arasına sıkışabilir, üstlerine düşen bir ağırlıkla ezilebilir veya bir tekmeyle savrulabilirler… Ay!

“Deniz, Korktun mu yavrum? Korkma. Kerime Teyzesi kızına yemek getirdi. Denizciğim bak bu cici annen. Bundan sonra sana o bakacak emi benim güzel kızım? Yemeğini bitir de  biraz aşağı parka inelim. Cici annen evi temizleyecek olur mu canım?”

―kediler çocukların oyuncaklarına tırmanıyorlar, salıncaklarda kıvrılıp uyuyorlar. Bir kedi sıçrayıp kucağıma oturuyor. Tırnakları pijamamın çiçeklerine takılıyor. Bacaklarım ve onun sırtına koyduğum ellerim artık üşümüyor. Şimdi her yerde gelişigüzel saplanmış suskun çubuklar var.  Parkın içinde de üstünde de yapraklar bitti. Ağaç kılçıklarının içinden aydedeler geçiyor. Güvercinlerin hepsi görünüyor ama arılar kadar küçükler artık…

Cici annem beni unuttu…

―şu ışık yanan yer var ya, onun karşı dairesinde Kerime Teyzeyle Ahmet Amca oturuyor. Beni severler. Onların çocukları yok. Beni severler. Kediler de severler. Ama kediler şimdi yok. Güvercinler de… Onları toplayıp çuvala mı koydular, duvara mı vurdular?

Taranbaba tararım/Çocukları ararım/Hangi çocuk uyumazsa/Torbama koyarım/ Duvarlara çalarım…

―bak yukarıdan ne çok tüy düşüyor. Bak ellerim nasıl üşüyor. Tüm tüylerini dökmüş olmalı güvercinler… Güvercinler üşüyecekler…

Güvercinlere tüylerini giydirmeyi unuttuk.

“Deniz,  kızım gel şunları giydireyim sana. Bu kara kışta bu incecik pijamalarla donacaksın. Allah insaf merhamet versin. Bu yaşta bir kız çocuğuna bu yapılır mı? Ah, ah anneciğin kim bilir nasıl… Uzat kolunu bakayım, hah tamam. Başına da şu yün başlığı geçirelim. Bak Kerime Teyzen sana çorba pişirdi. İç de ısın biraz. Yok yok öyle değil, ekmekle katık et Denizciğim. Aferin sonra da makarnanı yersin, emi. Ben sonra gelir tepsiyi alırım. Deniz, bak sana ne diyeceğim, beni anlıyor musun? Şu pencereyi görüyor musun? Kalorifer dairesi orası bildin mi? Oraya yatakla yorgan koydum. Bu bankta yatıp kalkma kızım. Hem soğuk hem Allah esirgesin her türlü insan var. Yemeğini bitirince oraya gidersin emi kuzum?”

―şu ışık yanan pencere var ya, hani sımsıkı kapalı… Onun üst katında Necla Hanım Teyze oturuyor. Herkes ona çok acır. Hem yaşlıdır hem tek başınadır ve asansörsüz apartmanın sekizinci katında oturur. Ayakları ağrır. Sekizinci katta oturmak çok kötüdür. Ona acıdıkları için hep “sekizinci kattaki Necla Hanım Teyze” diye söz edilir.

―şu ışık yanan pencere var ya. Hani arada Karagöz perdesi gibi gölgeleniyor. Alt katında Zeynepler oturuyor.

Beni unuttunuz…

―kalorifer dairesinin penceresi… Önünde şaşı bir kedi patisini yalıyor. Pencere bir kedi büyüklüğünde. Kedi de siyah pencere de kaldırımda duruyorlar, bir de parlak çikolata kâğıdı… Titriyor. Kedi bir patisi havada avını gözlemeye başlıyor. Dokunuyor. Kâğıt titremeyi bırakıyor. Dokunuyor kâğıt yuvarlanıyor. Üstüne basıp gitmesine engel oluyor. Bekliyor. Bırakır bırakmaz rüzgâr kâğıdı kapıp götürüyor. Kedi şaşırıyor… Şaşı kedi…

“Deniz, bak Kerime Teyzen gönderdi bu makarnayı. Hadi ye de seni bodruma götüreyim. Donacaksın. Kaç gündür burada oturuyorsun. Al kaşığı eline. Hadi bitir bakayım tabağındakini… Burada yatılmaz, Kerime Teyzenin hazırladığı yatak var bodrumda… Bitti mi yemeğin? İyi. Gel bakayım benimle. Korkma ben de geleceğim ben de… Bak bunlar elektrik düğmesi bildin mi? Basınca yanıyor, gel şimdi inelim basamakları… İşte yatak. Burası sıcacık.  Yatağa girmek için ne yapacağız? Ayakkabılarımızı çıkaracağız. Üstümüzdekileri de… İşte böyle. Yok yok bir şey yok. Yat şimdi sen. Öyle değil sırt üstü yatacaksın. Hah tamam. Aç bakayım bacaklarını azıcık. Hah tamam. Hiç kıpırdama emi. Tamam. Aferin sana, aferin sana, aferin sana…

Ağaçların yalnızca kökleri görünüyor…

―pencereye bir kedi geliyor. Miyavlayıp camı tırmalıyor. Yanından geçen bir ayak onu tekmeliyor. Kedinin canı yanıyor. Başka ayaklar da kediyi tekmeliyor, çocukların bağrışmaları kar kümelerini delik deşik ediyor. Gökyüzü yok…

“Deniz orada mısın? Gel bakayım amcan sana yemek getirdi. Kerime Teyzen gönderdi. Yok yok öyle değil bir pideden bir pilavdan.  Hah, aferin. Bak bu amca da sana çukulata verecek. Değil mi amcası? Bitti mi yemek? İyi, ver bakalım çukulatayı. Yok yok kağıdını çıkarıyoruz.”

“Ya birine söylerse?”

“Yok yok o hiç konuşmaz. Annesi öldü öleli konuşmuyor. Yemek yemeyi bile unutuyor. Biz vermesek ölecek. Hadi sen bak işine.”

“Yüzükoyun çevir bari. Gözleri çok kocaman.”

―çukulatanın tadı komikti. Ama saçlarımdan yastığın üstüne düşen minik minicik böcekler daha komikti. Sallanıyorum ve düşüyorlar, sallanıyorum ve düşüyorlar.  Kimi ileri  kimi geri düşüyorlar, sallanıyorlar, burnuma kaçacaklar…

“Neler oluyor burada? Aman Allahım! Yüce rabbim! Ah Ahmet sen? Bu adam kim Ahmet? Bir de pide almış gelmiş!”

―ne çok gürültü… Amcalar gittiler. Ne çok kadın… Beni yıkadılar. Minik böcekler de gittiler. Saçlarım da gittiler. Yorganla yatak ateşe gittiler. Yeni giysiler geldi, büyük geldi. Annem gelmedi. Temiz temiz giydirdiler. Örtü bağladılar. Kapıcının kapısında beklettiler. Okula mı? Polislere, beyaz gömleklilere verince unuttular…

-o-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.