Maskeler
Ülkü Yalım Günay
Gün boyu kenti kavuran sıcak, akşam indiğinde biraz azalmış, nehirden yükselen pis koku daha dayanılır olmuştu. Kent halkının, azıcık nefes alabilmek için kendini sokağa attığı saatlerdi.
Yüzlerine renkli hayvan maskeleri takmış, doğaya öykünen yeşil elbiseler içindeki çevrecilerden oluşan kalabalık, nehrin öbür yakasından yola çıkmaya hazırlanıyordu. Başlarında, defne yapraklarından yapılmış çelenkler vardı. Halkı bilgilendirerek çevre bilinci yaratmaya çalışan topluluğun tek isteği, barışçıl olduklarının anlaşılmasıydı. Meşaleleri henüz yakmamışlardı. Başlarındaki defnenin parlak yaprakları, batan güneşin kızıllığında yaldızlanıyordu. Bazılarının elinde, doğayı korumaya ve gelecek kuşaklara bırakılacak yaşanabilir bir dünyaya ilişkin pankartlar vardı. Elbette, yerel yönetimin izin verdiği tümcelerle yazılmıştı bu pankartlar.
Valilik, belediyeye ağır eleştiriler yönelten bu grubun yürümesine, ne denli hoşgörülü olduklarını vurgulamak içen izin vermişti. Çünkü bugün, kentin düşmandan kurtuluşunun yıl dönümüydü. Ayrımcılık yapıyor izlenimi vermek doğru olmazdı. Ancak, yürüyüşün başlama yerini ve saatini, izleyeceği yolu, bitiş noktasını, atılacak sloganları – hiçbir şekilde değiştirilmesi söz konusu olmayacak biçimde – emniyet yetkilileri belirlemişti.
Yürüyüşe hazırlanan çevrecilerse, gün boyu hamasi, politika kokan konuşmalarla dolu törenler düzenleyerek övünen yetkililerin aksine bu yürüyüşü, çok sevdikleri kentlerinin sorunlarını dile getirmek için bir fırsata dönüştürme çabasındaydılar. Bu sırada, yetkilileri karşılarına almayacaklar, kendilerine verilen izin çerçevesinde kalacaklar, kesinlikle taşkınlık yapmayacaklardı.
Amaçları kente ve sakinlerine zarar vermek değildi zaten.
Hava karardığında, meşaleleri yakıp yürümeye başladılar.
Nehrin bu yakasından bakanlar önce meşalelerin ışıklarını gördü. Konvoy, tarihî Taş Köprü’nün tam ortasındaki en yüksek kemeri aştıktan sonra, başları, gövdeleri, bacakları da seçilmeye başladı. Şehre doğru usul usul akıyorlardı. Sesleri önce uğultuyken, yaklaştıkça biçimlendi. Söyledikleri marşın sözleri netleşti. Neşeli bir güftesi vardı. Ormanları, bitkileri, nehirleri, gölleri anlatan, kırları öven. Yüce dağlara çıkıp oradan rüzgârlarla denizlere inen.
Başına tavşan maskesi giymiş öncüleri, elindeki sopayı havada çevirerek yürüyüşçüleri coşturuyor, yönlendiriyordu. Ara ara, kullanılmasında sakınca görülmemiş sloganlardan birini atıyorlar, özellikle kentin ortasından geçen nehrin giderek kirlenen yatağına, orman alanları katledilerek yapılan inşaatlara ve hızla kalabalıklaşan kentin altyapı sorunlarına üstü kapalı da olsa, dikkat çekmeye çalışıyorlardı. Kentte ciddi bir içme suyu sorunu varken, meydanlara, caddelere konulan gereksiz ve pahalı süslemeleri kınıyor, kenti saran pis kokuyu duymazdan gelenleri uyarıyorlardı.
Bir masaldan çıkmış gibiydiler daha çok. Rengârenk bir karnaval havası estiriyorlardı. Akşamın bu görece serinliğinde, kent sakinleri, yolun iki yanına dizilmiş alkışlayarak onlara destek veriyordu. Bu yakaya geçtiklerinden beri, zırhlı polis araçları, güvenlik gerekçesiyle eşlik ediyordu onlara. Telsizler vızır vızır çalışıyordu.
Konvoy, bu yakaya geçtikten sonra kuzeye doğru yönelip, büyük parka ulaşmayı ve orada halkla birlikte bir açık hava mitingi yapmayı planlamıştı. Nehrin kıyısındaki bu güzel park, yine aynı nehrin saçtığı pis kokular yüzünden oturulmaz durumda olduğundan, konuya dikkat çekmek için en uygun yerdi. Valilik buna izin vermedi. Konvoy ancak, emniyetin çizdiği rotayı izleyebilirdi. “Bu özel günde yürümenize izin veriyoruz. Hoş görümüzü istismar etmeyin” demişlerdi. Şehri boydan boya kat edecekler, yürüyüşü kenar mahallelerde bitirecek, dağılacaklardı. “Toplanmak moplanmak yok” denmişti.
Pis kokuya dikkat çekmek için, parkta halka dağıtmayı planladıkları küçük, sembolik hastane maskeleri ellerinde kalmıştı.
Konvoy, köprüyle bağlanan ana caddeyi kat ederken. Aynı anda kimliği bilinmeyen altı kişi, yol kenarına dizilmiş kuyumcu dükkânlarından ikisinin kasasını patlatmak üzere beklemedeydi. Başlarına kar maskeleri geçirmişlerdi, güvenlik kameralarını kapatmaya gerek kalmamıştı böylece. Yürüyüşün saatini ve konvoyun güzergâhını bildiklerinden beklediler. Çevreciler tam önlerinden geçerken ateşlediler patlayıcıları. İçeri girebilmek için kilidini kırdıkları kepenkler yarı inik olduğu ve halk kulak kesilmiş çevrecilerin şarkılarını, sloganlarını dinlediği için, kimse duymadı patlamaları. Polisler bile. Çünkü onlar da, dikkat kesilmiş, çevrecilerin bir hata yapmasını bekliyorlardı. Aldıkları emir gereği çok iyi odaklanmışlardı görevlerine. Kulakları telsizlerden gelen emirlerdeydi.
Altı soyguncu, elleriyle koymuş gibi buldular her şeyi. Mücevherleri, altınları, paraları sırt çantalarına doldurdular. Biraz beklediler, göstericiler uzaklaştığında ve cadde önceki sessizliğine döndüğünde, tamtakır bıraktıkları dükkânlardan süzüldüler dışarı. Hemen yakında bekleyen arabalara binip karanlığa karıştılar. Akıllara durgunluk veren bir hızla bitirmişlerdi işlerini. Şehrin biraz dışında, önceden belirledikleri noktada buluştular. Çalıntı arabaları ve maskeleri orada terk edip bekleyen minibüse doluştular, hızla çıktılar kentten.
Konvoy ilerliyordu. Dört ana caddenin birbirine bağlandığı geniş Özgürlük Meydanı’nın ortasına kondurulmuş, devasa traktör heykelini geçip, bol ışıklı Tarihî Köşke doğru yürüdüler. İşte tam bu noktada, bir olay çıkaracakları değerlendirilmişti yetkililerce. Polisler teyakkuza geçti. Yapılacak en küçük bir hatayı bile kaçırmamalıydılar. Çünkü görkemli Tarihi Köşk’te, şehrin ileri gelenleri bir başka masal âlemindeydi. Kurtuluşu bir balo ile kutluyorlardı. Hepsi de şık giysilerine uygun, usta ellerden çıkmış romantik, renkli, yaldızlı maskeler takmışlardı. Bu balo için özel olarak Venedik’ten getirtilmişti maskeler. Salonun görkemli avizelerinden dökülen bol ışıkta, pırıl pırıl parlıyordu herkes. Orkestra eşliğinde dans ediliyordu. Kadınlar şık tuvaletlerinin etek uçlarını tutmuş, nazlı kelebekler gibi uçuşuyorlardı. Aslında kentin valisi ve mülkî erkân, davetlilere belli etmeseler de gergindiler. Balonun, çevrecileri kışkırtmasını ve tam bu noktada yaratacakları bir olay sonucu, bu düzen bozucuları ortadan kaldırma olanağı bulacaklarını umuyorlardı.
Davetlilere belli etmeseler de kulakları kirişteydi hepsinin. Ama, bu korkunun iki yönü vardı. Davetliler, “Ya çevreciler bir olay çıkarırsa” diye, yöneticilerse, ”ya bir olay çıkarmazlarsa” diye korkuyordu. Fabrikalarının atıklarını nehre döken, orman alanlarında villalar yaptıran, belediyenin gelirinin neredeyse tamamını cebe indirip kentin alt yapısına beş kuruş bile ayırmayan, dahası eş dost, partili, kayrılan kim varsa hepsi buradaydı ne de olsa. Aldırmaz görünseler de yürekleri daralıyordu ister istemez. Birbirlerini nazikçe selamlarken, dudaklarına yapışmış yapay gülücüklerin arkasına saklıyorlardı korkularını. Emniyet Müdürü, sık sık konvoya eşlik eden polislerle telsiz konuşması yapıyor, “Bir vukuat var mı?” diye soruyordu. Aslında, köşkün önünde bir olay çıkaracaklarından neredeyse emindi. İşte o zaman hepsini keklik gibi avlayacaktı.
Ama umduğu olmadı. Konvoy, olaysız geçip gitmişti Tarihî Köşk’ün önünden.
Bu arada, yüksek yerden gelen bir emirle, evlerinden çağırılmış bir grup belediye işçisi, tıkanan kanalları açmak ve mazgallardan kente yayılan dayanılmaz kokuları bertaraf etmek üzere, gece vakti, şehrin yer altı lağım şebekesinde ilerlemekteydi. Kasklarındaki ampullerle aydınlanıyordu kanallar. Hepsi de aşağıda birikmiş metan gazına ve pis kokuya karşı, gaz maskeleri takmışlardı. Uzun konçlu çizmeleri, ayaklarının altındaki balçıkta, vıc vıc sesler çıkarıyordu. Lağım farelerine hiç aldırmıyorlardı, alışıktılar. Bir ara durup kulak kabarttılar. Çevreci grup, şarkılarla, sloganlarla geçiyordu üstlerinden.
“Bunların hiç işi gücü yok mu?” dedi biri. “İşsiz güçsüz takımı işte” dedi öteki. Çevreciler hakkındaki yargıları bu kadardı.
Sesler kesilince işlerine döndüler yeniden. Ellerindeki gazölçerlere ışık tutup durumun ciddiyetini saptamaya çalıştılar. Maskelerin içinde esneyip duruyorlardı.
“Şimdi yatağında, karının koynunda olmak vardı…Kaderime sıçayım” diyene
gülüştüler. “Yapma, kanallar zaten dolu” dedi biri.
Aslında tıkanıklığı gidermek için yapabilecekleri bir şey yoktu. Şehrin tüm altyapısının yenilenmesi gerekiyordu. Çok eski ve yetersizdi. İki günde bir aşağıya inip kazmayla kürekle yapılan geçici çözümlerin bir işe yaramayacağını ameleler dahil herkes biliyordu artık. Ama onlar emir kuluydu.
Çevreciler, kentin doğusuna doğru yol alıyorlardı. Kent merkezini geçmiş, konutların çoğunlukta olduğu bir caddeye gelmişlerdi şimdi. Saatlerdir yürüdüklerinden yorulmuşlardı biraz, şarkılar da coşkusunu yitirmeye başlamıştı. Önde giden tavşan maskeli lider sopasını sallayarak bağırdı; “Uyuşukluk yok, canlanın biraz.”
Sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Sokaklarda olup bitenlere pek ilgi duymayan varoş sakinleri bile merakla pencerelere koşuştular. Başlar dışarı uzandı. Yatmaya hazırlanan yalnız, geçkince bir kadın da geldi pencereye. Saçlarını bigudilerle sarmıştı. Yüzündeki, çeşitli otlardan oluşmuş yeşil renkli maskesiyle, yalnızca fır fır dönen gözleri açıkta kalmış bir yosun kurbağası gibi baktı dışarı. Maskenin üzerine yapıştırdığı salatalık dilimlerinden birkaçı sokağa düştü. Biraz bakındı, göstericiler uzaklaşırken, onun ilgisi de söndü.
Balonun sonu yaklaştığında, polisler; “Hiçbir vukuat yok efendim, konvoy emirlerin dışına çıkmadı. Ne yapmamızı emredersiniz?” diye sorduklarında canı sıkıldı Emniyet Müdürünün. “Takibe devam” dedi kızgın bir sesle. “Elbet bir açık verirler.”
Dans pistine geri dönmüştü ki, telefonu yeniden çaldı.
Telefonun öbür ucunda Asayiş Şubeden nöbetçi komiserin sesi duyuldu, şehrin önde gelen zenginlerinden ikisinin kuyumcu dükkânlarının aynı anda soyulduğunu söylüyordu. Olay saati, çevrecilerin oradan geçtiği saatle bire bir örtüşüyordu. Büyük ihtimalle onların başının altından çıkmıştı bu iş. “Emirlerinizi bekliyoruz efendim” diyordu ses.
Emniyet Amiri saatine baktı. Tam kararlaştırdıkları anda gelmişti telefon. B planını devreye sokuyorlardı. Bu gece ilk kez gerçekten güldü yüzü. Karısının boynunda parıldayan atın gerdanlığa baktı keyifle. Dükkânının soyulduğu söylenen değerli kuyumcu dostlarından biri, küçük bir hizmetine karşılık hediye etmişti onu. Kent halkı, ara sıra böyle jestler yapardı kendisine. Eh artık, bu dostlukların hatırına, hırsızları en kısa zamanda bulmak ve yakalamak da onun boynunun borcuydu elbette. Çevrecilere güvenmeyip yedek bir plan hazırladığı için kutladı kendini. Derin bir nefes aldı.
“Bu gece çevre yürüyüşüne katılanların tümünü alın içeri” diye herkesin duyacağı bir sesle emir verdi asayiş şubeye. “Yarına kadar nezarette beklesinler, yarın gereğini yaparız.”
Asayiş Şube’den bir ekip hemen hazırlandı. Sirenlerini çalarak, yürüyüşlerini tamamlamak üzere olan yorgun konvoya yetişti. Baştan beri yürüyüşe eşlik eden motorize polisle birleşti. Çevreciler ne olduğunu anlamadan birden kuşatıldıklarını görüp şaşırdılar. Biber gazı kapsülleri havada uçuşmaya başladı. Ateş ediliyor, dört bir yanları panzerlerle sarılıyordu. Basınçlı suyla savruluyorlardı sağa sola. Neye uğradığını anlayamayan konvoydakiler bir anda gözyaşlarına boğulup öksürmeye, baygınlık geçirmeye, sağa sola koşuşmaya, yerlerde sürünmeye başladılar. Polis hepsini bir bir avlayıp araçlara tıktı.
Geride, renkli maskeler, sönmüş meşaleler, ıslanıp parçalanmış pankartlar, ayakkabı tekleri ve onlarca yaralı kaldı.
Polisler tam donanımlıydılar, hepsinde biber gazına karşı maskeler, sağlam coplar ve kalkanlar vardı.
Yüzlerinden, kentin huzurunu sağlamanın mutluluğu okunuyordu.
Saatler sonra, emniyet amiri yatmaya hazırlanırken yine çaldı telefonu.
“Bir süre saklansınlar” dedi arayana. Sonra malları sahiplerine iade eder, onlara da ikramiyelerini veririz.
Huzur içinde girdi yatağına.
Yorum
Ülkü hanım ne güzel yeniden…
Ülkü hanım ne güzel yeniden okuyorum sizi. Sağlıkla kalın
Yeni yorum ekle