Ses ve Kadın
Ülkü Yalım Günay
Süheylâ, boyadığı ayakkabıları fırçalarken, yorgunluktan kapanan gözlerini zorla açık tutmaya çalışıyordu. Saat gece yarısını geçmiş, tüm işlerini bitirmişti. Çocuklar ve kocası uyumuşken ayakkabıları da boyayıp sabaha hazır etme çabasındaydı. Sonra da gidip yatacaktı. Elindeki ayakkabının burnuna son fırça darbelerini atarken birden, “emek değeri yaratıyorsa, neden saygı görmüyor?” diyen bir sesle irkildi, soru kendisine mi soruldu diye sağına soluna bakındı, sesin sahibini göremedi, yalnızdı. Uyuyakalmış da düşünde mi duymuştu yoksa gözleri açık mıydı tam bilemedi. Bir an yanıp sönen bir ışık gibi çakıp geçti ses. Korktu biraz. Ara verdiği fırçalama işine aceleyle devam etti. “Gidip yatayım” dedi, “ gaipten sesler duymaya başladım.”
Tam işini bitirip boya gereçlerini kaldırdığında, içerden küçük oğlunun ağlaması duyuldu. Ateşi vardı çocuğun, gün boyu mızıldanıp durmuştu. “Diş çıkarıyor garibim” dedi, koştu yanına. Ablasını uyandırmasın diye acele etti.
“Kız okula gidecek, uykusunu alması gerek.”
Altını değiştirdi, emzirdi, kucağında gezdirdi, uyuttu bebeği, çıktı odadan usulca. Kocası, bitişik odada uyuyordu.
“Sınıf ve cinsiyet ayrımı var bu evde” diye söylendi bu kez aynı ses, yine hızla çaktı, geçti. “Gözlerim açık düş görüyorum” dedi içinden Süheylâ. “Ya da kafayı yiyorum.”
Susmadı ses, “Senin hakların, işverenin (ki kendisi kocan oluyor) çıkarları karşısında sürekli geriliyor, fark etmedin mi?”
Davetsiz misafirin, bu gönüllü aydınlatma eylemi de önceki gibi sarstı Süheylâ’yı. Damarlarından elektrik akımı geçmiş gibi oldu. Biraz bekledi, sarsıntı gövdesini terk edince rahatladı. Bakındı, sesin kaynağı yine ortalıkta yoktu.
Yatak odasına girdiğinde, “umarım uyanmaz” dedi içinden kocası için, çok yorgundu. Karanlıkta, el yordamıyla giydi geceliğini. Sessizce yorganın altına süzülürken, uyanıverdi adam. “Nerde kaldın yahu?” dedi uykulu uykulu. “Ancak bitti işim” dedi Süheylâ fısıltıyla, hemen arkasını döndü, “iyi geceler.” Adam yanıt bile vermedi. O kadar beklemişti, öyle hemen arkasını dönüp uyumak var mıydı? Fikrini sorma gereği bile duymadan, yanaşıp sarıldı karısına. “Eyvah” dedi içinden Süheylâ. Gözlerinden uyku aka aka görevini yerine getirdi. Kulağının dibindeki o acımasız ses, durmadan “romantizm”, “sevişmek”, “aşk”, “paylaşmak” üzerine gevezelik edip dururken birden ağzından yüksek sesle “aşk mı?” sorusunu kaçırıverdi. Kocası, “ne dedin?” dedi, anlamamış gibi. Süheylâ sinirlendi sese, “başıma iş açacak.” Neyse ki adam, sorusunun yanıtını beklemeden arkasını dönüp, yarıda kalan uykusuna devam etti.
Kalkıp banyoya gitti Süheyla, epey sürdü işi orda. Tam yatacakken oğlan yine ağlamaya başladı. Uyku gözlerinden akıyordu. Ses bu kez, “hayır deme hakkını niçin kullanmadın, böyle bir hakkın var, biliyorsun.” dedi fısıltıyla. Kulak asmasa da duydu ister istemez. “Bu ses dişi mi, erkek mi?” diye abes bir soru geçti aklından. Sinirli sinirli güldü.
Bu kez iyice üst perdeden ağladı bebek, ablasını da uyandırdı. Kız yatağında doğrulup gözlerini ovuştururken, “Anne yaa, beni uyandırdınız” diye söylendi. “Sustur şu oğlunu.” Süheylâ bu son tümceyle afalladı. Tınısına, vurgusuna kadar, aynen babadan kopyaydı. “Oğlunu” sözcüğünün içerdiği anlam, daha çok kendisine yüklenen bir suçu vurgular gibiydi. Telaşlandı, ses yine bir ukalalık yapmasın diye, hemen bebeği kucağına aldı, “sen uyu kızım hadi.” dedi kızına. İlacını içirip, epeyce dolaştı kucağında ateşli çocukla, sonra oracıktaki koltuğa oturdu.
Gözlerini açtığında, her yanı tutulmuştu. Kucağında bebekle koltukta uyuyakalmış. Dudağını oğlunun alnına koydu, sevindi, “ateşi düşmüş çok şükür.” Uyandırmamaya özen göstererek yatağına yatırdı. Sabah olmuştu, elini yüzünü yıkayıp mutfağa yöneldi. Çayı koydu, kahvaltı hazırlamaya girişti. Kız sabahları çok iştahsız oluyor diye, ona değişik bir şeyler yapmak gerekiyor. Üstelik peyniri görürse yemez, beyaz yiyecekler midesini bulandırır. Akşamdan hazırlayıp dolaba koyduğu krepleri, teflon tavada ısıtacak, sıcak sıcak koyacak önüne. Yumurtayı katı seviyor, önceden kaynatmanın sakıncası yok. Kocasının yumurtası rafadan olacak, onunkini tam masaya oturacağı sırada ateşe koymak gerek. Üç dakikadan fazla pişerse yemez. Ekmekler de son anda kızarmalı, üzerine tereyağı sürüldüğünde erimesi için. Tam o sırada, “Arz- talep dengesi bozuk bu evde.” diye çınladı kulakları. Ses iyice tiz bu kez, bağırdı durdu utanmadan. Aynı anlık çakım hızıyla gelip bu kez uzun uzun titreşti. Süheylâ gövdesini sarsan bu çakımlardan kurtulmak için, elleriyle kulaklarını kapattı,
“Git başımdan, git başımdan” dedi, sinirli sinirli. “Zaten işim başımdan aşkın.”
Kahvaltı telaşındayken, banyodan gelen seslere kulak kabarttı, kocası uyanmış. Islıkla çaldığı ezginin ritminden, keyfinin yerinde olduğunu anladı. Biraz sonra, traş olmuş mis kokular saçarak gelir sofraya.
“Gidip kızı uyandırayım.” Bu da ayrı bir sorun, “bir türlü sökülmez şimdi yataktan, mübarek japon yapıştırıcısıyla yapışmış gibi, uzayıp süner. Uğraş dur işin yoksa.”
Kızın önüne, kreplerini, kakaolu sütünü koyduğunda, adamın yumurtası da hazır oldu, “tam istediği kıvamda.” Ekmeklerini kızarttı, peyniri, zeytini, reçeli, tereyağı, balı istediği düzende dizdi, çayını koydu. Kızına “sen sakın bal yeme” diye tembih etti, “Alerjini unutma.” Tam o sırada içerden oğlanın sesi duyuldu. Koştu Süheyla, “koş Süheyla koş” diye bağıran ukala ses de eşlik etti kendisine. “Bu ses vallahi yuvamı yıkmaya çalışıyor.” diye düşündü Süheylâ, “nerden çıktı başıma?”
Emzirdi bebeği. Gergin göğüsleri usul usul boşalıp rahatladı. Emerken iki eliyle memesine yapışan oğlunu okşayıp öptü. Doyunca neşelenen bebeğin altını temizleyip mutfağa getirdi. Mama iskemlesine oturttu. Kocası, “bir yara bandı getirsene, çay koyarken parmağımı yaktım.” dedi asık suratla. İkinci çayını kendisi almış olduğunu ima etti böylece. Görevini aksattığına ilişkin örtülü bir sezdirme. “Sakın getirme, yara bandının yerini o da biliyor, gidip kendisi alsın” dedi ses kulağına yavaşça. “Onun da elleri, ayakları var.” Süheyla duymazdan gelmek istese de ses beynine yerleştirilmiş bir cihazdan geliyor sanki, o kadar yakın. Üstelik susmuyor artık, aralıksız konuşuyor. Kurtulmak için, acele gidip bir bant getirdi, kocasının parmağına sardı.
Kızına yumurtasını bitirsin diye yardım etti. Sonra saçlarını tarayıp ördü, giydirip okul servisine yetiştirdi. Masayı toplayıp yemek işine girişmek üzere önüne önlüğünü takarken seslendi kocası içerden, “akşama bir Çerkez tavuğu yapsana, epeydir yemedik canım istedi.”
Sonra, pırıl pırıl boyalı ayakkabılarını giyip, yarım yamalak bir öpücükle veda etti karısına, fırladı kapıdan. Daldı yaşamın içine.
Yemek ocakta pişerken, çamaşır programladı Süheylâ. Yatakları düzeltti, odaları havalandırdı.
Yemeğin altını söndürdüğünde, bebeği pusetine koyup alışverişe çıktı. “Tavuk almak gerek.” Akşama Çerkez tavuğu yapacak ya. “Ya ya, emir yüksek yerden geldi” dedi, sahibi belirsiz ses.
Yolda bir sürü düş kurdu Süheylâ, evden markete gidene kadar tüm dünyayı dolaştı. Denizleri dağları aştı, kuşları selamladı, sokağın tüm kokularını ciğerlerine çekti, “tek başıma bir yolculuğa çıksam, önce bir otel odasında üç gün üç gece uyusam” diye düşündü.
Eve döndüğünde, hemen tavuğu hazırlayıp ateşe koydu. Çamaşırın programı bitmiş. Çıkarıp onları astı. Bebeği doyurdu, uyuttu. Kuruyan çamaşırları toplayıp ütüledi, çekmecelere yerleştirdi. Kocasının gömleklerinden birinin düğmesi kopmuş onu dikti.
Tavuğu didikleyip Çerkez tavuğunu yaptı. Bebek uyandı, kız okuldan geldi. İkindi kahvaltısı sırasında, “niye kurabiye yapmadın anne, hani şu üstünde fındık olanlardan?” diye sordu kızı. “Yaparım istiyorsan” diye yanıtladı Süheylâ. O manyak sesin “robot, robot roooobot” diye tutturduğu hızlı bir tartım eşliğinde oldu tüm bunlar. Kendini gütmeye, yönlendirmeye çalışan bu ukala sese bir küfür salladı içinden. “Söyler söyler susar nasıl olsa” dedi. Bu tümce de kocasından alıntı. Üstelik kendine yönelik klasik bir aşağılama sözüdür bu. Aynı tonlamayla o da arsız sese gönderdi.
İkindiyle akşam yemeği arası kızına, “sen biraz kardeşinle ilgilen, ben de sana kurabiye yapayım” dedi. “Derslerine yemekten sonra bakarız.”
Yeniden mutfağa girdi, kurabiye yapıp fırına koydu. Yemek için son hazırlıkları gözden geçirdi. Kocası geldiğinde, üç çeşit yemeği ve salatasıyla sofra görüşe hazırdı.
Adam memnun, hele Çerkez tavuğunu görünce yüzü iyice güldü. “Eline sağlık” dedi karısına, “bir dediğimi iki etmez.” diye şişindi içten içe. Tıka basa yiyip, televizyonun karşısına oturdu.
Süheylâ sofrayı topladı, bebeğini emzirip uyuttu. Salona geldi. Masada ödevlerini yapan kızının yanına oturdu. Matematik ödevini birlikte yapmaya başladılar. Kocası, “biraz sessiz olun yahu, şurda film seyrediyoruz her halde” diye çıkıştı. Sessiz olmaya çalışarak ödevleri bitirdiler. Kızını yatırdı, mutfağı toparladı, yemekleri kaldırdı, soğuyan kurabiyeleri kutusuna yerleştirdi, bulaşıkları yıkayıp salona döndü. Kocası televizyonun başında uyumuş. Uyandırdı, adam yatmaya giderken “geliyor musun?” diye sordu karısına. Düşündü Süheylâ, “Ben biraz daha oturacağım, sen uyu.” dedi. Televizyonu kapatıp masanın başına oturdu. Gazeteye göz gezdirdi. Sonra bir kalem kağıt alıp bir şiire başladı. Şiir, insanın erkek kuşu ve dişi kuşu ile ilgiliydi.
“Kendinden bile sakladıkların var, ikili yaşamını başarıyla sürdürüyorsun bravo.” dedi o bir çakımlık aydınlanmaların ukâla sözcüsü. Elinin tersiyle itti Süheylâ, sinek gibi çevresinde vız vız dolaşan sinsi sesi. “Nerden buluyorsun onca lafı?”
Yatmaya hazırlanırken şiiri, daha öncekileri koyduğu dosyaya koyup sakladı. Kocası görsün istemiyor, alay eder. Birden, karşısında biri varmış gibi yüksek sesle, “Sakın ona söyleme” dediğini fark etti. Kendi sesinden ürktü bu kez. “Bak delirttin beni, kendi kendime konuşmaya başladım.”
“İş verenden mi korkuyorsun? Şiire zaman ayırıp işlerini aksattın diye ücretinden mi keser, işten mi kovar?”
Ses kahkahalarla gülmeye başladı. Çın çın öttü kulaklarında Süheylâ’nın. Üstelik bir çakımda çekip gitmedi bu sefer. İçinde bir yerlerde, çoktan unutulduğunu sandığı, dibe çökmüş taşları yerinden oynattı. Duvarını yıkmış bir su gibi gürüldedi, çağıldadı. Artık duymazdan gelinecek gibi değildi.
Yeni yorum ekle