AĞAÇ
Çok uzun zaman olmuştu ailesinin evine gelmeyeli. Yıllar önce anne ve babasıyla büyük bir kavga etmiş ve kapıyı çarpıp çıkmıştı ‘bir daha asla’ diyerek. Şimdi bir anne ve yetişkin bir kadın olarak baktığında kendini sorguluyor ve ‘şimdi olsa neyi farklı yapardım’ diyordu. Evi terk ettiğinde yetişkindi aslında. Yirmi beş yaşında mesleğini eline almış, çalışan bir kadındı. Ama o dönemin şartlarında maddi olarak yalnız yaşama gücünü kendinde bulamıyor ve tek çocuk olmanın getirdiği sorumlulukla ailesinin yanında olmak zorunda hissediyordu. Aslında annesi de babası da sağlıklı, hayatlarını tek başına yürütecek durumdalardı. Yaşadıkları semtte ikisinin de yıllar içinde kurdukları dostluklarla mutlu ve hareketli bir sosyal hayatları vardı. Herkes kendisine ne kadar şanslı olduğunu söylüyordu. İşine gidip geliyor, altında arabası hiçbir sıkıntısı olmadan yaşıyordu. Daha ne olsundu değil mi? Halbuki o hep daha ne olabilir diye sorguluyordu o zamanlar. Her ne kadar her şey ‘tam’ görünse de o tam hissetmiyordu. Ne zaman kendine ait bir yaşam kurmak istediğini dile getirse babası da annesi de ‘rahat mı batıyor’ şeklinde bir yorumla karşısına geliyordu. O da denemekten korktuğunu kendine itiraf etmektense onların bana ihtiyacı var düşüncesine sarılıyordu. Evden ayrıldığı güne kadar ailesini üzmeyen, onların suyuna giden, büyük tartışmalara girmeyen uyumlu bir insan profili çizerken, o gün içinden bir canavar çıkmıştı. Başka bir şehirden gelen ve çok istediği bir iş teklifine karşı çıkmalarıyla başlamıştı her şey. Çünkü her ne kadar işi çok istese de sundukları teklif başka bir şehirde yaşam kurmasına olanak sağlamayacaktı. Bunun için de ailesinin desteğine ihtiyaç duyuyordu ki esas sorun buydu. Sonradan anlamıştı ki anne babası ona para vermek değil özgürlüğünü vermek istemiyorlardı. O gün ilk kez onlara sesini yükseltmiş ve onlar kabul etse de etmese de bu işi kabul edeceğini söylemişti. Mutlu değilim işimden, denemek ve başarmak istiyorum dediğinde babasının;
‘’Sen şu anki işini bulduğuna şükret. Ben araya girmesem buna da kabul edilmezdin. Sana sunulanı ve elindeki seni kabul etmeyi öğren artık’’ dediğinde taşmıştı bardak. En çok da annesinin bu tartışmada sessiz kalıp, o sessizliğiyle babasına verdiği destek canını yakmıştı.
‘’Öyle mi? Buraya kadar o zaman’’ diyerek eşyalarını hazırlayıp evden çıkması birkaç saatini almamıştı. Evden çıkarken annesinin mutfakta sakince yemek hazırlaması, babasının da hiçbir şey olmamış gibi gazete okuması ‘nasıl olsa yapamayacak ve geri gelecek’ düşüncesinin söylenmemiş haliydi. Arabasını da bırakarak çıkmıştı evden. İlk olarak en yakın arkadaşını aramış ve bir süre yanında kalıp kalamayacağını sormuştu. Onda geçirdiği süre zarfında da yeni iş teklifini kabul etmiş ve gideceği şehirde kalacak yer ayarlamaya çalışmıştı. Nitekim arkadaşı orada yaşayan bir tanıdığını arayarak bir odasını kiraya verip veremeyeceklerini sorduğunda aldığı olumlu yanıtla yeni hayatı şekillenmeye başlamıştı. Her şey bir adımla başlıyormuş diye düşündü Gülce. Şu an geçen on seneye baktığında başardıklarını görünce kendinden memnundu. Hiç kolay olmamıştı evet, ama yapmıştı işte. Girdiği işte çalışkanlığı ve uyumuyla hemen dikkat çekmiş, kısa bir sürede yükselmişti. Gittikten birkaç sene sonra çalıştığı şirketin yurt dışındaki bir pozisyonunun teklif edilmesiyle hayatı bir kez daha kökten değişmişti. Bu süre zarfında her ne kadar ailesini telefonla arayıp, iletişime geçmeye çalışmışsa da onların soğuk, uzlaşmaz tavırları yanlarına gitmesini engellemişti hep. En son onları arayıp yurt dışına yerleşeceğini söylediğinde verdikleri tepki, yolda hiç tanımadığı birini durdurup bu haberi verdiğinde alacağı tepkiyle aynı olunca bugüne kadar heybesinde taşıdığı suçluluk duygusunu da fırlatıp atmıştı.
Gittiği ülkede tanıştığı iş arkadaşı Sam’e âşık olup evlenmeye karar vermeleri üzerine ailesini arayıp, yanında olmalarını istediğinde annesinin verdiği cevap bir kez daha yüzüne tokat gibi çarpmıştı.
‘’Bizim tek çocuğumuzdun. Bizi yok saydın. Sana verdiklerimizi yok saydın. Bizi yalnız bıraktın. Bundan sonra her ne yapıyorsan sen de yalnızsın artık’’ demişti. Şimdi ise yıllar sonra yine buradaydı. Bir gece yarısı babasının telefonuyla uyanıp, annesinin beyin kanaması geçirdiğini ve hastanede yattığını öğrenince hemen ilk uçağa bilet almıştı .Bir hafta olmuştu geleli. Annesi hastanede bilinçsiz yatıyor ve babasıyla dönüşümlü hastanede kalıyordu. Bugün evde olma günü kendisindeydi. Kafasında türlü düşüncelerle bahçeye çıktı. Etrafına baktı elinde kahve kupasıyla. Bahar ayının taze, temiz havasını içine çekti. İngiltere’nin soğuk, kapalı ve yağmurlu havasından sonra ilâç gibi gelmişti burası. Kuşların ötüşünü dinledi gülümseyerek. Yavaş yavaş yürürken bahçedeki portakal, limon ağaçlarının kokusu burnuna geliyordu. Annesinin bahçe kapısına kadar düzenli bir sırayla ektiği rengarenk gül ağaçlarına baktı. ‘Ne garip’ diye içinden geçirdi. ‘Çiçekleri bu kadar seven ve emek veren bir insan kendi evlâdına nasıl bu kadar katı olabilir?’
Güller istediği gibi açmayınca acaba onları da kökünden mi koparıyordu aynı kendisine yaptığı gibi? ‘Bak yine düşünüyorsun’ diye kızdı kendine. ‘Hani sadece bakacaktın, görecektin ve hissedecektin?’ diye söylendi. Annesinin baharda bahçeye çıkardığı masaya ve etrafına yerleştirdiği rahat, şık sandalyelere baktı. Zevkli kadındı annesi. Kızında yapamadığı değişikliği objelerle yapıyordu belki de. Masanın üstüne serilmiş mavi renkteki örtü bahçe sandalyelerinin renkli minderleriyle hoş bir uyum sağlamıştı. Masada duran ve muhtemelen annesinin yaptığı seramik vazonun içinde artık solmuş olan çiçekler vardı. Annesinin hastalığıyla hayatın durduğunu anlatmak ister gibiydi o çiçekler. Eliyle örtüye, vazoya ve çiçeklere dokundu yavaşça. Sanki bu şekilde konuşuyordu annesiyle. Şimdi uyansa yaptıklarına gösterdiği özeni ona gösterir miydi bilmiyordu ama söyleyecek çok şeyi vardı. Bu sefer suçlamadan, anlayış beklemeden, hayal kırıklığına uğramaktan korkmadan söylerdi ama. Bunu biliyordu en azından. Bahçe kapısına doğru yürümeye başladı. Sanki yıllar boyunca bu evde yaşamamış da ilk kez görüyormuş gibi baktı etrafına. Ve gerçekten de ilk kez görüyormuş hissine kapıldı. İnsanoğlu bir tuhaftı. Uzun süre yaşadığı yeri öyle bir kanıksıyordu ki görmemeye başlıyordu bir süre sonra. Halbuki yaşanılan yerler de doğa gibiydi. Değişiyordu sürekli. Renkleri vardı meselâ. Bazen evi gece gibi kapkara olurken bazen de güneş gibi sarı ve ışıl ışıl oluyordu. Her zaman oturduğu koltuk, yemek yediği masa, yattığı yatak eskiyordu zamanla. Bu da bir değişim değil miydi? Ağaçlar büyüyordu. Çiçekler hep aynı açmıyordu. Ama insan hep aynı yerde olduğuna o kadar takılıyordu ki anlamıyordu bu değişiklikleri. En çok da içinde yaşayanlar değişiyor, dönüşüyordu. Aynı doğa gibi…
Düşüncelere dalmış bir şekilde yürürken bahçe kapısına geldiğini fark etti. O anda gördü kocaman çınar ağacını. Evlerinin karşısındaki boş alanda, yazları komşularla toplanıp oturdukları yerde duruyordu her zamanki heybetiyle. Ne zaman bir şeye üzülse ya da sevinse koşarak giderdi ağacın yanına. Bu benim ağacım derdi herkese. ‘Mahallenin muhtarı’ derdi babası da ağaç için. Komşuları altında oturmuş, fısır fısır konuşurken bulduğunda ‘bu ağaç dillense kimsenin birbirinin yüzüne bakacak hali kalmaz’ diye dalga geçerdi. Ağacı kendi hakkında neler anlatırdı kim bilir? İlk aşkı, arkadaşlarıyla yaptığı kaçamakları, sınav sonuçları, mezuniyet günü, anne babasına kırgınlığı… Hatta evden ayrıldığı gün bile onun yanına gitmişti ağlayarak. ‘Bu sefer veda etmeye geldim’ diyerek dertleşmişti son kez.
Şimdi bakıyordu da daha büyümüş, daha bilge duruyordu ağacı. Ama o da yaşlanmıştı sanki. Yaşlandığı için mi bilge duruyordu acaba? İki eliyle sıkı sıkı tuttuğu kahve kupası, içinde yarıladığı ve etrafına bakmaktan, düşünmekten içmeyi unuttuğu soğumuş kahvesiyle zaman durdurulmuş gibiydi. Kafasını kaldırdı yukarı yavaşça.
‘’Merhaba’’ dedi ağacına kısık sesle. ‘’Yine ben.’’ Hafifçe esen bahar rüzgârı saçlarını uçurmaya başladığında fark etmemişti ağacın da rüzgârın yardımıyla ona cevap verdiğini. Yavaş hareketlerle yanına gidip gövdesini okşadı ağacının. Aynı, kabuk bağlamış yaranın kabuğuna dokunur gibi, sert dokunursa kabuğu çıkacak da tekrar kanatacak gibi; özenle, dikkatle dokundu ağacın koca, eskimiş gövdesine.
‘’Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki nereden başlayacağımı bilmiyorum. O yüzden sondan başlayacağım bu sefer. ‘Asla’ dediğim şeyi niye yaptığımı anlatmakla başlayabilirim belki.’’ Sonra da yavaşça çömelip yıllar öncesinde yaptığı gibi sırtını ağaca yaslayıp başladı konuşmaya.
‘’Merhaba’’ dedi Ağaç. ‘’Biliyordum bir gün geleceğini. Özlemişim seni ne yalan söyleyim. Büyümüşsün. Çok güzel bir genç kadın olmuşsun. Değişmişsin de. Gördüğüm kadarıyla sen de farkındasın ne kadar değiştiğini. Ama değişim ne zaman olumlu bir sonuç verir biliyor musun?
Seni neyin değiştirdiğini bulduğun zaman. Umarım bulmuşsundur.
O kadar uzun zamandır buradayım ki. Evet aynı aklından geçirdiğin gibi yaşlandım da. Ee! Dile kolay neredeyse iki yüzyıl oldu. Eğer insanoğlu bana bir zarar vermezse ve doğa da izin verirse uzun bir süre daha buralarda olurum. O kadar çok yaşama şahitlik ettim, o kadar çok kahkaha ya da ağlama duydum ki… Kimi senin gibi konuştu, dertleşti benimle. Kimi sevdiceğiyle en mahrem anlarını paylaştı gölgemde. Kimi en büyük kavgalarını etti insanlarla. Kimi adam öldürdü kimi kendini. Kimi en güzel hayallerini kurdu dallarımın altında kimi hayatının kararını verdi. Kimi kaçtı yaşamdan kimi kucakladı yaşamı yanı başımda. Sanıyor musun ki sen tek üzülensin? Ya da tek sevinen. Veya sorgulayan hayatı? Bunca zaman sevinçle ya da üzüntüyle yanıma gelen herkesin farkında olmadıkları tek şey vardı. Ne üzüntüler bitiyor ne de sevinçler bu hayatta. İnsanlar da aynı yapraklarım gibi dökülüyor mevsimi gelince. Göçüp gidiyorlar bu hayattan. Kaç kez yaprak döktüm ben de. Ama dallarım yerinde duruyor gördüğün gibi. Hastalıklı olan dallarım kırılmış, zarar görmüş olabilir zaman içinde. Diğer dallarıma tutundum ben de. Bakmadım aşağıya. Hep ışığa uzandım. Kaç defa benden işaret istedin seni dinlediğimi göstermem için. Gösterdim de. Ama fark etmedin. Her ağladığında, her göz yaşında bir yaprağımı gönderdim omuzlarına. Hani bir defasında başına düşen yaprağı hissedince korkmuş, hayvan sanmış ve telâşla kafandan atmaya çalışmıştın ya? İşte o bendim. Seni duyuyorum demek istemiştim. Üzüntüler de sevinçler de doğa gibidir. Gelir geçer demek istedim. Gelip geçenin seni nasıl değiştirdiğini fark etmektir önemli olan dedim. Bana baktığın ve gördüğün gibi kendine de bak demek istedim. Anlamadın tabii. Sen de haklısın. Aynı dili konuşmuyoruz ki. Hoş aynı dili konuşup birbirini dinlemeyen o kadar kişi varken bizimki gayet normal. Annen-babanla sen aynı dili konuşuyorsunuz da ne oldu? Bu arada annenin de yanıma çok gelmişliği vardır. Özellikle sen gittikten sonra tüm hesaplaşmalarını benimle paylaştı. Bana sordu nerede yanlış yaptığını. Sana da çiçeklerine baktığı gibi baktığını, sana zarar gelmesin diye her şeyden koruyup kollarken neyi yanlış yaptığını anlamadığını söyledi bana. Bir gün; ‘Güllerim çiçek açarak teşekkür ederken, kızım bir gün olsun benim yüzüme görerek bakmadı, güzel bir şey söylemedi’ dedi. ‘Halbuki ben kendi annemin aksine onunla zaman geçirmek, birlikte gülmek istiyordum. O ise hep uzak durdu benden’ diye ekledi. Onunla zaman geçirmek isterken onun başka hayatı olmasına ve o hayatın büyüsüne kapılıp bizi unutmasından korktum hep. Korktuğum oldu ama onun yüzünden değil benim yüzümden oldu kabul ediyorum’ diye yakındı. ‘Yardım et, bir işaret ver, düzelteyim’ dedi son gece. Verdim. Ona bir değil, bir sürü yaprağımı gönderdim. Havada hiç rüzgâr yoktu ama üstüne bir anda bir sürü yaprak dökülünce kafasını kaldırıp bana bakıp, gülümsemişti. Değişmek değil seni neyin değiştirdiğini bulmaktır önemli olan demiştim ya işte annen de senin gidişinle değişmişti ve o an bulmuştu onu neyin değiştirdiğini. Bana gülümsemesinden anladım. O gün benim altımda aynı şu an senin oturduğun gibi elinde soğumuş kahvesi, sırtını bana yaslamış oturuyordu. Çok yormuştu sanırım kendini çünkü o gülümsemeden biraz sonra az önce döktüğüm yaprakların üstüne yığılmıştı birden. Şimdi sen yardım istiyorsun benden. Siz insanoğlu çok tuhafsınız. Yıkımı tek başına yapıyorsunuz da toparlamak için hep birilerinden, bir şeylerden yardım istiyorsunuz. Ben sadece burada durarak, sizleri kışın yağmurdan yazın güneşten koruyarak, doğanın akışına kendini bırakmanın bazen tüm cevapları barındırdığını varlığımla anlatarak yardım edebilirim.‘’
Gülce anlatacaklarını anlatmış, söyleyeceklerini söylemiş birinin huzuruyla gözlerini kapatıp, ‘hadi be ağaç! Yap bir iyilik de beni anladığını, her şeyin düzeleceğini belirten bir işaret ver’ dediğinde telefonu çalmıştı. Arayan babasıydı. Duydukları heyecanlandırmış, aceleyle ayağa kalkıp koşar adımlarla eve gitmeye başlamıştı. Bu arada hem telefonda konuşuyor hem de refleksle, üzerine yapışan yaprakları temizlemeye çalışıyordu. Aldığı haberin heyecanıyla yarısı içilmiş kahvesini ağacın dibinde unutmuştu .Ağaçtan düşen yaprak kâğıttan gemi gibi tatlı tatlı kahvenin üstünde süzülürken; Gülce’nin, ‘tamam baba! Bu harika bir gelişme’ diye uzaktan gelen sesine dallarını hafif esen rüzgârla sallayarak eşlik ediyordu Ağaç.
Yeni yorum ekle