“Dünyanın En Kötü İnsanı” Kimdir?

Gösteri Sanatları

“Dünyanın En Kötü İnsanı” Kimdir?

Simay Özlü Diniz

 

Norveçli senarist ve yönetmen joachim Trier’in “Oslo Üçlemesi” filmlerinden “Reprise” (2006) ve “Oslo” (2011)’nun ardından üçüncüsü “Dünyanın En Kötü İnsanı” (Worst Person in the World) filmidir. 2021 Cannes Film Festivali yarışmasına katılan filmde kadın başrol oyuncusu Renate Reinsve “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü almıştır. Yapım şu anda Mubi’de gösterimde.zorbatv

Senaryosunu yönetmenin Eskil Vogt ile birlikte yazdığı yapım, Oslo’da geçiyor ve on iki ayrı bölümden oluşuyor. Çağdaş bir romantik dram olarak nitelendirilebilecek film, genç bir kadın olan Julie üzerinden aşk, kariyer ve hayatın anlamı üzerine izleyiciyi düşündürüyor. Bir kadın bakış açısına sahip olması ve erkek egemen düzeni eleştirmesi açısından önem taşıyor. Julie toplumun ona empoze ettiği kariyer ve aile rollerini reddederek kendi istekleri peşinden giden, enerjik ve hayat dolu bir kadındır. Akıllı, sorgulayan ve kendini deneyimleriyle keşfetmeyi tercih eden bir kişiliği vardır. Julie’nin hikayesiyle birlikte toplumun kadın bedeni ve güzelliği üzerindeki beklentileri, aile ve çocuk konusundaki baskıları işleniyor. 

Filmin ana fikri bireyin toplum için mi yoksa kendi için mi yaşadığı sorusu. Julie “Ben ne istiyorum?” sorgusu üzerinden bir kişilik arayışında. Kendini bulma çabası içinde isteklerinin peşinden koşması, onun toplumda dünyanın en kötü insanı olarak damgalanmasına sebep olur. Oysa hayatta illa bir kariyer, statü veya maddiyat elde etmenin gerekmediği görüşler de mevcut. Üstelik hızla değişen günümüzde seçeneklerin fazlalığı neticesinde bireyler sıkça fikir, kariyer ve eş değiştirebilmekte. Aslında kişiler her deneyimde ve ilişkide bir başka yönlerini keşfeder ve kendilerini tanırlar. Oysa toplum bizden evli, mutlu, çocuklu, stabil ve çalışan bireyler olmamızı ister. Toplumun bize öngördüğü hedefler değil de mutluluk aslında kendimizi iyi hissettiğimiz yerdir. Örneğin Julie, bir süredir birlikte olduğu ünlü karikatürist sevgilisi Aksel’in entelektüel tartışmalarına karşı genç, eğlenceli, optimist biri ile olmak ihtiyacındadır. Garson Eivind ise naif, iyi niyetli, kariyer hırsı olmayan, sorgulamayan mutlu ve pasif biridir. Aksel ise sürekli fazla analitik olması, her şeyi somuta indirgemeye çalışması ve çocuk yapma isteği ile Julie’yi kendinden uzaklaştırır. İnsanın istediği, o anda ihtiyacı olan kişi ile birlikte olması, sevdiği işi yapması ona asıl huzur veren etkenlerdir. Sanıldığı gibi başarı, kariyer, ün değil. Aksel’in dediği üzere “Ben ünlü bir yazar olmak değil, sadece seninle birlikte evimde yaşamak istiyorum.” Ancak film o kadar da toz pembe değil. Her seçimin bir bedeli olduğunu ve zamanın geri döndürülemeyeceğini de anlatıyor. Ancak unutmamalıyız ki o anda bireyin ihtiyacı ne yöndeyse kaçınılmaz olarak oraya gidiyor. Belki de bunu yaşaması gerekiyor. 

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri Julie karar verirken zamanın ve tüm yaşamın bir süreliğine donması ve kadının düşünmesine izin verdiği çekimlerdir. Julie isteklerine koşarken bütün hayat durur ve Julie dünyadan, toplumdan bağımsız bir gün yaşar. Kendine dürüst olduğunda ise kararını verir. Bir diğer sahne ise Julie ile Eivind’in partide tanıştığı kareleridir. Çift birbirlerinden hoşlanmalarına rağmen sevgililerini aldatmak istemez; bu sebeple oldukça yakın bir temas halinde ilişkinin sınırlarını zorladıkları bir gece geçirirler. Sıra dışı ve çocukça bir flört yaşayan çift romantizmin kıyılarında gezinirken aslında birbirlerini daha da yakından tanırlar.

Metinlerarasılık yöntemine zaman zaman başvuran yapıtta göze çarpanlardan bir tanesi Norveçli ve ödüllü yazar Erlend Loe’nin şehir hayatını bırakarak ormanda avcı toplayıcı olarak yaşayan bir adamın hikayesini konu alan “Doppler” adlı romanına yapılan göndermedir. Filmde Eivind’in sevgilisi Sunniva bir gün kamp yaparken bir geyikle karşılaşır ve insanlığın ne kadar barbar olduğunu sorgulayarak aşırı çevreci, vegan ve aktivist bir yaşam sürdürmeye başlar. Bu kısımda uçlarda yaşayan insanların bir eleştirisi de yapılır. 

Özetlemek gerekirse, yapım çabalamasına karşın yine de erkek perspektifinden kurtulamamış. Karikatüristin cinsiyetçi söylemlerinin feministler tarafından ezilmesi sıkıntılı bir durum gibi gösterilmiş. “Erkekler regl olsa gece gündüz bunu konuşurduk” gibi diyaloglar eşitlikçi bir yaklaşım getirse de filmin bir erkek kaleminden çıktığı satır aralarında hissediliyor. Bunun yanı sıra bireylerin yalnız yaşayarak, maddi getiriden ziyade manevi olarak tatmin oldukları işlerde de mutlu olabilecekleri ve seçimleri ile deneyimlerinin onların en değerli unsuru olduğu vurgusu filmin en çarpıcı mesajları. İzlemek isteyenlere keyifli seyirler dilerim. Film, bir Norveç romantik komedisi tadında su gibi akıp gidecek.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.