Sinema Yazıları-I
Selam Sinema
Gülcan Tezcan*
Bir süre önce Ümit Yaşar Gözüm beyefendiden bu platformda sinema üzerine yazı yazmam konusunda talep geldiğinde doğrusu bu kadar çok sevdiğim bir alanı ne çok ihmal ettiğimi fark ettim. Kültür, sanate özelde sinema ilgi alanım. Buna rağmen gazetecilik yaparken gündemin ve güncelin getirdiği mecburiyetler yüzünden gerektiği kadar vakit ayıramıyorum bu ilk göz ağrıma. Zorba Tv bu anlamda benim için güzel bir vesile olacak. Umarım sinema üzerine birlikte düşünmek, sorular sormak, cevaplar aramak benim gibi sizler için de heyecan verici olur.
Buradaki ilk yazımın başlığı İranlı usta yönetmen Mohsen Makhmalbaf’ın bir filminin adı olsun istedim. Çünkü sinema nedir, niye bizi kendine bu kadar bağlar, bize nasıl bir dünya sunar sorularına en anlamlı cevapları veren filmlerden biri olarak kabul edilir Selam Sinema. Ayrıca bu filme de daha detaylı değiniriz yeri geldiğinde. Ama önce bir yerden başlamak gerek söze…
Hayata Beyaz Perdeden Bakmak!
İnsanlığın en heyecan verici icatlarından biri sinema. Hayatımıza ilk kez hareketli resim olarak giren bu sanat, uzun yıllar büyülü bir ayin gibi karanlık salonlarda karşıladı bizi. Bilmediğimiz dünyalar, farklı hayatlar görmek, yaşadığımız hayata dışarıdan bakmak ve türlü insan halleri yani bir bakıma kendimizle yüzleşme imkânı bulmak çok cazip geliyordu. Kurgulanıp önümüze getirilen bir hikâyeyi izlerken gülmek, ağlamak, korkmak, kaygılanmak, endişelenmek, kendimizi o kahramanın yerine koyup birlikte o yolculuğu yaşamak bizi var olduğumuz gerçeklikten koparıp bir saatliğine de olsa başka bir boyuta götürüyordu.
Fani ömrümüzde yaşayamayacağımız sayısız deneyim, göremeyeceğimiz kadar çok yer ve hayallerimizi bile aşan maceralar ‘yalan da olsa’ kısa süreli bir mutluluk vadediyordu. Dolayısıyla dört elle sarıldık bu hayal perdesine. Evet aslında perdede görüp satın aldığımız hikâyeler gerçekle bağı koparılmış, kurgulanmış, olup biteni yönetenin ve yazanın bakış açısından gösteren anlatılardı.
Sinema Sadece Sinema Değildir!
Sessiz sinemayla başlayan bu büyülü yolculuk çok kısa sürede ses, müzik, dublaj, efekt derken gerçeküstü bir anlatım diliyle karşımıza çıkmaya başladı.
Sinema teknik, anlatım ve dil açısından geliştikçe ona olan ilgimiz ve bağımlılığımız da arttı.
Şimdilerde akıllı telefonla avucumuzun içine sığar oldu. Üstelik sinemada kurgulanan evren artık bize sadece hikâye satmakla kalmıyor. Bir yaşam biçimi, düşünce ve bakış açısı, bazen bir ideoloji, bazen de bir kabul ya da algı sunuyor. Özellikle Hollywood film endüstrisinin ABD politikalarının uygulanmasında çok güçlü bir silah olarak ne kadar etkin rol oynadığı artık herkesin malumu.
Yani Simon Kuper’in 1994 yılında futbol için kurduğu cümleyi bu anlamda sinema için de çok rahatlıkla kurabiliriz. Sinema asla sadece sinema değildir. Yönetmen kamera arkasına geçip çekimlerini yapmaya başladığı anda aslında politik bir tavır içine girmiştir. Neyi gösterip göstermeyeceğine, hangi dili kuracağına, oyunculara hangi duyguları yükleyeceğine dair bütün tercihler aslında izleyene bir bakış açısı sunar. Yönetmen kurgu masasına oturup elde ettiği görüntüleri anlatmak istediği senaryo doğrultusunda kendi inandığı gerçekliğe göre sıralarken ‘bence’ diyerek bir cümleye başlamaktadır. Biz o yönetmenin anlattığı trajediye ağlamak, onun komik bulduğu espriye gülmek durumundayızdır.
Biz Kimin Hikayesini İzliyoruz?
Kamera arkasında kim varsa onun işaret ettiği ‘iyi’ ve ‘kötü’lere inanırız ya da inandırılırız. Bu noktada iş bir kez daha çatallanır. Yönetmenin beyazperdeye taşıdığı hikâye özneldir. İzlediğimiz yapım bir ticari sinema örneği ya da festival, ödül odaklı bir iş değilse perdeye yansıyan hikâye aracılığıyla yönetmenin sunduğu dünyaya dahil olmak daha anlamlı bir yolculuğa dönüşür.
Aksi takdirde yapımcılar, festivaller, dağıtım ağları ve sektörün belirleyici sermayedarlarının yönlendirdiği hayal pazarının müşterisi oluruz. Bu yüzden bağımsız sinema hem filmi yapanın hem izleyenin anlam arayışında daha maksada uygun bir yere denk düşer. Bu demek değildir ki popüler ve ticari filmlerin hepsi salt hazlara ve seyircinin zaaflarına hitap eder.
Elbette sinema tarihi izleyicisine kayda değer sorular sorduran, ruh dünyasında sarsıcı izler bırakan gişe filmleri ile dolu. Ancak ‘sektör’ün temeli daha çok eğlendirmek, ilgiyi başka yöne çekmek ve algıyı yönetmek üzerine kurulu olunca Hollywood’un ısıtmaktan usanmadığı temcid pilavlarını her seferinde büyük bir iştahla yemeye devam ediyoruz.
Yeşilçam Neden Çok Sevildi!
İşte tam bu noktada sinema sanatı ile ne tür bir bağ kurduğumuz izlediğimiz filmlere bakışımız konusunda belirleyici oluyor. ‘Hayat yeterince yorucu, dertlerim bini aşmış, bir de sanat filmi izleyip darlanamam’ diyenlerden isek sulu, sepken komediler bizi iki saatliğine gam yüklü hikâyemizden alıp gözlerimizden yaş gelinceye kadar güleceğimiz farklı bir dünyaya taşıyor. Ya da elimizde mendil ‘çok ağlamaklı filmmiş’ bu kabulü ve bol gözyaşı vaadinin peşine takılarak ‘ne hayatlar var benimki de dert mi yahu’ demek için sinema salonundaki yerimizi alıyoruz. Yeşilçam’ın Türk seyircisinin kalbinde bu kadar güçlü bir yer edinmesinin sebebi belki de bu denklemi en doğru şekilde kurabilmiş olmasıydı. Yakın tarihi trajedilerle dolu bir coğrafyada sinema en büyük teselli aracı haline gelmişti.
Bugün Yeşilçam nostaljik bir hatıralar bütünü. Ancak yerine ikame edilen 90’lar ve 2000’ler sonrası Yeni Türk Sineması’nın Yeşilçam’la arasında bir bağ olduğunu söylemek zor. En popüler Yeşilçam filmlerinde bile bu topluma dair izler bulabilmek mümkün iken bugünün ‘yerli’ yapımları kimi istisnalar haricinde adeta ruhunu kaybetmiş gibi.
Sinemada ruh meselesi önemli… Devamı gelecek yazıya…
Kutu:
Sinemada İyiliği Göstermek
Türk Kızılay Derneği’nin yayını olan 1868 dergisi son sayısında Sinema: İyiliği Göstermek temalı bir kapakla okura ulaşıyor. Çok anlamlı ve değerli buldum bu dosya konusunu. Zira sinemada dramaturjinin gereği olarak çatışma kurmaya odaklanan ve bu anlamda kötüyü ve kötülüğü neredeyse kaçınılmaz gören bir yaklaşım nedense pek rağbet görüyor.
Elbette senaryoyu oluştururken bir takım denklemlere ihtiyaç var. Ancak perdeye taşınan hikâyede nihai olarak ortaya konan önerme, söylenen söz, kurulan cümle ‘iyiliğe dair’ olmadıkça insanoğlunun karanlık yanları daha çok besleniyor.
Dergide Bosnalı yönetmen Aida Begiç, Karınca filmiyle bir iyilik hikâyesi anlatan yönetmen Nazif Tunç ve mültecilik üzerine çektiği belgesellerle dünyanın görmek istemediği insanlık trajedilerini kayda alan belgesel yönetmeni Tülay Gökçimen’le yapılmış röportajlar dikkat çekiyor. Merve Akbaş ‘Kara Filmlerin İyi İnsanları’nı kaleme almış. Celil Civan ‘Sinemanın İlham Veren Öğretmenleri’ni hatırlatıyor yazısında. Suavi Kemal Yazgıç, sinemamızın iyilerinden Ahmet Uluçay’ı yâd ediyor. Seyda Kocagöz ‘Bu Filmde İyilik Başrolde’ başlıklı yazısında beyazperdede içimizi ısıtan yapımlardan bir derleme sunuyor. Armağan Pekkaya da okura ‘İyiliğin Peşinden Giden Belgeseller’den söz ediyor.
*Gazeteci Yazar-Akşam Gazetesi, Cumartesi Eki Müdürü
Yeni yorum ekle