Kavramlar Sorun Haline Getirilirse…

Deneme

Kavramlar Sorun Haline Getirilirse…

İhsan Kurt

Havaların giderek ısındığı bir ortamda aziz dost Ümit Yaşar çok geniş çaplı derin bir konuyu/konuları temmuz ayında yayına alacağını ve bu doğrultuda bir ağırlık olacağını duyurduğunda anlamlı buldum. İnsanın kendini bulması, bilgi, inanç, din, evrensel doğrular, ideolojiler vs. Konuları hangi tarafından tutarsanız tutunuz bir makale içerisinde kapsam alanını sınırlamanın kolay olamayacağını düşündüm. Oysa bu yazıya bir sınırlama da gerekiyordu. Bunun için önerilen konu içerisinde düşündüğüm bazı kavramları ve toplumumuzun da içinde bulunduğu kabullenmelere yönelik düşüncelerimi ve önerilerimi mümkün olduğu kadar objektif kalarak anlatmayı seçtim. Çünkü insanın kendisini bulmasında, ütopya veya gerçekliklerinde, başkalarıyla diyaloğunda, düşünce veya inançlarında hayata yerleşen kavramlara yüklenen anlamlar büyük bir yer tutmakta, çok etkili olmaktadır.

Bireylerin veya toplumların bazı sorunlarının temelinde iletişimsizlik gelir. İletişim ortamında kavramları anlayamamak veya ortak anlamlar yükleyememek de bu ortak sorunlardan biridir. Dolayısıyla kavramların kendisinden çok aynı kavrama yüklenen farklı anlamlar sorun yaratırlar. Bu sorun kavramların/terimlerin toplumu kuşatmasıyla daha çok hissedilir. Burada kavram deyince nesnelerin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, bunların dildeki karşılıkları ise terim olarak anlaşılmalıdır. Örneğin yazının somut olarak anlaşılması için “milliyetçilik”, “ülkücülük”, “Türkçülük”, “İslamcılık”, “devrimcilik”, “halkçılık”, “sağcılık”, “solculuk” gibi kavram ve terimlerin yanında daha başka kavramlar da örnek olarak gösterilebilir.

Konuya kavramlar, toplum ve aydın bağlamında yaklaşıldığında neler söylenebilir, tartışılabilir veya tartışmaya açılabilir? Kavramların soyutluğunda kalarak somut gerçekliklere ne kadar ulaşılabilir?  Kavramlar, terimler insanların anlamasına ve anlaşmasına ışık tutması gerekirken toplumda karmaşa haline dönüştürülüp ne yazık ki sorunların temeline oturtulmuştur. Bunun için inanç da din de bilgi de ideolojiler ve anlayışlar da evrensel doğrulardan tamamen uzaklaştırılmaya itilmiştir.

Biliyor ve farkındayım ki  inanç, ideoloji veya fikirlerin bütün insanlık bağlamında değerlendirilmesini yerelden evrensele giden bir yaklaşımla yapılmasının bizi daha somut çözümlemelerle, anlaşılır olanla yüz yüze getirecektir. Ne halen yaşayan kültürü aşağılamak ne de geçmiş çağların birikimleri içerisindeki hazinelerini abartmak gibi bir yaklaşım benimsenmeden bahsedilecek kavramlar, fikirler veya inançların taraftarları da hiçbir zaman küçümsenmemeli, ötekileştirmemelidir. Kavramlara farklı anlam yüklemeler bu boyutu ile de değerlendirilebilir.

Kavram ve terimlerin ayrı ayrı ne oldukları ne olması gerektiklerinden değil daha çok toplumda bu kavramlara yüklenen, bazen birbirleriyle de çelişen farklı anlamlardan hareketle zihinsel anlayışlarda olduğu kadar toplumda da bölünme ve ayrışmayla birlikte tam anlamıyla “kuşatma” gerçekliğinden ve ortaya çıkan sorunların bir kısmından işaret edilebilir. Çünkü  düşüncelerin, inançların, fikirlerin, ideolojilerin çoğu defa siyasi ihtiraslara kurban edilmesi onlarda anlam kaymalarına ve mensuplarında uçuruma varacak ayrışmalara sebep olduğunu toplumda son elli yılda yaşananlardan da çıkarmak mümkündür. Kavram kargaşası veya kuşatmasında en çok sorumlu olanlar da entelektüeller/aydınlar olmaktadır. Hırvat Yazar Dubravka Ugresiç’in “Okumadığınız İçin Teşekkürler” adındaki kitabında (2014. s.197)  yazdığı gibi kavramın anlamını ve içeriğini değerlendirmesi beklenen entelektüeller kolaylıkla ve sıkça anlamsal tuzaklara düşmektedirler. Dolayısıyla toplumsal gerginliklerin, sorunların bir kısmı da daha çok kavramlara, terimlere aydınların ortak anlam yüklememelerinden, kavramın ortak anlamında anlaşmamaktan, kısaca bulundukları konumdan hareketle farklı tellerden çalmalarından gelmektedir. 

Örneğin Nurettin Topçu “İradenin Davası” (1998, s.21) isimli eserinde Gökalp’in “Turan” kavramına kendi tanımlaması ve anlayışı içerisinde tartışmaya da açık olan şöyle bir eleştiri getirir: “…Yahudi ahlakından ilham alarak içtimai realiteye boyun eğmeyi ahlak ideali haline getiren Ziya Gökalp, son nesillerimizin ideal yaratmaktan aciz, bitkin ruhunun mesullerinden sayılır. Onun ideal yaptığı Turan hayali de muhtevası olmadığından, kalbimizle kafamızdan kuvvet dileyen, ferde fedakârlıklar teklif eden gerçek meseleler bulunmadığı için, çocuk rüyası halinde zihinlere sunularak sade muhayyile macerası halinde kalmış bir davadır.” 
Topçu’nun bu düşüncesine öncelikle “haklılık-haksızlık”, “doğru-yanlış” şeklinde bir tartışma açılabilir. Her ne şekilde yaklaşılırsa yaklaşılsın aydının bir soruna yaklaşırken, bir terime anlam yüklerken veya yorum yaparken kendi savunduğu fikri kabullerinin bütünlüğünü göz ardı etmemesi gerektiği hem onun hem de bilimsel anlayışın lehine olacaktır. Bu yoksa yanlış olmasa da eksik bir değerlendirme ortaya çıkar. Topçu’nun bu değerlendirilmesi dikkate alındığında kültür hayatının içerisinde yer etmiş olan, birçok aydının yazılarında, vaizin camii kürsülerinde “ilim Çin’de de olsa alınız” sözünün gereği bu durumda nasıl anlaşılması gerekecektir? Bunu da düşünmek gerekir elbette. Ancak Topçu acaba haklı mı diye bir soru içinden geçenler de olacaktır. Zamanımızda artık bunu daha çok onun haklılığına/haksızlığına değil Gökalp’in döneminde ortaya koyduğu fikirlerinin üzerine eklemeler ve geliştirmeler yapacak yeterince düşünce adamlarının çıkmamasında da görmek gerekir. Düşünce ve kavramlar kavgası biraz da düşünürlerin/aydınların düşünce dünyalarının derin analiz, çözümleme ve derinliğe dayandırılmamasından kaynaklanıyor. Sadece kavramlar değil bazen öne çıkan kişilikler de insani ve ilmi anlayışın dışında falancı filancı diye tu kaka edildiği gibi bazıları da “üstat”, “ağabey”, “büyüğümüz”, “otorite” ve benzeri şekilde dokunulmaz/eleştirilemez ilan edilebiliyor. Kavramlarda kasıtlı veya kasıtsız olarak yapılan yanlışlıklar aydınlara çarpık bir şekilde yansıtılıyor, aydınlar bilimsel nitelikleri ve ürünleriyle değil maalesef gelenek haline getirilen, bilime ve bilgiye dayandırılmayan “peşin yargılar” ile değerlendiriliyor. Bu anlayış  da neredeyse her dönem aydınlarını öğüten, aydınlarını yurt dışına kaçıran bir toplum özelliğini ortaya çıkarıyor. Bizde veya başka toplumlarda sosyal, siyasal, hatta ekonomik kriz dönemleri incelendiğinde bu krizlerin derin sebepleri ve temelleri arasında kavramlarda anlaşmazlık ve gerçek anlamda aydın niteliklerine sahip insan yoksunluğu geliyor.

Eğer kavram bir ideoloji ise o kavramların ideologlarının  bulunmaması ya da yaşanan hayatın içinde bir yerinin kalmaması da kavram kuşatmasını hazırlamaktadır. İdeologlar olmayınca aynı fikre yüklenen anlam da farklılıklar gösteriyor. İçerisi somut ve anlaşılır doldurulamayan kavramlar daha çok ideologları olmayan veya aydınlarının çok fazla ayrıştığı, politize olduğu toplumlarda görülüyor. Bu kavramlara herkes kendine göre bir anlam yüklüyor ve toplumsal kaos böyle başlıyor. Aynı düşünceye, aynı inanca sahip olduklarını söyleyenler arasında çatışmaların sebebi de buradan kaynaklanıyor. Aslında bu çatışmaların sebebi sadece aynı düşünceye yüklenen anlam yerine, aynı düşünceden beklenenler de olabiliyor. Yani “beklentiler” bazen kavrama anlam yüklenmesini de belirliyor. Örneğin aynı ideolojiye bağlı olan birinde sadece maddi çıkarlar, diğerinde bireysel ve ulusal onur, bir başkasında da her ikisinin karışımı bir görüşün çatışmaları olabiliyor. Oysa “İdeoloji hakikatsizliktir, yanlış bilinçtir, yalandır.”  Çünkü “Sözcüğün gerçek anlamıyla ideolojiler kalmadı, sadece dünyayı kopyalayarak bize satmaya çalışan reklamlar, inanılmayı beklemeyip sessiz kalmayı buyuran kışkırtıcı yalan var.” (Edebiyat Yazıları. S.117, 178.) diyen  Adorno’nun da ifade ettiği düşünceden hareket edilirse ideolojilerin veya fikir akımlarını temsil eden, içeriğini ifade eden kavramlar ve terimlerin de artık “kışkırtıcı yalan” oldukları anlayışına varılabilir. İçinde dinler dahil birçok ideolojinin, fikir akımının kavramları insanların arasında başıboş maytaplar gibi dolaşmakta, her isteyen bu kavramlara istediği anlamı vermekte. Yirmi çeşit “milliyetçilik”, elli farklı “İslamcılık”, ne olduğunda henüz birleşilemeyen “halkçılık”, anlamları netleştirilemeyen “sağcılık-solculuk” amip gibi çoğalmaktadır. Bunlar düşünce üretimlerine değil daha çok fikirsizlik çukurlarına, karmaşasına, hatta çatışmalara ve toplumsal bozulmalara da sebep olmaktadır. Neredeyse kavramlara birey sayısınca anlam verilmesi kavram ve terim kuşatmalarına da toplumsal bölünme ve ayrışmalara da sebep olmaktadır. 
İçi somut, açık ve anlaşılır olarak doldurulmayan kavramlar, ideolojiler, düşünceler peşinde gidenler ya kendileriyle çelişki içerisinde olmuşlar yahut davranışlarıyla sahip olduklarını, söyledikleri fikirlerini yalanlamışlardır. Yahut anlam çelişkilerini içinde barındıran tuzaklara düşmüşlerdir. Neticede bu çelişkili  davranışlar aynı fikre, ideolojiye, inanca sahip olduklarını söyleyenler arasında da yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Bu davranış farklılıklarının temelinde adını koydukları aynı düşünceye ortak ve doğru bir anlam yüklememek yatar.

Örneğin bazıları “halkçılık” demişler, halkın bir kısmını ayrıştırmışlar, “milliyetçilik” demişler, kendileri gibi düşünmeyenleri hoş görmeyi başaramamışlar… Yine “İslamcılık” denmiş, İslam’ın emrettiğini değil kendi heveslerini İslam diye sunarak insanları sömürmeye kalkmışlar. Burada helalle haramlar karıştırıldığı kadar haklılık ve haksızlık kavramları da karmakarışık hale getirilmiştir. “Türkçülük” denmiş, Türklük ayaklar altına alınırken, “Türk” kelimesi ilgili yerlerden silinirken hukuksal, düşünsel hiçbir tepki verilmemiş yahut verilen tepkiler sönük kalmış ya da böyle bir “Türkçülük” anlayışı benimsenir olmuştur. Ayrıca bu kavramlar ve benzerlerini birer “tabu” olarak görenlerin bilimsel, objektif eleştirilerin hiçbirini kabul etmedikleri de görülmüştür. Oysa eleştiriler üzerinde düşünmek düşünenlere zengin fırsatlar sağlar. Yeter ki eleştiri saldırı hedefine konulmasın. Toplumda genel olarak eleştiriler üzerinde düşünmek yerine hemen saldırıya geçilmesi seçilmiştir. Bu saldırılar önce sözle, yazıyla, hakaretler olarak kendisini göstermiş. Bir kısmı da fiziki saldırılar şeklinde olmuştur. Oysa, hani insan hayvandan “konuşan bir varlık” olarak ayrılıyordu… Hani hayvanlar koklaşarak insanlar konuşarak anlaşıyordu… Bir fikri kabul etmemek, katılmamak, farklı düşünmek ayrı. Farklı düşünmenin, eleştiriye tahammülün her fikrin çapını, ufkunu geliştireceğinin bilincinde olmanın ayrı getirileri olacağı dikkatlerden uzak tutulamayacağı da bir gerçektir.

İdeolojilere ait kavram ve terimler ancak bunların tanımında birleşmiş ideologlara sahip olmasıyla anlaşılır bir anlam kazanır. İdeologları olmayan fikir ve siyasi hareketler eninde sonunda silikleşmeye, etkisizleşmeye, silinmeye ve unutulmaya mahkûmdur. Bu tür hareketlerin başarı ve etkileri de geçici olacaktır. Ayrıca ilke ve amaçlar da fikirlerin ömürlerini belirlemede önemli bir etkendir. Bazıları birkaç yılda ömürlerini tamamladığı gibi bazı kavramlar da fikir hareketi açısından uzun sayılamayacak bir asrı bile pek tamamlayamadan ömrünü dolduracaktır. 

Yakın tarihten zamanımıza örnekler bulmak mümkündür. Örneğin tarihçilerin birleştiği bir düşünceye göre Jön Türk İttihat Terakkinin asıl ve öncelikli hedefinin 2.meşrutiyeti ilan etme (1908) olduğundan daha sonra kısa sürede dağılmışlardır. Çünkü onlar böylelikle amaçlarını gerçekleştirmiş saymışlardır. Nitekim onları siyasi bir fikir hareketi olduğu bile söylenemez. Çünkü içlerinde farklı amaçları olanlar öncelikle meşrutiyetin ilanında birleşmişler, bu gerçekleşince de çözülmeler ve dağılmalar hızlı bir şekilde olmuştur. Bu durum da gösteriyor ki birleşilen alan azalınca ayrışmalar da başlıyor. Kavram ve terimlere yüklenen anlamların farklılaşması da benzer bir yol ile oluşmaktadır.

Osmanlının son dönemindeki Siyasal İslamcılık akımı da gerçek anlamda ilk çıkan ideologlarından sonra kuvvetli ideologlarının olmadığı veya zayıf olduğu için silikleşmeye başlamıştır. Zamanımızda “İslamcı” gibi görünenlere bakarak şimdilerde bu hareketin kendini olgunlaştırarak ve geliştirerek devam etmekte olduğu da pek söylenemez. İslamcılığın daha çok -birçoğunun farklı anlam yüklediği- siyasi İslamcılık yönü yaşıyor gibi görünmektedir. Bu kavrama da yüklenen anlamların farklılığı sadece düşünenleri değil savunucularını da şaşırtmaktadır.

Yine tarihin bir zorunluluğu olarak, bazen de Osmanlıya bağlı diğer milletlerin ulusal hareketlerine karşı Türkçülük görüşü ortaya atılmıştır. Bu düşünceyi sağlam temellere oturtmaya çalışan ciddi anlamda bir elin parmakları kadar aydına rastlıyoruz. Bunlardan bir kısmı kendi aralarında karşılaştırıldığında “ortak fikirlerle” birlikte her birinin ayrı görüşlerinin olduğu, kavramların tanımında bazen ayrıştıkları hususlar olduğu görülür. Yani denebilirse; ideologları anlaşamayan bir Türkçülük, bir İslamcılık söz konusudur. Bu fikirlerin “fikir babaları” olarak gördükleri kişilerin birçok konuda ayrışmaları da bunları ülküleri yönünden zayıf hale getirmiştir. En önemli sebep olarak bu anlayış fikir hareketlerini silikleştirmiştir.  Yahut “milliyetçilik”, “ülkücülük”, “devrimcilik”, “sağcılık”, “solculuk”, “sosyal demokratlık” ve benzerleri siyasi ihtirasların kucağına terk edilerek çıkarlara göre öylesine kullanılan, ortalıkta kalmış, anlamsızlaştırılmış kavramlar haline dönüştürülmüştür.

Kitlenin “tüketim kültürü” içerisinde çeşitli fikirlere ait  kavram ve terimler aşındırılarak tüketiliyor. Türkçülük, İslamcılık gibi kavramlar söz konusu olduğunda hemen akla gelen şahsiyetlerin düşüncelerini anlama yerine Tanpınar’ın ifadesiyle bunlara mersiyeler yazılmaktan öte gidilmiyor. Sayılan kavramların temsilcisi, hatta önderi olarak görünenler kendi dönemlerinin gereği olarak bir iddiada bulunmuşlar, belki bir kısmı da toplumun sorunlarına çözüm arama çabası içerisinde olmuştur. Lakin daha sonra bu kavramlara sahip çıkanların ne kadarı bu toplumun, sonra bütün insanlığın yaralarına merhem olacak kalıcı gelişmelere ve gelecek asırlara damgasını vuracak düşünsel zenginliklere ne kadar katkıda bulunmuşlardır? Yahut bunlardan daha sonra gelen aydınlar bu düşünce kavramlarını ne kadar geliştirebildiler, ortak anlamlandırmada birleşebildiler? Bu sorulara tutarlı, kalıcı, etkileyici örnekler verilebilecek mi? Bu durumu detaylıca sorgulamaktan çekinmemek, kaygılanmamak, korkmamak sağlıklı ve zengin neticelere ulaşmayı sağlayacaktır. Şimdilerde bu kavramların ilk temsilcilerine övgüler düzülerek işin kurtarıldığı sanısı devam ettiriliyor ancak.
Peki, son bir asırda fikir hareketleri “niçin böyle oldu?”, kavramların içi neden bu kadar boşaltıldı? sorusuna cevap bulmaya gelirse birçok teferruattan, sebepten bahsedilebilir. Hatta bunların çoğunun da her kesim tarafından onaylandığı görülecektir. Ancak sağa sola sapmadan, bilindiği halde bazılarımızın anmakta yarar görmediği ya da çeşitli sebepler üreterek çekindiği hususlar açıklandığında bunlar “niçinlere” ışık tutacaktır.

Birincisi ya hiç felsefenin olmaması ya da temel bir felsefeye oturtulmamasından dolayı kavramlar ve terimlerde, ideolojilerde anlam netleştirilememiştir. Böylelikle adı aynı, anlamları zamana, zemine ve yoruma göre farklı tanımlanan, toplumu, bireyi kuşatan kavramlar/ terimler ortaya çıkmıştır.

İkincisi bu temelsizliğin, felsefesizliğin, hatta bilgisizliğin getirdiği boş, somut olmayan, toplumun ve hayatın gerçeklerinden çok uzakta hamasilikle birlikte sloganlara sığınarak avunma, kavramları anlamlandırmada ortak paydayı eşitleyecek düşünce filizlerini boğmuştur. En güzel sloganların düşüncede, fikirde, kavramlara ortak anlam yüklemede en kuvvetli engelleri oluşturduğu fark edilememiştir. Hamasilik ve sloganların sahip olunduğu sanılan fikirlerin, kavramların ta kendisi olduğu kabul görmüştür. Bunun için kavramlar ne kadar çok tekrarlanırsa onların ifade ettiği içeriğinin yaşanıldığı, gereğinin yerine getirildiği sanılmıştır.
Örnekler çoğaltılabilir. Oysa çok iyi bilinmelidir ki sloganlar ancak kitleleri peşinden sürükler. İçi doldurulmayan kavramları sık tekrarlamak da benzer sonuçları üretir. Lakin tenkitsiz ve tahlilsiz düşünceler, özellikle ideologlara temel hazırlamaz. Çünkü sloganlar hangi yön ve yandan üretilirse üretilsin ancak zihinlere vurulan zincirlerden başka bir görev yapmaz. Düşünceyi de kavramların anlamını da aşındırır, durağanlaştırır, sonunda toplumun anlaşmasını zorlaştıran, ne olduğu pek anlaşılmayan kavram kuşatmalarına sebep olur.

Üçüncü  olarak bilgiye dayalı objektif ölçülerin kaybedilmesi, fikirlerin aydın kesim tarafından ya anlaşılamaması ya da politize edilerek ötekileştirilmeye itilmesiyle kavramlar asıl anlamından uzaklaştırılmıştır. Toplumsal çıkardan ziyade grup, cemaat, taraftar, birey menfaatlerine alet edilerek fikirlerin en zayıf durumlara düşürülmesi de kavram kargaşasına sebep olmuştur.
Hangi fikir hareketi olursa olsun bunların gelişip yayılmaması, bozulması ve gerilemeye uğramasının ortak sebepleri hemen hemen aynıdır. Bir düşüncenin veya kavramın sağlam ve gerçekçi temellere oturtulamaması, hamasilik, boş konuşmalar/yazmalar, çıkarlar, beklentiler ve benzerleri çelişki ve çözülme sebepleridir. Asıl ve en önemli sebep ise bu hareketlerin ilk çıkışlarındaki samimiyetin devam ettirilememesinin gerisinde fikir hareketlerinin yeni, geliştirici ideolog yetiştirememesi yatar. Günü kurtaran veya çerçeveyi biraz daha genişleterek söyleyecek olursak fikirler için kısa sayılabilecek sınırlı zaman diliminden öte geçemeyen sığ düşünceler üretimi bu alandaki soruna çare olamayacaktır. Bunun için birey, toplum ve aydın bağlamında kullanılan kavramların çıkmaza sürükleyen kuşatmalarının ortadan kaldırılması, kavramlarda/terimlerde iletişim ve anlaşma sorunu çıkmaması, yani kavramların sorun haline getirilmemesi, sorun üretmemesi için bunlara ortak anlamlar yüklenilmesi kaçınılmaz olmaktadır.
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.