Kitap Kalem ve Deniz

deniz mürekkebim
doldururum kalemime
o beni yazar
ben de kitabımı
Deneme

İçinde bulunduğum bazı zamanlar var ki, her insan gibi sevindiğim de olur, üzüldüğüm de. Bazen kendiliğinden gelen bu duygularımın sebebini bilemem. Ya içim içime sığmaz coşarım ya da içime çekilirim. O an bana hangi duyguları paylaştırıyorsa o duygudan bir hisse çıkarmak adına, alır kabullenirim. Gerçi bunu reddetmek gibi bir şansım da olmaz. Martın Heidegger gibi “Varlık ve Zaman” üzerinde söz edecek değilim. Sadece  bazen kitap kalem ve deniz zamanlarında olduğumu düşünür, bu zamanları yaşarım.  Zamanın bizi, bizim zamanları paylaştığımız da olur. Çünkü zamana güç mü yeter, zamanı kim tutar ki?  Onun az ya da çok paylaştırdığını alıp kabul etmemek hiçbir insanın gücü içerisinde değil. Bunu kimisi daha derin, daha uzun, kimi de çok daha uzun yaşar.

İşte ben de zamanın bana, hisseme bir yıldırım düşüşü gibi verdiği hüzünleri de çocukluğumdan kalmış olan sevinçleri de hayatımın mecburiyeti içerisinde bir yere koymaya çalışırken bazı insanlar gibi bir kısım yollara başvururum. Bu yollar belki çoğumuzun ortak olarak yürüdüğü yollardır. Ama çıkmazlarla engellerle karşılaştıkça hüznü, üzüntüleri boşaltacak yeni yeni yollar denemek de insan olmanın bir gereği olarak karşıma çıkar. Hüznü boşaltacak veya dağıtacak yollar aslında çok fazla değil hayatımda. Yaşantımın bazı dönemlerinde çok kısa bir deneme yanılma yolu ile bulduğum yol KİTAP ve KALEM olmuştur. Yani okumak ve yazmak…

Bu günkü gibi hatırlıyorum ta ilkokul yıllarında bile oyuncaklarla değil kitaplarla oynamanın, yani okumanın mutluluğu beni hep sarmıştı. Onları en güzel şekilde kaplar, küçük ellerimde evirir çevirir severdim. Hele o kokusu yok mu? Benim için en güzel kokulardan birisi yeni basılmış taze kitap kokusuydu. Öyle ki o yıllarda anne baba özlemi duysam kitaba, öfkelerimi yenemesem kitaba, karşıma çıkan engelleri aşamıyorsam yine kitaba başvurduğumu hatırlıyorum. Sonraki yıllarda da okudukça sıkıntıların benden, bedenden uzaklaştığını fark ettim. Hüzünlerime yeni anlamlar kattım. Bunun üzerine hep okumayı seçtim. Beni anlamadıklarını düşünüp kendime çekildiğimde hayretimi yatıştıran, bazen sorularıma cevaplar bulduğum nesnenin de kitap olduğunu sezmeye başladım. Böylelikle çocukluğumun en iyi ve unutulmaz arkadaşlarından birisi hep kitaplar oldu.

Bir noktaya geldiğimde anladım ki hüzünler, sorunlar bir yerlerde belli belirsiz iz bırakarak durabiliyor. Ancak ben de öyle pek fazla başka çareler aramadım. Bilemediğim bazı hisler beni hep kitaba doğru çekti. Kitap okudukça yeni yolu, en azından hüzünlerimi paylaştırarak azaltan yolu kendiliğinden buldum. Bu da kalemdi, yani yazmak… 

zorbatv.dergi

Nüfusu çok az olan köylerde görev yaptığım yıllarda okul saatlerinin dışında kalan zamanlarda beni anlayan, bana destek olan hep kalemim oldu. Kitaplarla sohbet edip kalemimle paylaştığım düşüncelerle zenginleşme peşinde oldum. Zenginleşme, fikren gelişme, önce kendimi ve sonra insanı, insanları daha iyi anlama… 

Kitap ve kalem böylelikle en güvendiğim, güvenmekten öte sıkıntılarımı, hüzünlerimi paylaşan ve zihnimdeki sorulara ışık tutan yollar oldu. Okudukça bazı bireysel ve topluma yönelik sıkıntılarımın hafiflediğini, yazdıkça da paylaşıldığını anladım. Çünkü sorunlara, sorunların getirdiklerine dayanma gücüm artıyor, sıkıntılarım çözülüyor, giderek hüzünlerim azalıyordu. En azından ben böyle hissediyordum. Belki de kitaplar hüzünlerden de zevk alınabileceğini öğretiyordu.

Kitap ve kalem ile bu kopmaz tanışıklık, kurulan dostluk çok uzun yıllar devam etti, şükürler olsun hala devam ediyor. Ancak bu ikiliye son yıllarda bir de DENİZ eklendi. Meşhur “derya deniz” lafı yerine ben kitap, kalem ve deniz diyorum. Biz çocukken arkalı önlü iki sayfadan oluşan bir kitap yaprağına “bir dalga” derdik. O zaman biz çocuklara göre kitap mesela 100 sayfa değil 50 dalgaydı. İşte o zamandan beri farklı anlamlara gelse de denizin dalgası denilince tek tek saydığımız kitap dalgalarını hatırlarım. Belki çoğunuza anlamsız gelse de deniz ile kitap arasında böyle bir ortak tarafın olduğunu düşünürüm.

Bozkırlı olduğum ve hep bozkırlarda yaşadığım için, belki bozkırın kendisi olduğumdan dolayı, bozkırı hayatıma eklenen olarak hiçbir zaman görmedim. Çünkü bozkırın ta kendisiydim. Bir tepenin başında fırtınalara, kara borana ve yakıcı güneşlere karşı koyan yapayalnız kalmış bir ağaç gibi… Susuz kalmış bir yolcuya ancak damla damla su sunan bir çeşme başı gibi…

Deniz, ömrünü hep bozkırlarda, hatta bozkırların yoksulluklarında geçirmiş olan hayatıma yeni bir iksir gibi yetişti sanki. Cahit Sıtkı’nın diliyle bana seslendi ömrümün son demlerinde.    Yetmez mi, dedi deniz/ Karada çektiğiniz? Yetti elbette. Bunun için dedim ya kitap ve kalemden sonra hayatıma deniz eklendi. Onunla bozkırlar kadar samimi ve güvenilir bir arkadaş olmamış olsam da aramızda köprüler kurulduğunu fark ediyorum.

Biraz okuduktan, biraz yazdıktan sonra sahilde hayallerimle, umutlarımla, düşüncelerimle dolaşmak, denizin havasını içime çekmek, artık denizle hemhal olmak demekti. Öyle de oldu. Lügatime yeni kelimeler, duygu ve düşünce dünyama sonsuzluğu işaret eden ufuklar eklendiğinin farkına varmaya başladım. Okudukça genişleyen ufkumu bozkırın ve denizin ufku ile birleştirdikçe hayal ufkumun da zenginleştiğini anlıyorum.

Biliyorum ki bozkır samimi ve sadeliği ile sarıp sarmaladı beni. Soğuğunda da sıcağında da toprak üzerinde doğal olanı, doğallığı gördüm. Baharlarda yemyeşil tepelerinden rüzgârların getirdiği mis gibi kekik kokularını ciğerime çektim. Bozkırın toprağı bazen çatlak çatlak olsa da ayaklarım yere sağlam bastı. Bir tepenin sırtında tek başına kalmış bir ahlat ağacı, dolaştığım keçi yolları hayattan, yaşananlardan çağrışımlar yaptırdı duygu tellerime dokunan. Ancak sıkıntılarımı katlanır kılan bozkırda yürüyüp havasını teneffüs ettikçe bir yenilenme duyarak rahatladığımı unutamam. Unutamam rengârenk kır çiçeklerini, kekik kokularını, yaz sıcaklığında bir orkestra halinde sesler çıkaran böceklerini. Özellikle yalnızlığın ve yasasının varlığımda uyandırdığı dinginlikle hep okumak, hep yazmak şevki içerisinde olduğumu da unutamam. Okuma adına, duyma düşünme adına yalnızlığımdan yararlanma temellerini bozkırlar, buralarda yaşadığım yalnızlıklar attı.

Deniz dalgalı, deniz çarşaf gibi. Dalarsın çıkarsın görünmez dibi. Sakinliği teslimiyet, öfkesi kudurgan, uğultusu ötelerden gelir gibi. Deniz kaygan ve oynak da… Bir vapurun arkasında bıraktığı köpükler denizin ya acısı ya da öfkesi. Köpükler saçarak giden gemiler denizde yaralar açsa da bunlar hemencecik kapanıyor. Denizin öfkesi diniyor belki de… Yakamozlar oynaşıyor dalgalarıyla, değişik zamanlarda ve zeminlerde görülen cümbüşler her daim farklı. Zengin renklerin kaynaştığı incilere bile benzetebiliriz bunları. Yahut herkes kendince bu renk, dalga cümbüşüne hayallerini katar, yeni ve tanımlanamaz dünyalar kurar.

Ya martılara ne demeli? Balık tutmadım ama balıkçıların sabrına da hep hayran oldum. Sabır denince aklıma önce onlar gelir. Denize oltasını atıp bazen saatlerce bekleyen balıkçılardan sabretmeyi öğrenmeli insanlar, diye de düşünürüm. Balıkçıların bekleyişlerinde neler düşündüklerini de hep merak ederim. Küçücük sandal, tekne veya kayıklarında denizin ortasına attıkları oltalara, ağlara takılacak balıkları heyecanla bekliyorlar. Gözleri denizde, gözleri ufuklarda. Kim bilir hayallerinden, düşüncelerinden neler geçiyor? Hayatlarını nasıl kurguluyorlar kim bilir? Şimdi daha iyi anlıyorum Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı’nı, Sait Faik’i… Rüzgârları bile yıkayarak yüzümüze, ciğerlerimize gönderen denizin cömertliğini, insancıllığını yeni yeni anlamaya başladım. Limanlarına sığınanlara gıptayla bakmak da pek bir şey çözmüyor. “Denizci” sözünün ne kadar zengin ne kadar hayat dolu olabileceğini okumuş olduğum bazı romanların sayfalarından çıkarıp düşüncelerime taşıyorum.

Deniz sabah başka, akşam başka, gece başka bir elbise giymiş gibi. Güneşin doğuşu da güneşin batışı da sanki onu kucaklar, onda yanar, dalgalarında oynaşır. Herhalde “gibi” sözcüğü biraz fazla… Deniz ve güneş, deniz ve günün farklı zamanları hep bir oyunun peşindeler. Sevda oyunu, ışık oyunu, dalga oyunu. Fon müziği ise dalgaların tutturduğu ritimde kâh yükselir, kâh alçalır. Dalgalanması biraz da bu oyunla azalıp çoğalıyor. Deniz dalgalanır yüreğim çarpar, yüreğim dalgalanır deniz çarpar. Vazgeçemediğim kitap ve kaleme bir de denizin eklenmesiyle coşkunluğumun tazelenmesi en güzel mutlulukları çağrıştırıyor. Okumaya, yazmaya ve denize sanki bunları yeni tanıyormuş gibi en sıcak, en samimi, en canlı ifademle merhaba diyorum.
Merhaba bu yazımı sonuna kadar okuyanlara!

Yorum

Konuk (doğrulanmamış) Ct, 07 Ağustos 2021 - 15:15

Sonunda siz de deniz adamı oldunuz hocam, bizi bozkırda yalnız bırakıp. Demek ki coşkulu yüreğinizi hep deniz çekiyormuş. "Yüreğinize sağlık."

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.