Günün Sonunda Bir Akşam | İhsan KURT
Hani bazen olur ya. Bir söz, bir türkünün nakaratı takılır insanın diline. Durup dururken bu sözleri tekrar edip durur insan. Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” adındaki şiirinin son mısraında,
Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam!
Diye dile getirdiği duygular sanki dilime dolanmıştı. Ben de bu sözleri kendi kendime tekrar edip duruyordum; Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam! Galiba akşamın gelmesini pek istemiyordum. Ortada bir göl yoktu ama hemen yakınımda deniz vardı. Gerçekten de akşam olmak üzereydi. Şairin de dediği gibi yine akşamdı. Ben yalnızdım. Okumuş, yazmış ve kendimle uzun süredir yalnız kalmıştım. Ağustos ayının bu güzel gününde havanın kararmasını bekleyemezdim. Uzun zamandır doğru dürüst televizyon da seyretmiyordum. Televizyon haberleri ise hiç çekilmez olmuştu zaten. Hangi politikacı ne demiş, diğeri ona ne yetiştirmiş, Covid-19’da son durum bombardımanları tümden içimi karartmıştı. Maskeli paranoyaklara katılmak gibi bir niyetim de yoktu. Huzurumu çalan, günlerimi karartan bütün bunlardan kurtulmak istiyordum. Zaten kararsızlığın da hiçbir anlamı yoktu. Aslında vedaları, veda etmeyi hiç sevmem. Mevsimlerin vedası ise beni buruk bir hüzne boğar. İşte bu yaz mevsiminin son ayının son günleri vedaya hazırlanıyordu. Bir dostu uğurlamadan önce onunla hiç konuşmadan biraz yürümenin verdiği duygularla doluydum. Hem biraz hava almak hem de fotoğraf çekmek amacıyla sahile çıkmaya karar verdim. Yürüyerek gittiğim sokakların her iki tarafı da ağaçlarla kaplı olduğu için buralarda etrafımı seyrederek yürüdüm. Tek tük dökülen yapraklar sanki bir geleceğin işaretleri gibiydi. Yakınımdan geçen martılara bakarken bir karganın kaldırıma ceviz düşürdüğünü gördüm. Sonra kabuğu kırılan cevizin düştüğü yere gidip onu parçalayarak yemeye başladı. İşini çok kısa zamanda bitirip havalandı. Baktım sol ilerimde bulunan ceviz ağacına doğru uçtu ve onun dalına kondu. Biraz yaklaştığımda yine gagasının arasına bir ceviz almış olduğunu gördüm. Anlaşılan karga cevizi nasıl kıracağının formülünü çözmüştü. Karganın bu davranışlarına şahit olduktan sonra “Kuş kadar aklı yok” sözünün pek yerinde bir söz olmadığını düşündüm. İster içgüdüyle, isterse akılla izah ediniz bir karganın cevizi nasıl kırdığına gözlerimle şahit oldum. Hani tadını çıkarmak derler ya, tam da öyle bir yürüyüştü benimkisi. Her zaman sahile inmek için geçtiğim bu sokaklardan bu defa yavaş yavaş yürüdüm. Kargaları, kuşları seyrettim. Ağaçlar, yolda bir şeyler arayan martılar, bahçe duvarlarına sarkmış çeşitli güller arasında kendimi mutlu hissettim. Şu maske mereti de olmasa belki daha mutlu olacaktım. Lakin bunun sağlığımız için çok gerekli olduğunu düşünerek onun mutluluğuma engel olmasını bastırdım. Sahil yoluna çıkmadan önce yolun kenarında yer alan parkta insanlar fiziki mesafeye de dikkat ederek maskeli olarak öbek öbek yemyeşil çayırların üzerine oturmuşlardı. Bazıları portatif masa ve sandalyelerini, yiyeceklerini getirmişler. Her taraf bir kır bahçesi gibi. Sohbet edenler, yanlarında getirdikleri çaylarını yudumlayanlar, bir şeyler atıştıranlar da vardı. Bazı insanlarda maskeler burnun üzerine kadar tam olarak çekildiği için insanlar yüzsüz gibi görünüyorlardı.
Sanki güzel de çirkin de. Maskeler her ikisini de örtmüştü. Parkın yürüyüş yolundan sonra trafiğin yoğun olduğu caddenin karşısına, sahile geçmek için ışıklara kadar yürüdüm. Geçmek için direğe takılmış düğmeye bastığımda ışık yanar yanmaz her zamanki sesi duydum: Lütfen bekleyiniz… Lütfen bekleyiniz… Şimdi karşıya geçebilirsiniz… Sahil yoluna çıktığımda kendimi daha rahat hissettim. Maskemi biraz indirerek denizin havasını ciğerlerime kadar çektim. Yolun kenarındaki duvarın üzerine oturdum. Balıkçıların bir kısmı oltalarını denize atmış sabırla bekliyorlardı. Dalgın, düşünceli görünüyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu. Zaten hep merak ettim; bu balıkçılar, bu sabır abideleri oltalarını denize attıktan sonra sessiz sedasız acaba ne düşünürlerdi? Zihnimde bu soruya doğru dürüst hiçbir cevap bulamadım. Balıkçılar çok sabırlı olduklarına gör “iyi insanlar” diye düşündüm. Sahilin kenarında “denize girmek yasak ve tehlikeli” tabelası olmasına rağmen buna aldırış etmeyip denizde yüzenler de vardı. Gelene geçene baktığımda istisnasız maskeliydiler. Çocuklar, büyükler, kadınlar, erkekler pek gruplar halinde dolaşmıyorlardı. Bisikletleriyle gezenlerde bile maske vardı. İçten içe mutlu oldum. Sonra denize ve güneşe döndüm. Hava güzeldi ama biraz bulutluydu. Aslında bana göre şairane bir hava da denilebilir. Çünkü bu tür yarı kapalı, bulutlu havalar bende daha zengin duygular çağrıştırıyordu. Gri bulutlar arasından zaman zaman çıkan uçakların gelişini seyrettim. Belirli sürelerle bulutların arasından onları birileri gönderir gibiydi. Nerelerden geliyorlardı kim bilir? Kimleri ayırmış kimleri kavuşturacaktı? İçlerinde sevinçli, üzüntülü, heyecanlı olanlar vardı belki de. Önce sanki küçük bir sinek, sonra kuş ve yaklaştıkça batmaya hazır güneşin ışıklarıyla parlayan uçaklar üzerimizden süzülerek geçerken bize daha da yaklaşıyor, yakınımızdaki hava alanına inme hazırlığında olduğu anlaşılıyordu. Önce bu uçaklardan bazılarını bulutlar arasından çıkarken fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Çalıştım diyorum, benim gibi amatör biri için bu biraz zor oluyordu. Her çektiğim fotoğrafı da pek beğenemiyordum zaten. Yanımdan geçen bir genç fotoğrafçı olup olmadığımı sordu. Galiba fotoğraf çektirmek istiyordu. Zevk için uğraştığımı söyledim. Gitti. Sonra iki kişi sahilde bir adres sordu. Elimden geldiği kadar tarif ettim. Onlar da gitti. “Yine akşam” yaklaşmıştı. Güneşin adalar üzerinden batmasına yakın geçmesi için biraz bekledim. Bunun için sahil boyu küçük yürüyüşler yaptım. Sonra denizin kıyısına yerleştirilmiş büyük ve düz kaya parçalarından birinin üzerine oturdum. Biraz nefes alayım derken yanıma küçük bir kedi yavrusu geldi. Benimle konuşmak ister gibi miyavlıyor, etrafımda dolaşıyor, çantama sürtünüyordu. Sanki kırk yıllık dost gibiydik, hiç çekindiği yoktu. İnsanlara alışmıştı. Sahi buranın insanlarının çok kedi sever olduğunu da söylemeliyim. Sahil boyunda çok sayıda kedi var. Denizin kenarındaki taşların üzerine belirli aralıklarla “Pendik Pati Dostları” onlar için küçücük kedi evleri yerleştirmişler. Bu kedi severlerden bazıları belirli saatlerde onlara mamalar getiriyor, evlerinin önüne sularını koyuyorlardı. Kediler ne çocuklardan ne de büyüklerden kaçmıyor, kendilerine en yakın insanın yanına yaklaşıyorlar. Anlaşılan sadece mamaya gelmiyorlar. Okşanmak, sevilmek istiyorlar, miyavlayarak, kuyruklarını sallayarak insanlara cevap veriyorlar. Buradaki gözlemlerimden sonra samimi ve gerçek sevgilerin nasıl bir çekicilik gücü olduğunu düşündüm hep. Sevgiyi tanıyan ve sevgiye gelen kediler… Güneş batmaya yaklaşmış, denizle birleşmeye başlamıştı. Denizin üzerinde gök kuşağı gibi ışıkların bütün renkleri yayılıyor, suda kırılan ışıkların tablosu çok kısa zamanda değişiyordu. Çünkü küçük bulutlara girip çıkan güneş bu tablo ile oynuyordu. Adalar sisli bir ışık içinde gibiydi. Ne yalan söyleyeyim. Büyük Ada’ya baktıkça burada yaşamış olan Reşat
Nuri Güntekin’i hatırladım. Kendi kendime bu adada oturan bir yazar güneşin seyrine doyum olmaz bu batışına şahit olur da nasıl Akşam Güneş’ini yazmaz dedim. Lise birinci sınıfta okuduğum, neredeyse üzerinden yarım asır geçmiş zamandan süzerek hatırlayabildiklerimin hayaline daldım. Bir süre adalar ve batmak üzere olan akşam güneşi beni de içine aldı sanki yerimde donup kaldım. Güneşin bulutlar arasından çıkışı ile bu defa buraya fotoğraf çekmek için geldiğimi hatırladım. Belirli aralıklarla, mümkün olduğu kadar farklı açılardan fotoğraflarımı çektim. Bugün de güneş denizde boğuldu. Gökyüzünde, denizde ve karada gri renkler siyaha dönmeye başlamıştı. Akşamın serinliği üzerimde, güneşin denize bıraktığı renkler hayalimde, huzur toplamış olarak evin yolunu tutmak da güzel oluyor. Akşam, yine akşam, yine akşam nakaratı hala dilimde dolanıp duruyor.
Edebiyat
Yeni yorum ekle