İhsan Kurt: Sanat ve Düşüncede İnsanın İşgali

Felsefe

İhsan Kurt
Sanat ve Düşüncede İnsanın İşgali 

                    “Ya sanat vardır ya da süprüntü.  
                     İkincisi, türlü izm’lerle modaların  maskesi 
                     altında gizler kendini.
(Janouch, Gustav. Kafka İle Konuşmalar. Bilgi Y. Ankara-1966. S.88)

Neredeyse sanatın bütün dallarında bir makinenin dişlileri, en ufak parçaları haline sokulan insan aynı zamanda sanat ve düşünceyle zenginleştirilmeden ziyade işgal edilmeye çalışılmaktadır. 

Birçok alanda olduğu gibi insanın işgali, sanat ve düşünce kullanılarak da gerçekleştirilmektedir. Mesela yazarın, sanatçının aynı veya benzer konular dışına çıkamaması, yeni, ufuk açıcı, fikir doğurtucu konuları işleyememesi, hep aynı konular ve aynı şahıslar etrafında dolaşması, idolüne ve ideolojisine tapınması, sanatçının kendi kendini işgalinden biridir. Bildiklerini bilmek sanatçı için yetmez. O aynı zamanda bildiklerinden kendi olabilen düşünceler ve ürünler çıkaramıyorsa, tekrarların ve alışılmışlıkların işgalinden de zor kurtulacaktır. 

Hüseyin Rahmi ile ilgili düşüncelerinde Hakkı Süha Gezgin, Edebi Portreler adındaki eserinde; “Devri ikiye bölen kafa ve gönül değişmeleri içinde ne sağa ne sola sapmadan ne onun ne bunun tabiiyetine girmeden tek başına kalmak kolay değildir. Buna “muhteşem yalnızlık” derler ve bu mertebeye ancak olgun, büyük yaradılışlar erebilirler” der. Bu cümlelerden de anlaşıldığı gibi sanat ve düşüncede özgürlüğü seçmiş olanlar aynı zamanda muhteşem yalnızlıklarını da seçmiş olmaktadırlar. Bu tür sanatçılar, yazarlar, düşünce adamlarının ne maddi ne manevi ne de onaylanmak gibi bir beklentilerinin olduğu söylenebilir. Zaten işgale karşı durmak da böyle bir şeydir.

Sanatta ödül konusu da hem sanatçı hem de diğer bireyler adına sorgulanmayı gerektirmektedir. Evet, marifet iltifata tabiidir. İbni Sina, “Bilim ve sanat takdir görmediği yerden göç eder,” der. Ama iltifatı yapanın, takdir edenin güdümüne girmemek şartıyla... 

Piyangodan büyük ikramiye çıkanların çoğu zengin olmadığı gibi, ödüller ve modüllerle işgal edilen görünüşteki sanat ve düşünce adamlarının çoğu da ödül aldıkları eserleriyle(!) birlikte silinip gidiyorlar. Bunların dünyada da ülkemizde de örnekleri vardır.

Çalışmalar yapılırken, sanat eserleri üretilirken bazı sanatçılar fark etmeden, belki bazıları da bilinçli olarak insanın hep işgal edilmesine sebep olmuşlar, insanı işgale davet etmişlerdir. Bu davetleri eserleri ve çalışmalarıyla yapmayı sürdürürken, adlarının önündeki “yazar”, “bilim adamı”, “sanatkâr” gibi sıfatların bu hakkı kendilerine verdiğini düşünerek, bu sıfatları kullanarak etkili de olmuşlardır. Bazıları da geliştirdikleri kuramlar, yaptıkları eserlerle şöyle veya böyle insanın işgaline sebep olduklarını pek fark edememişlerdir. Ancak bunların neticelerinin bir kısmı daha sonraları anlaşılabilmiştir. Daha doğrusu bilim adamı, sanatçı, yazar vb. kimliklilerin her birinin içinden çıkanlardan bazıları insana körlerin fili tarif etme anlayışıyla yaklaştıklarını kabul etmeyerek bile insanın işgaline az veya çok sebep olmuşlardır. Ayrıca inanış, davranış ve yaşama biçiminde gözlemlenen çelişkiler veya uyumlar da işgal konusunda ipuçları verebilmektedir. Doğru veya yanlışlığına bakılmadan, karar verilmeden bir bireyde düşüncelerinin tutarlı olup olmadığı yaşama biçiminin sonuçları ile test edilir. Ulaşılan neticeler göstermiştir ki inandığı düşünceleri ile yaşama biçimi arasında aşırı tutarsızlıkları daha çok yaşayanlar maalesef daha çok işgale uğramış insanlar arasından çıkmaktadır. Burada da ancak ‘kendi olabilen’ düşünce ve sanat adamı ihtiyacı bir eksiklik olarak hissedilecektir.

Bilim, sanat ve düşünce insanın özgürlüğüne katkıda bulunduğu sürece aslına sadık kalacaktır. Yoksa zihinlerdeki soru işaretlerini olumsuz yönde çoğaltabilir de... Ancak her biri kendi sınırları içerisinde insanı eksik tanımlama ve bu tanımların sınırlılıkları doğrultusunda insana yaklaşma sevdasından vazgeçerek, onun hürriyete tam anlamıyla nasıl ulaşacağı üzerinde durarak, elde ettikleri sonuçları birleştirip özgürlüğe bir katkı sağlaması yönünde çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Eğer insanın her boyutuyla işgal edilmesine karşı çıkılması gerekiyorsa, ibreler biraz da bireyin özgürlüğe nasıl ulaşabileceği yönüne çevrilmelidir.

Problemin kaynağı insanı anlamakta ve tanımlamakta yatmaktadır. Sorun, bu saplantılı tanımlama bağnazlıklarından kurtulmakla ilgilidir biraz da… Çünkü insan için gelişme, yaratılışına veya doğasına uygun artı değer kazanması, her türlü yargılardan sıyrılarak isteniyorsa, öncelikli olarak problemin çözümünün temelinde “insanın özgürlüğü” düşüncesi olmalıdır.

Sanat ve düşünce örtük veya açıkça insana sadece dikte ettirmeyi yüklüyorsa, sanat eseri dayatıyorsa, üstünlük taslıyorsa, küçümsüyorsa ve en önemlisi insanda, bireyin kendine mahsus yeni düşünce, imgelem, hayal, çağrışım yaptırmıyorsa orada bir problem var demektir. Fakat bütün bu sayılanları yerine getirmesine rağmen sanat kendinde bir egemenlik vehmetmeye başlıyorsa, işgal probleminin ayrı bir yüzü ortaya çıkmıştır. Sanat eserlerinde işlenen şüphenin, kuşkunun, kaygının, belirsizliklerin, bastırılmış içgüdülerin doğrudan veya dolaylı tesirlerinden insan hiçbir zaman uzak kalamayacaktır. Ancak bu tesirler bireysel farklılıklara göre ya geçici olacak ya da onların hayatlarını yönlendirmelerinde kalıcı bir rol alacaktır.

İnsanın işgali üzerinde durulurken sanatın egemenliği de tartışmalardan uzak tutulmamalıdır. Çünkü “uyarılmış ve kendinden geçirilmiş insan duyuları üzerinde sanatın kurduğu hâkimiyeti ahlakçılar, istemeye istemeye de olsa, öteden beri teslim etmişlerdir” Yani buradan sanatın insanların duyuları üzerinde etkisi olduğu, onu duyularından hareket ederek işgal edebileceği de söylenebilir. Nitekim çağımızda resim, müzik, hatta edebiyat gibi bazı sanat alanlarında bu tür akımlar, ekoller çıktığı gibi; benzer doğrultuda görüşleri savunan teoriler de kendilerine yer bulabilmektedir. Özellikle sadece cinsel duyguların öne çıkarılması ve insanı bu ihtiyaçlarından yakalama gibi olan oluşum ve girişimlerde aynı gayeye hizmet etmektedirler. Fakat bu kaygılardan hareket ederek sanata ve sanatçıya karşı çıkmak da akıl karı değildir. Çünkü sanatçı işaret edilen doğrultuda insanı işgale götüren ürünler üretebileceği gibi, o hayal gücü ile insan işgaline uzanan köklü veya zıpçıktı hücumlara karşı koyarak huzurlu bir insan özgürlüğü ortamı sağlayacak eserler de üretebilir. Bu eserleriyle insanlığa, özgür insana hizmet de edebilir. Bu noktada sanatta (sanatçıda) sorumluluk, sorumsuzluk meselesi de devreye girmiş olur.

Sanatı bir ‘sorumluluk’ (insana, topluma, insanlığa karşı) içinde yapanlarla onu bir başka amaç ya da ‘sorumsuzluk’ anlayışı ile yapanlar arasında insanı işgal bakımından ters bir orantı vardır. Tarihten beri de hep böyle gelmiş ama daha çok son yüzyıl içerisinde bu durumda bir artışın gözlendiği söylenebilir. Şöyle ki, ‘sorumlu’ sanat yapan veya sanat eserleri daha çok bireyin ‘insani’ tarafını ‘insanca’ dikkate alırken, insana karşı sorumsuzlukla yapılan girişimler ‘sanat-sanatçı’ adıyla bireyi kendinden, toplumdan soyutlayarak onun işgaline sebep olabilmişlerdir. Bu girişimlerin özellikle ‘özgürlük’ adı ile yapılması kuralsızlığı, ilkesizliği, estetikten uzaklığı ve hatta insansızlığı çelişkileriyle büyütmesi insanın işgaline daha çok sebep olmuştur. Bazı sanat akımları tümüyle olmasa da işaret edilen işgali içlerinde taşımışlar; ‘yenilik’, ‘orijinallik’, ‘başarı’ ve benzeri sıfatlarla da şirin, cazibeli gösterilmeye çalışılmıştır. Asılla gösterilmeye çalışılan arasındaki çelişkiler içine sokulan insan çıkmazların, bulanık bir ortamın kararsızlığı ile işgale davet edilmiştir zaman zaman… Bu yaklaşımların davetiye kartlarında çoğu defa “popüler kültür” davetkâr olarak yer almıştır. İnsanın diğer alanlarında olduğu gibi sanat ve düşünce hayatında da “günceli” kurtarma, güncelde kalma, dolayısıyla gelişmişlik zenginliğine tekme atarak düşünce fakirliğine hapsedilmeye çalışılması hep işaret edilen anlayışlarla yer edinmeye çalışılmıştır. Popüler sanatın, popüler düşüncenin, popüler yaşama tarzlarının velhasıl popüler kültürün girişimleri, bireyi sekülerizmin bir başka boyutu içerisinde işgal etmeye devam etmektedir.

İnsan “tahkik” de yani araştırmada daha çok kendine yaklaşır. Aslında “taklitte” kalarak, asli insan unsuru kendinden uzaklaşmış, kendine yabancılaşmış, işgaline kendi elleriyle teslim olmuş demektir. 

Evet, “bilenlerle bilmeyenler bir değildir” ancak bilgi de sanat da bir “iman” meselesi haline getirilmemelidir. Bu durum insan bilgisi için de geçerlidir. Çünkü bilgi daha çok araştırma, soruşturma, inceleme, sorgulama, sıralama, sınıflama, verilere ulaşma, bunlardan doğruya en yakın anlamlar çıkarabilmedir. Ulaşılan, elde edilen bilgi sadece bir “iman” meselesi gibi görülürse ne gelişmeden ne üretmeden ne de yeni buluş ve keşiflerden bahsedilebilir. Nitekim bazı sanat ekolleri, görüşleri kendilerine göre çizdikleri sınırlar içerisine dahil etmiş oldukları ölçütlerle bilerek veya bilmeyerek, en azından bir taraf adına işgale zemin hazırlamışlardır. Mesela Fütürizm, sanatla ilgili bir hareketin adı olarak ortaya çıkmış. Geleneksel yolların tamamen terk edilmesini, sanatın ve hayatın şimdiki zamanın ve geleceğin dinamik, ihtilalci ve mekanik esaslarına göre yeniden kurulmasını savunurken elbette hedefledikleri bir şeyler vardı. Maalesef bu ve benzeri görüşler, özellikle eksik anlaşıldığında sanatta insanın işgalini hazırlamışlardır. Bu anlayışı geliştirenler bireyde, sanatçıda “makineleşme isteğini” yüksek sesle dile getirmeyi tercih etmişlerdir. Dolayısıyla makineleşmeden ve işgal edilmekten haz alan problemli insanların sayısı da artar olmuştur. Teknoloji ürünleri işgal için biraz da bu kapıdan girmişlerdir.

İnsanlar kendi haline bırakılmadan sanattan zevk almaları istenir. Bu istekler, dayatmalar çoğu insanda tepkici bir duygu büyümesine sebep olur. Onun için çoğu insan sanattan zevk almadan yaşarlar. Bazen de “yalancı dünya” felsefesini iyi anlayamamak yalancı ve yabancı zevklere insanın sınırlarını açması söz konusu edilebilir. Bu durum da sanat da sanata rağmen sanatın insanda işgalini gerçekleştirmesine sebep olabilir.

Irwin Edman, Sanat ve İnsan adındaki eserinde sanatı “hayatı anlayan zekânın, onu en ilgi çekici, en güzel şekillere sokması” olarak tanımlar. Burada dikkat edilirse öncelikle “hayatı anlayan bir zekâdan” bahsedilmektedir. Ancak böyle bir zekâya ulaşmada yahut zekasını bu doğrultuda kullanmayı isteyen birey, bunun gerektirdiği iradeye de sahip olması gerekir. Yani kendi olan, işgalden ırak kişilikler bundan sonra sanatı “ilgi çekici” ve “güzel şekillere” sokabilen kimliğe kavuşturabilsin. Bu kimlik oluşumunda elbette sanatta duyular da büyük rol oynar. I.Edman, “sanatta duyular, bizi faaliyete sürükleyecek yerde hazza sürükler” diyor. İşte insanın sanat ve düşüncede sadece ve sadece “hazzı” öne çıkarması, hazzın bütün kuşatmalarının hedefinde olmasıdır. Nitekim “hedonizm” yani hazcılık diye bir akımın çıkmış olması da sanat ve düşüncede “haz” ağırlıklı çalışmalar, ürünler insanlığa sunulmuştur. Sadece “haz” da kalan birey, hazzın dışında bir beklenti, anlayış içerisine girememiş, haz kuşatıcılığı ve benzeri sebeplerle işgal edilme sınırına yaklaşmıştır.
İşte bu durumda bağnazlık da saplantı da her türlü düşünceyi mabut sayma ya da tabulaştırma da kısaca insanın işgali de burada başlamış demektir. Özgür ve iradesine dayalı konumda olan sanatçı, düşünür bu ayrıma ve hassasiyete dikkat ettiği sürece insan zihninin işgaline direnmiş olacaktır. (Yayına hazırlanmakta olan İnsanın İşgali dosyasından alınmıştır. İ. Kurt)
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.