Şans Tanrıçası Tike’nin Toplum Algısı

Felsefe

Zamana Yenilmeyen Düşler-3

 

Şans Tanrıçası Tike’nin Toplum Algısı

 

Ümit Yaşar Gözüm

 

Bahar rüzgarları tepeye hakim kadim ören yerinden önüne kattığı bin bir çiçek kokusunu, kalıntıların olduğu sahile doğru üflüyordu adeta. Güneş geceden kalma çiğ tanelerini yeni yeni kurutuyordu. O sabah sahile önce Tanrıça Tike inmişti. Sahilde toplum üzerine yapacağı konuşmasını kurgularken, Onun gelişini mimiklerine kondurduğu gülümsemeyle seyretmeye başlamıştı. Birkaç adım kala daha önce de oturdukları yere paralel uzanan sütundan bir hışımla kalkarak:  Nasıl sesleneceğime dair birazcık ipucu vermediğin için, aslında kızgınım. Her şeyi kitabından mı öğreneceğim? Neden bana söylemedin bir düşünür olduğunu! Adınla asla seslenmeyeceğim sana, üstat diye çağıracağım. Başka bir sözcükle sesleneceğim zaman gelinceye kadar asla, asla…

Üstat mı, ne büyük kutsama Tanrıça Tike! Kulağa çok hoş geliyor, hele buğulu bir kadın sesiyle seslenildiğinde, Tike’nin zarif kahkahası akacağı yatağı bulmuştu. Artık bir bağ kurarken istediği argümana sahipti. İster üstat olsun, ister başka bir ad, bir araya getirecek bağa sahip olduğunu düşünmeye başlamıştı Tike.

Bu rahatlamanın verdiği özgüvenle Tike; sıkılmadan beni dinleyebilecek misin üstat, bir toplum silkelemesi yapmayı deneyeceğim:

Sınırlar kimliksizdir, orada her şey ötekiyle yüzleşir üstat!

Oysa toplum, bireyi koyduğu sınırlarla bir kimliğe kavuşturur. Böylece ötekileşme- ötekileştirmeler başlar ve sonsuza doğru akıp gider.

Konuşmamın başında kızgınlığımı ifade ettiğim hali düşünün, sonrasındaki ötekileştirmeyle yüzleşmeyi, tam da böyle bir şey! Burada anlamakta zorlandığım şey, toplumun sınırlara neden ihtiyaç duyduğu?

Öyle ki, kanunsuz şehir yoktur, kural tanımayan hırs ve kontrol edilemeyen  kin vardır. Ki, en büyük eseri de kötülüğün zaferidir. Toplum her alanda koyduğu sınırlara rağmen, bireyin kendisiyle yüzleşmesini neden sağlayamıyor sorusunu hep garipseyerek soruyorum, biraz da utanarak mı demem lazım!

İnsan çoğunlukla kendi hatalarından ötürü bulurbelasını, geriye kalanlar ise ötekilerin kötülüğündendir. Keskin sınırlarla test etmekle kalmıyor, yaşamın öğrettikleri ile harmanlayıp inanarak savunuyorum tezimi.

Büyüklerin hırsı, küçüklerin aklına denk olsaydı, belki de küçük hırslardan büyük akıllar doğardı. Oysa dünyayı aklı küçük, hırsı büyük zavallılar mahvettiler ve hala geçerli bir önerme bu. Dilerim bana katılıyorsundur!

Etrafınıza bakın, nasıl sinsi iki yüzlülük yaşandığını başınızı çevirdiğiniz her yanda göreceksiniz. Başkalarına yaptığımız kötülükleri, kendi çocuklarımıza şefkatle sarılmakla unutabileceğimizi sanıyoruz. Oysa ötekileştirdiklerimizin hakkı, vicdanı olmayanları daha çok yaralıyor. Ki, bu tiplerin bir yanları hep o bataklıktan besleniyor.

Belleği yaralanmış bir koca çınar tanımıştım. En büyük korkusu bağışlanmadan göçüp gitmekti. Niçin bu kaygı diye sorduğumda “Nereden bileceksin evlat, kestiğim binlerce ağacın yaşlarının şimdi gözlerimden döküldüğünü! Durup bu cümle üzerine saatlerce düşündüm, günlerce uykum kaçtı. Nasıl bir söylemdi bu? Bir orman işçisi geçimini kazandığı işinin, bir gün onun yüreğini kıskaca alacağını ve her geçen gün sıkıştıracağını bilseydi şayet, yine de bu işi yapar mıydı?

İnsan böyle bir varlık işte. Kimisi kestiği ağaç için gözyaşı dökerken, kimisi ötekileştirdiği insana yaptığı kötülükten haz alıyor! Sizce de bir yanlışlık yok mu bu yaklaşımlarda?

Yaşarken kendi mezarını kazanlara hep imrenmişimdir. En azından sonsuza dek yatacakları yuvalarının da bir emek gerektirdiğini düşünüp kendileriyle hesaplaşabiliyorlar. Ya emeksiz kazanmayı ve yaşamayı ilke haline getirenler! Sanırım onları ne yer ne de gök kabul edecek!

Boşluğun ortasına düşmüş nesne gibi savruluyor sağa sola  toplumlar. Sanırım yüz binlerce sayfalık yasalardan önce, insanı yüreğinden bağlayacak bir ‘özü koruma yasası‘na ihtiyacı var insanlığın.

Herkesin kesesinin derdine düştüğü toplumlarda ruhunu bağlayacağı sağlam urgan aramak da anlamsızlaşıyor umutsuz yığınlar için.

Çürük bireyleri ayıklamaya benzemez, kitlenin çürümesi.

Önce değerler yozlaşır, sonra büyük yıkımı başlatan değersiz olan ne varsa, değerlerin yerini alır. Kaos o dönemlerde günyüzüne çıkar ki, o her zaman tehlikelidir kitle için. Çünkü kitlenin düşünen bireysel aklı yoktur, ekseriyetle yönetenlerin aklına uyar.

Bütün bunlara bir de özlü ve yoğunlaştırılmış alanlarda söz söyleme hakkı olanları eklemek gerekir. Teolojik travmalar; öylesine derin ve acımasız ki, iflah olmaz yaralar açıyor insanda, ailede, toplumda… Önce onların vicdan terazisini sıfırlayıp, yeniden inşa etmeli insanlığı.

Yaratanla cezalandırmak, yarattığını!

Ne hazin bir tablo kütle inancını sorgularken, onlar yarattıkları travmada boğuluyor. Sahipsiz bir mezardan yükselen çığlık kadar cılız kalıyorlar kütle karşısında.

Niceleriyle tartıştım ne memleket umurlarındaydı, ne de kitlelerin acısı. O zaman anladım ki, kimileri anlamsız geliyor bu evrene, kimileri de geldikleri gibi adsız ve anısız göçüp gidiyorlar.

Yaşamla bilincin kesiştiği noktada durması gerek, topluma önderlik edeceklerin. Derdi korku salmak değil, insan kalmak olmalı. İnsanın pusulasını elinde taşıması gerekir ki yolunu kaybetmesin.

Dönüp dönüp kaybolanlara bakın, kim aldı ellerindeki pusulayı? Bunu sorgulamayı görev edinmeli otorite.

Toplum yararı nasıl hoş geliyor kulağa değil mi üstat?.

Elbette üçüncü bin yılda gruplar, cemaatler halinde yaşamayı savunmak anlamlı değil.

Kim ilkelliği anlamlı bulur söyle üstat böylesi bir çağda!

Toplum yararını yadsımam ancak bireysel haklar daha insani. İnsan yoksa toplumun varlığı sözlükteki herhangi bir kelimeden farksız olmaz! Oysa insan, o sözcüklerin, kavramların yaratanı değil mi?

Farklı toplumları tanıdıkça, hukukun üstünlüğü ile insan haklarını bütünleştiririm. Çünkü birisinin varlığı ötekinin teminatıdır. Ancak vicdanın yüksek değer olduğunun ayırdında değilse, sadece yasa ile insanı terbiye etmek zordur. Denetlemekle, insanı öze döndürme arasında insanlığı yok edecek kadar, derin bir uçurum vardır. Önce bunun farkında olmak gerekir.

Akılcı bireyin gücü, başarıdır. Başarıyı değerli kılan da etik değerler taşımasıdır. Toplum bununla ilgilenmeli, yoksa haksız rekabet ya da başkalarının haklarını tırtıklayanlarınkinin ne olduğu sözlükte  tanımlanmıştır.

Sabrını denememek adına son bir aforizmayla sonlandırmak isterim konuşmamı üstat: Gelecek bir özlemdir. Onu hiçbir zaman yakalayamazsınız, ancak yakından takip ederek uzaklaşmamış olursunuz, diyerek yürümeye başlamışlardı. Ayrılma vakti geldiğinde mutluluk halesi oluşmuştu yüzlerinde.

Üstat değer verdiği kadını dinlemenin dinginliğini yeğlemişti bugün. Gelecekte söyleyecek sözünü…

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.