Zamane Çocukları
İnci Yılmaz Şimşek
Yine harika bir tiyatro izlemiş heybeme kültür ve sanat dolu bir gün daha eklemiştim. Sahne oyunculuğu böyle olanın yazdığı metinleri de çok merak ediyordum esasen. Evet, böyle tanışmıştım Haldun Taner ile ve tabii ki kitapları ile de... Hepimiz onu Keşanlı Ali efsanesi ile bilirdik ama benim aklımda yer edinen oyunu ise ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım' oyunu oldu. Nasıl da günün, dünün ve dahi yarının eleştirisini tek bir oyunda yapılabilmişti?
Esasen tiyatroyu da çok severdim; hele Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Levent Kırca, Zeki Alasya-Metin Akpınar, Ayşen Guruda, Erdal Beşikçioğlu en beğendiklerimdendi ve tabii ki saygı duyduklarımdandı da aynı zamanda. Levent Kırca’yı sahnede izlemek hele imzalı kitabını almak, Ferhan Şensoy’u izlemek ve dahi imzalı kitabını almak heybeme eklediğim en güzel anılardı. Ayşen Gruda’yı da sahnede izleme zevkini tatmıştım esasen. Heybemden çıkarıp çıkarıp yâd ederdim bu güzel yürekli insanları.
Şimdi özeleştiri yapmam gerekirse; ben tiyatro severim, dedim ama böyle duayenleri izledikten sonra her ne kadar acemi bir tiyatro oyuncucu olsam da kalkıp acemice yazılan, oynanan tiyatrolardan da zevk aldığım söylenemezdi. Belki kendi oynadığım tiyatroya bile gitmezdim bilet alıp. Aramızda kalsın... Bir yandan tiyatro sanatını yaşatmak isterken bir yandan da bu duayenlerin efsane oyunlarının üzerine bir şey koyamazsam diye endişe ederdim hep.
Tiyatroya ilgi duyan herkes kendini tiyatrocu addediyor. Oysa öyle kolay mıydı efendim tiyatrocu olmak. Ben emekli olduktan sonra başlamıştım tiyatroya. On beş senedir de oynuyordum. Birkaç başrol oynamışlığım da vardı ama yine de kendime tiyatrocu diyemezdim. Çünkü tiyatro eğitimi almamıştım. Sahnede pişmiştim ben. İzleye izleye, oynaya oynaya... Tiyatroyu tiyatro eğitimi alanlar oynamalıydı bence. Çünkü tiyatro bir hobi değildi, olmamalıydı da... Ama günümüzde bir hobi olarak görünüp üç beş kişi bir araya gelip hemen ortaya bir tiyatro, kabare çıkarıyorlardı; nedense hadlerini bilmeyerek. Bakın efendim gerçekten de fırsat verdim kendim gibi tüm amatör tiyatrolara. Kente gelen her küçük tiyatroya, sırf destek olmak için gittim yıllarca; tiyatroya başlamadan evvel de. Ama ne yalan söyleyeyim zevk almadım, alamadım. Oysa iyi tiyatrolar öyle miydi? Sahnesi bir harikaydı; işinin ehli olan, işini severek yapan duayenlerin oyunlarını izledim yıllarca hayranlıkla, tadı damağımda kalarak... Benim ise nice duayenlere anı şeridimde yer vermekti tek dileğim. Daha çok anı biriktirmek, her biri ile tanışabilmek, heybeme sanat ve edebiyat dolu nice günler eklemek.
Mesela Adile Naşit ile oturup karşılıklı kahve içseydik, iki lafın belini kırsaydık ne güzel olurdu. Öyle değil mi? Edebiyattan, tiyatrodan, sinemadan, sanattan bahsetseydik diyordum. Sonra tüm bunları bir yana bırakıp gözlerimizi devire devire sanatçıların sansasyonel sanat hayatlarından azıcık dedikodu yapsaydık kahkahalarla. Ah... Ne güzel kahkaha atardı rahmetli. Ne bileyim, kahvelerimizi kapatıp birbirimizin falına baksaydık mesela... Ona Minur Özkul’u, Gülriz Sururi’yi, Gazanfer Özcan’ı, Gönül Ülkü’yü, Ayşen Guruda’yı, Tarık Akan'ı sorsaydım. Bahsetseydik hayatını sanata adayan bu duayenlerden. Reddettikleri hiç oyun olmuş muydu mesela? Oynamam dedikleri rol falan... Dedikoduyu sevmem ama şunu duydun mu, diye söze başlasaydım mesela. Nihayetinde hiçbir kadın dedikoduyu sevmezdi bunu en iyi ben bilirdim. Parmaklarımızı saçlarımıza atsaydık, ikimiz de kıvırcık saçlarımızla oynaya oynaya gülseydik. Dakikalarca, saatlerce kahkaha atsaydık. Ah... ne güzel olurdu. Sahi neden herkes düz saçlı olmak için uğraşıyordu ki. Ben kıvırcık saçlı olmayı çok seviyordum. Bu yaşımda bile. Küçükken okulda ne zorluk çekmiştim bu saçlar yüzünden. Hep ütülerdik o zamanın mecburiyeti ile. Siz bilmezsiniz eskiden kızların saçı iki belik olmak zorundaydı. Öyle sağdan soldan fışkıramazdı saçlar alimallah. Oysa benim dizginlenemez saçlarım hep bir yerlerden fışkırırdı. Her sırada kenara çekilirdim saçlarımdan tutularak. Ah... Ne zorluk çektim, ne çok dayak yedim bilmezsiniz, bilmezsiniz... Okulun olmadığı yani tatil olduğu günler en sevdiğim günler olurdu. Saçlarım lüle lüle dalgalanırdı. Kıvırcık saçı dizginleyemediğimiz fikirlerimize benzetirdim her zaman. Bizler de bu fikirlerin arkasından gidiyorduk ivedilikle en deli çağlarımızda. İnsanların başkalarının dikte ettiği fikirlere körü körüne inanması yerine; insanın kendi karmaşık dünyasında dolaşması kadar güzel bir duygu var mıydı bu dünyada? Gerçi güzellik göreceliydi de nihayetinde... Kimi karmaşayı severdi kimi sıradan dümdüz hayatı. Herkesin hayata bakışı farklıydı. Öyle değil miydi efendim? İnsanları olduğu gibi kabul etmeyi otuzlu yaşlarda öğrenmiştim ben. Kadınların aydınlanma yaşı otuzdur, diye yazmıştı yazar İnci Yılmaz bir öyküsünde. Kadın otuzuna geldiğinde ne yaparsa yapsın kimsenin değişmediğini görürdü ya olduğu hali ile kabul eder ve devam ederdi ilişkilerine ya da ne yaparsa yapsın bir yola girmeyen insanlarla yollarını ayırırdı.
“Ya olduğu gibi kabul edeceksin ya da olduğu gibi reddedeceksin,” diye yazmıştı Bir öyküsünde. Bir nevi ruhsal temizlik de denebilirdi bu duruma.
Misal geçenlerde liseli mezunlar buluşması yapmıştık. Beğendiğim kitaplardan bahsetmiştim arkadaşlarıma. Anlatmaya çalışmıştım yeni yetme yazarı.
“İnci Yılmaz toplumsal sorunlara değinen öyküler yazıyor. Üç Kemaller’in yolundan gidiyor. Toplumsal aydınlanmanın okumaktan geçtiğine inanıyor. Anadolu coğrafyası, Anadolu insanı, toplumsal çatışmalar, toplumsal sorunlar... ” derken lafı ağzıma tıktı birden bir arkadaşım. Yıllarca kol kola gezdiğimiz yegane dostum dinlemedi bile gerisini.
“Iğğğ... Hiç sevmem! Ne o öyle? Kitap dediğin kafa dağıtacak, kafa yormayacak.”
Ne diyecektim ki şimdi ona? Tek derdi torunlarının başarılarıydı. Emeklilikten sonra bir yol ilerlememiş sadece torunları ile avunuyordu. Tam tersini düşünüyordum ben ise arkadaşımın ama arkadaşımı da kaybetmek istemiyordum. Gençliğimin yadigarıydı o bana, gençliğimin kendisiydi. Şimdi gençliğimi bir çırpıda nasıl silecektim? Haa... Arkadaş dediğin de öyle kolay bulunmuyordu artık bu devirde. Herkes birbirinin kuyusunu kazıyordu. Herkes birbirinin açığını kolluyordu. Herkes kendi çıkarı devam ettiği sürece arkadaşlığını sürdürüyordu. Herkes kendine yontuyordu hep. Herkes... aman… neyse neydi sonuçta. Yarım asırlık arkadaşımı kaybetmeye niyetim yoktu. Önümdeki çaydan bir yudum alıp;
“Çay bayatlamış. Dünyanın parasını almayı biliyorlar ama düzgün bir çay bile koyamıyorlar insanın önüne.” diye konuyu değiştirdim.
Ne diyordum? Hah! Artık arkadaş bulmak zordu. Hele ki bu yaştan sonra ve hele ki bu devirde. Gerçi bu devirde neye ulaşmak kolaydı ki? Bilgi mesela! Bilgiye kolay ulaşılırdı. Bu çağda yer gök bilgi doluydu. Bu kadar bilginin arasında bile insan nasıl cahil kalıyordu anlam veremiyordum. Bu çağda cahil kalmak olsa olsa bilinçli bir tercih olabilirdi. Biz kütüphane kütüphane gezer bilgi kırıntıları bulmaya çalışırdık zamanında, yerde bulduğumuz gazeteleri okur duvarların üzerine koyardık. Kutsal bir nimetmiş gibi... Bilgi nimettendi o zamanlar, ekmek gibi, şu gibi azizdi. Şimdi ise iki parmak işareti ile bilgi parmaklarının ucunda beliriveriyordu.
“Dezenformasyon!” demişti geçenlerde büyük torunum ben böyle söyleyince.
Enformasyonu biliyordum da dezenformasyonu duymamıştım daha önce. Ne olduğunu sorunca kısaca;
“Bilgi kirliliği.” diye cevapladı beni.
Zamane çocuklarının oturup bir şeyi uzun uzun anlatmaya vakti yoktu. Her şeyi çok hızlı ve bir anda yapıyorlardı. Misal biz ders çalışmak için kütüphaneye giderdik, komşuya giderdik ya da mutfakta çalışırdık. Öyle herkesin odası falan yoktu bizim dönemde. Şimdi ise yolda yürürken ders çalışıyor benim ortanca torun; takıyor kulaklığı, okula gidene kadar dersini çalışıyor. Öğretmenler desen, onlar da parmaklarının ucundaydı artık. Bir parmak işareti ile istediği öğretmene, istediği derse, istediği konuya ulaşabiliyordu. Aman... nerden nereye gelmiştim yine. Şurada televizyona bakıp fasulye kırarken oradan oraya, oradan oraya atlamıştım yine. Televizyonla konuşa konuşa yine günü yarılamıştım. Televizyonda bir lise dizisinde tiyatro provası yapan çocuklar bana neler düşündürmüştü. Kalkıp kendime yemeğimi yapaydım bari. Şu kedi de ayağımın altında gezinip duruyordu. O da açılmıştı zağar.
...
*Hükümsüz Kimlikler, Ölümüne Aşk, Şen Yuva, Kayıtsız Kimlikler, Uzay’ın Kayıp Gezegeni, Bir Kedi ve Bir Adam kitaplarının yazarı.
Yorum
Inci hanımcım sanki beni…
Inci hanımcım sanki beni anlatmışsıniz. İki tane de bende var zamane çocuğu. Zevkle okuyoruz sizi.sevgilerimle
Inci hanımcım sanki beni…
Inci hanımcım sanki beni anlatmışsıniz. İki tane de bende var zamane çocuğu. Zevkle okuyoruz sizi.sevgilerimle
Yeni yorum ekle