Bir Zamanlar Asker Ocağı.

Edebiyat

 

Bir Zamanlar Asker Ocağı.

Geçmişte de günümüzde de geçerli olan bir siyasi görüş, kuram vardır. Devletler, yaşayan organizmalardır ve bu organizmayı meydana getiren halktır.Devletler, insanlar gibi “doğup, yaşayıp, öldüğünü yani yıkıldığı varsayılır. Devletler kurulur, yöneticilerle halk bir bütün olur, devlette bir düşünce birliği ve refah ortamı sağlanır. Ancak zamanla oluşan bu refah sonucunda ağırlıklı olarak yönetenler kadrosu lükse yönelmeye başlar, yönetimin temel taşları olan yardımlaşma ve dayanışma toplum içerisinde zayıflamaya başlar ve otoriter yönetim güçlenir.

Sürecin ilerleyen safhalarında yönetimde ve muktedir olanlarda, aşırı lüks göze çarpar, güç ve yetkiler devletin ve yönetim ilişkilerinin kendisi olan halktan alınmış olur. Yönetenler, halka karşı yabancılaşır. Halk yöneticilerin kim olduğunu bile takip edememeye başlar. Bunun sonucunda halk içerisinde ve yönetenler arasında birbirleriyle çatışan farklı gruplar ortaya çıkmaya başlar. Bu safhada devlet iç ve dış tehditlere açık hale gelir. Ancak sorunu zamanında tespit edebilen yöneticilerin müdahalesiyle durum düzeltilebilir. İyileştirme çabaları yaşanmazsa ya da yetersiz kalırsa devlet yıkılma sürecine girer

Bu kuram zannetmeyelim ki yeni bir fikir ya da yeni anlaşılmış bir akım olsun. Bu fikirler, yüz yıllar öncesi; 710 yılında Kuzey Afrika Valisi Mûsâ b. Nusayr, Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik’ten izin alarak İspanya seferlerini başlatması üzerine, 711 yılında Berberî asıllı Târık b. Ziyâd kumandasında bir ordu İspanya’ya sefere çıkar ve Kral Rodrigo kumandasındaki kalabalık bir Vizigot ordusunu, üç gün veya bir hafta süren zorlu bir savaş sonunda büyük bir kısmını imha etmek suretiyle ağır hezimete uğratır ve Endülüs fethedilir

.

İşte fethedilen Endülüs topraklarına Yemen’in Hadramut bölgesinden göç edip Karmûne (Carmona) şehrine yerleşmiş tanınmış, saygın ailelerden Benî Haldûn ailesi Karmûne’de bir süre ikamet ettikten sonra, yerleştikleri İşbîliye’de (Sevilla) ve ardından Endülüs’teki siyasi belirsizliklerden dolayı Tunus’a göçen saygın bir ailenin çocuğu olarak 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus’ta doğan ünlü İslam düşünürü, sosyolojinin kurucusu olarak da bilinen, tarihçi ve ‘’Coğrafya kaderdir’’ diyerek yüzyıllardır bu söylemi dış politikanın rehberi ve söylemi haline getirilen ünlü coğrafyacı İbn Haldun tarafından dile getirilmiştir.

.

Neredeyse 650 yıl önce 1377 yılında yazmış olduğu ‘’Mukaddime’’adlı eserinde devletlerin nasıl yıkılacağını dile getiren İbn-i Haldun’un dile getirdiği,devletlerin insanlar gibi canlı birer organizma olduklarını ve doğması(Kuruluş), büyümesi (Gelişme) ve ölmeleri (yıkılmaları) kavramına uygun olarak, Selçuklu Devleti’nin birer bakiyesi olan küçük beyliklerden Osmanlı Beyliği ’de 1299 yılında kurulmuş, 1453 yılına kadar gelişmiş, Kanuni Sultan Süleyman’ının torunu, 2. Selim’in oğlu 3.Murat zamanında, Sokullu Mehmet Paşa’nın ağırlığını hissettirdiği dönemde ise, Osmanlı toprakları en geniş sınırlarına ulaşmış,1699 yılında ilk büyük toprakların kaybedildiği Karlofça Antlaşması ile Macaristan, Podolya, Dalmaçya kıyıları ve Mora, Girit elden çıkmış ve daha sonra 1815 Viyana Kongresi’nde devlet hastalanarak ‘’Hasta Adam’’haline dönmüş ve 1914 yılındaki 1.Dünya Savaşı sonucunda Sevres Antlaşması ile ölüme (Yıkılmaya) mahküm olmuştu

.

.

Sévres Antlaşması aslında batının Türk Dünyasına biçtiği kefenin yani Şark Meselesinin diğer bir adı, sondan bir önceki adımıydı. Şark Meselesi kısaca;

Napolyon Bonapart'ın alt üst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak ve Osmanlı Devleti topraklarının paylaşılmasını esasa bağlamak amacını güden bu politik terim, 1815'de toplanan Viyana Kongresi'nde gündeme getirildi ve resmiyet kazandı

.

Aslında tarihi menşei oldukça eski olan ve Avrupa'yı fazlasıyla meşgul eden "Şark meselesi "ni iki kısımda incelemek mümkündür.

1071-1683 tarihleri arasındaki Şark Meselesidir. Bu safhada, Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu safhanın birinci tarihi gelişimi ise şu şekildedir:

1-Türkleri Anadolu'ya sokmamak, 2-Türkleri Anadolu'da durdurmak, 3-Türklerin Rumeli'ye geçişini önlemek, 4-İstanbul'un Türkler tarafından fethini engellemek, 5-Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişine mani olmak.

Çok doğaldır ki batının koyduğu bu hedefler Türk Dünyasının pek umurunda olmamış ve 1071’de başlayan Anadolu’nun fethi sonrası sırasıyla, İstanbul’un Balkanların fethiyle sonuçlanmış ve Viyana kapılarına kadar Osmanlı dayanmıştı.

1683 tarihinde Türklerin Viyana'da yenilgiye uğramasıyla Şark Meselesinin ilk safhası bitmiş, ikinci safhası başlamıştır. Bu safhada; Türkler savunmada, Avrupa taarruzdadır. 1920 yıllarına kadar devam eden bu safhada Şark Meselesinin gelişmesi şu tarzda olmuştur.

Şark Meselesinin İkinci Safhası:

1-Balkanlardaki Hristiyan milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak. Bunun için Hristiyan toplumları isyana teşvik etmek ve önce onların muhtariyetini, sonra bağımsızlıklarım temin etmek. 2-Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse, Hristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Osmanlı Devleti nezdinde müdahalelerde bulunmak. 3-Türkleri Balkanlar'dan tamamen atmak. 4-İstanbul'u Türkler ‘in elinden geri almak. 5-Osmanlı Devleti'ne Asya toprakları üzerinde yaşayan Hristiyancemaatler (azınlıklar) lehine reformlar yaptırmak, onlar için de muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa bağımsızlıklarına kavuşturmak. 6-Anadolu'yu paylaşmak ve Türkleri Anadolu'dan çıkarmaktı.

Batının Şark meselesi planı tıkır tıkır işliyordu, önce Balkanlar sonra Kuzey Afrika, Kafkalar, Yemen; Hicaz; Filistin, Irak, Suriye ve en nihayetinde Anadolu Birinci Dünya Savaşı ile küçük bir bölge hariç elden çıkmış, İstanbul işgal edilmişti. Şark Meselesinin son adımı Türkleri Asya’ya sürmek kalmıştı.

1.Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Konferansı’nda Türkiye hakkında ABD Başkanı Woodrow Wilson, savaş sonunda Türkiye’nin haritadan silineceğini iddia ederken, Clemenceau’ya göre, ‘Türkler uygarlık dışı bir toplum’, Lord Curzon’a göre, ‘Türkler bir veba çıbanı’, ABD Dış İlişkiler Bakanı Cabot Lodge’ya göre de ‘Türkiye uygarlığın başına bela’ idi. Müttefiklere göre ‘Türkiye Avrupa’dan çıkarılmalı, Ermenistan kurulmalı, Araplar Osmanlı’dan kurtarılmalıdır’ şeklinde iddia ve istekleri vardı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat, “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermişti.

Versailles’in Sèvres Porselen Fabrikası Konferans Salonu’nda 10 Ağustos 1920 tarihinde öğleden sonra saat 16.00’da antlaşma imzalanmış ve yüzyıllardan beri paylaşılamayan Osmanlı Devleti kâğıt üzerinde de olsa paylaşılmıştı.

.

.

Müttefikler tarafından, Sevr’i Mustafa Kemal Paşa’nın başındaki TBMM’ne kabul ettirmek ve Türk Milli Mücadele’sini çökertmek amacıyla, bir taraftan Yunan taarruzu diğer taraftan iç isyanlar, yurdun doğu bölgesinde desteklenmiştir. Batıdan ve doğudan iki ateş arasında kalacak olan Ankara Hükümeti’nin böylece anlaşmayı kabul etmek zorunda kalacağı düşünülmüştür. 1920 yılında ortaya çıkan ve 1921 yılında da iyice büyüyen Koçgiri İsyanı bu amacın bir parçası olarak desteklenmiştir.

Nitekim Lloyd George Osmanlı Devleti’nin Sevr’i imzalamaya karar verdiği zaman “Turkey is no more” yani “Türkiye artık yoktur” diyerek memnuniyetini göstermişti.

13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme ile başlayan ve Karlofça Antlaşması ile 1699 yılından 1919 yılına kadar devamlı toprak kaybeden Türk, bu çöküş dönemine 23 Ağustos 1921 yılında başlayan Sakarya Meydan Muharebesi ile dur demiş ve yüzyıllık toprak kaybı Mustafa Kemal Atatürk sayesinde son bulmuştur.(

.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ve komutasında 26 Ağustos 1922’deAfyon Kocatepe’de ‘’Büyük Taarruz’’ la başlayıp 9 Eylül 1922 de İzmir’de biten Türk’ün var oluş mücadelesi sonunda Türkiye Cumhuriyeti ‘ni ilan eden Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları modern bir devlet çatısı altında yeni bir kalkınma hamlesi başlatmışlardı.

.

.

Cumhuriyet 29 Ekim 1923 de kurulduğunda Osmanlıdan miras kalan varlıklarımız ve değerlerimiz; 13 milyon nüfusun 10 milyonu yüzyılların ihmalkârlığından ortaçağ düzeyindeki köylerde yaşarken insanlarımızın büyük çoğunluğu, frengi, sıtma, trahom, verem ve tifüs gibi hastalıkların pençesindeydi. Bebek ölümleri %40, doğumda ölen annelerin oranı ise %20 doğan bebeklerin %50 ise doğduktan sonra yaşamlarını yitiriyordu.

Anadolu’daki 40 bin köyün %75’inde camii, 37 bin köyde ise okul yoktu. Tarım ilkel şartlarda yapılırken traktör, biçerdöver gibi makinelerin sayısı ise 0’dı. Un ve pirinç yurt dışından ithal ediliyordu. Bütün yurtta sadece 332 doktor sadece 136 ebe varken doktorların çoğu gayrimüslimdi. Diş hekimi ise hiç yokken, hemşire sayısı ise sadece 4’dü.

Sanayi yok desek yerinde bir tabir olur, sadece 4 fabrika; Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy Bez ve Beykoz deri fabrikası hepsi bu. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’da var. Kara yolu ilkel haldeyken demiryolu yabancıların tekelinde.

Ülkeye savaşlardan dolayı 400 bin mübadil gelmiş, gelenlerin %50 si yollarda hayatını kaybetmiş, kadınların varlığı yok sayılıyor, eşit eğitim, seçme seçilme, boşanma, velayet ve miras, çalışma hakkı yok okullarda, sadece 230 kız öğrenci var. 4894 ilkokul, 72 ortaokul varken sadece 23 lise varken Darül Fünun adı altında yalnızca İstanbul’da bir yüksekokul var.

Ülkede kültür sanat adına söz konusu olacak hiçbir oluşum yok gibi. Tiyatro, müzik, resim, heykel, spor adı dahi anılmıyor, zamanı takip etmek ise neredeyse imkânsız, ülkede aynı anda dört farklı saat sistemi geçerli. Alaturka, Zevalli, Gurubi ve Ezani saat sistemi uygulanmakta herkes kendi zamanını yaşıyor gibi. Takvim de ise değişen bir şey yok, hem Hicri hem de Rumi takvim esasları geçerli.

Okuma yazma oranları iç burkacak seviyede, erkeklerde %7, kadınlar da ise binde 7 oranındaydı.Okuma yazma bilenler ise ya subay, ya da memurların bir kısmı ve gayri Müslimlerden oluşuyor, gazete sadece İstanbul ve İzmir’de basılıyor, kitap basma sayısı ise o yıla kadar sadece 417.

Evet, batının Şark Meselesini çözmesine bir adım kala, son safhasına kadar getirdiği ve Sevres Antlaşması ile noktayı koyacağı,Türkleri Orta Asya’ya sürme zamanın geldiği bir ortamda 1683 yılında başlayan Türkün maküs talihini Mustafa Kemal Atatürk değiştirmiş ve Türk’e biçilen kefeni yırtıp atmış Lozan Antlaşması ile Türk’e yeni bir yurt, yeni bir ülke hediye etmişti.

Kadim uygarlığın küllerinden yeniden hayat bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık seviyesine getirmek için insanüstü çalışmalar başlamış ve bir Türk Mucizesi yaşatarak çok kısa sürede, fabrikalar, okullar, hastaneler, demiryolları, şehirleşmeler, köylünün modernleşmesive burada sayıp yazamayacağımızsanayiden, ticarete, tarımdan eğitime, sağlıktan, bilim ve teknolojiye daha nice çalışmalar çok kısa sürede hayata geçirilmişti. Yapılan atılımlar ve devrimlerin yanında sosyal yapıyı da çağdaş bir seviyeye getirme çabaları hemen karşılığını bulmuş ve toplum modern dünya ile uyumlu hale gelme çabaları son hız devam etmiştir.

Atatürk’ün amacı Türk milletini tamamen modern ve uygar bir toplum haline getirmeye çalışmak ve milleti uygarlığın ve teknolojinin tüm imkânlarından yararlandırmayı hedeflemişti. Atatürk’e göre inkılapların gayesi: “Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve eşkâliyle medeni bir heyeti içtimaiye haline îsal etmektir”

Atatürk’ün en önemli savaşlarından biri de cehaletle olan savaşıydı. Askeri olarak kazandığı zaferleri modern, çağdaş bir ülke ile taçlandırmak en büyük gayesiydi. Yapılan devrimlerin memleketin en ücra köşelerine ulaşabilmesi için birçok çalışması olmuştur.  Merkez ile çevre yani devletin merkezi ile vatandaş arasındaki kültürel bağı Atatürk’ün planladığı ve hayata geçirdiği Halkevleri, kentlilerin reformlara destek sağlamasını amaçlayan bir aydınlanma projesiydi

.

.

Projenin amacı halkı aydınlatmak ve geçmiş dönemlerin cahilliğinden vatandaşı kurtarmaktı. Edebiyat, tiyatro, müzik, güzel sanatlar, konuşma ve yazma, el sanatları ve terzilik konularında ücretsiz kurslar düzenlendi. Halk deyişleri ve türküler incelendi. Halkevleri'nde ayrıca 761 kütüphane ve okuma odası vardı.17 Şubat 1932'de 17 ilde (Adana,Ankara,Bolu,Bursa,Çanakkale,Denizli,Diyarbakır,Eskişehir, İstanbul,İzmir,Konya,MalatyaveSamsun ) Halkevleri şubeleri açıldı. Ancak kısa sürede sayı 478'e çıktı. 1940'a doğru köyler de projeye dâhil edildi. Köylerdeki şubelere Halkodaları adı verildi. 1950'ye doğru bu şubelerin toplam sayısı 4.000'i aşmıştı.

.

Halkevleri, Cumhuriyet ve bunun bütünleyici parçaları olan devrim ve yeniliklerin halk zihninde belirginleşmesi ve pratiğe dökülmesi amacıyla faaliyete geçirilmiştir. Halkevleri, yaptıkları çalışmalarda millî kimliğingüçlendirilmesini ve inkılaplar başta olmak üzere yeni değerlerin benimsetilmesini sağlayıp bu kıstaslar ışığında modernve bilinçli bir birey yetiştirmeyi hedeflemiştir. Bu dönemde halkın ortak bir paydadabuluşması ve millet bilincinin oluşması çok ciddi bir husustur. Bu bilinç ile halk arasında kültürel bir etkileşim sağlanmışve ortak bir gaye için halk çalışmaya, eğitilmeye ve geliştirilmeye çalışılmıştır.

Devletin ana ögesi olan bireyler, çeşitlikurslar ve konferanslarla eğitilerek kendilerini gerçekleştirmeyi başarmış ve toplumsal bir yenilenme dönemi başlamıştır.Türk kadını, kurslar sayesindeöğrendiği kazandığı becerileri geliştirerek toplumda geçmişe göre kendisine daha geniş hareket alanı bulmuştur. Halkevleri,bu faaliyetlerini Dil ve Edebiyat, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor, Sosyal Yardım, Halk Dershanesi ve Kurslar, Kütüphane veYayın, Köycülük, Tarih ve Müze Şubeleri aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Bu şubeler, dil, tarih, toplumsal hayat, devrimler vegünlük yaşam gibi çeşitli alanlarda önemli araştırmalar yapmanın yanı sıra halkın eğitimine de katkıda bulunmuşlardır.

.

Halkın aydınlatılması, çağdaş yaşam seviyesine ulaştırılması, millet bilincinin pekiştirilmesi ve daha nice faydalı görevleri olan bu halkevleri ve odaları ne yazık ki 1951 yılında kapatılmıştır.

Atatürk’ün milletini çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırması için gerçekleştirmiş olduğu eğitim devrimlerine destekleyici uygulamalardan Halk evleri, Türk Ocağı gibi oluşumların yanında yine Atatürk’e yakışacak, onun ileri görüşlülüğünün bir göstergesi olan ‘’ Sosyal Fabrika Projesi‘’ de Türk toplumunun çağdaş bir yaşam anlayışına götüren bir sosyal projeydi. Atatürk’ün fabrikaları sadece üretim yapılan birer sanayi kuruluşu değil, aynı zamanda eğitim, bilim, sanat ve spor yapılan birer kültür kurumu, birer üniversitedir çünkü Atatürk’ün fabrikaları birer sosyal fabrikalardı.

Venezüella’daki “Atatürk Modeli Fabrika”ya esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır.

.

Atatürk ve devamında silah arkadaşlarının kurmuş oldukları fabrikalar birer üretim yeri yanında bulunduğu çevreye hayat veren, vatandaş ile yabancılaşmadan bir bütün olarak çevresiyle uyumlu, çevresine ve orada yaşayan insanlar ile doğrudan karşılıklı etkileşim halinde bir sistem oluşturmuştu. Bunlardan sadece ikisi hakkında bir nebze de olsa bilgi vermek yerinde olur diye düşünüyorum.  Aslında o yıllarda kurulan tüm işletmelerin ana kuruluş misyonu benzerlikler gösteriyordu. Ama şeker fabrikaları, ama kimya, metalürji vb. hangi türden işletme olursa olsun yaşam felsefesi hemen hemen aynıydı Vatandaşla doğrudan etkileşim, vatandaşı devletin imkânlarıyla buluşturmak, eğitmek, yaşam standartlarını yükseltmek, sosyal yaşamın nasıl olması yönünde vatandaşa destek ve örnek olmak.

İlk ve en önemli örnek tabii ki Nazilli Sümerbank sosyal fabrikasıdır

.

Dönemin önemli sanayi kuruluşlarından Atatürk’ün bizzat kendisinin fikir babası olduğu 9 Ekim 1937’de açılan ve Rusya’dan narenciye karşılığı alınan krediyle kurulan,2 bin 700kişinin çalıştığı Nazilli BasmaFabrikası, Atatürk modeli fabrika tanımınaen uygun bir örneklerden biri

.

Fabrika kurulmadan önce bataklık olan arazi kurutulup uygun hale getirildi ve yüzyıllardır sürüp giden sıtma illetinden ahali kurtulmuş oldu. Vatandaşa sıtma ile mücadele kapsamında bedavadan kinin, sıtma ilacı dağıtıldı. Fabrika için kurulmuş hastane Nazilli halkına da hizmet vermeye başlamıştı. Çiftçiye modern zirai aletler verilerek modern tarımın yolu açılmış ve fabrika için ihtiyaç olacak pamuk için çiftçiye 200 adet modern pamuk dikme makinesi verilmişti.Traktör, römork ve benzer tarım araçları Nazilli’ye getirildi kullanılması çiftçilere öğretildi.

Fabrikanın kurulmasıyla kasaba şenlenmiş, oteller, lokantalar birbiri ardına açılarak kasaba şehir görünümüne evrilmişti. Fabrikayla birlikte Nazilli’nin ilk kütüphanesi ve Sümer çocuk kütüphanesi açılırken 700 kişilik tiyatro salonu da Nazilli’nin kullanımına sunulmuştu.Konserler, müsamereler, temsiller, aile toplantıları, düğünler fabrikanın salonunda yapılır oldu. Spor faaliyetlerinde öncü olan fabrika 1937 yılında Sümerspor’u kurarak Nazilli gençliğini tembellikten kahve köşelerinden kurtarmıştı. Türk futbolunda Şeytan lakaplı Rıdvan Dilmen işte bu kulüp de futbol hayatına başlamıştı.

İşte on binlerce kilometre ötedeki Venezüella’ya örnek olan Atatürk Modeli Fabrika bu esaslarla Anadolu insanına ulaşıyordu.

Fabrikalardan Anadolu’ya yayılan uygarlık;

Şeker Fabrikaları sadece üretim alanları olarak kalmadı. Sosyal tesisleri ve yaşantısıyla çevresini aydınlattı, çevreye uygarlığı götürdü. Şeker fabrikalarında işçilerin soysal ihtiyaçları belki de bu günkü kanunların, mevzuatın çok üstünde idi. Çok özgür sendikalar ve sendika temsilcileri vardı. Temsilciler hiçbir korkuya kapılmadan işçilerini savunuyorlardı. Şeker fabrikalarında yer yer okullar, camiler, hamamlar, duş yerleri, eğlence ve spor tesisleri vardı. Çiçek bahçeleri, çimlikler, fidanlıklar oluşturuldu. Ucuz yemek ihtiyacı karşılanıyordu.  %97’sinde tuvalet olmayan evlerde yaşayan Anadolu insanı, bu fabrikalarda porselen tabaklı, keten veya muşamba örtülü masaların dizildiği yemekhaneleri ilk kez görüyordu. Çatal bıçak kullanmayı öğreniyorlardı.

Fabrikada çalışan işçiler evlerine, mahallerine gittiklerinde fabrikada gördüklerini uyguladılar. Fabrikalardaki bu yaşantı giderek çevreye yayıldı. Fabrikalarda düğün, sinema, konser salonları vardı. Anadolu insanı sinemayla bu salonlarda tanıştı.Çevre köylerin kadınları, fabrikalarmeydana çıktıktan sonra şehir sinemalarına gitmeye başladılar. Manto giyenler görüldü. Fabrikadaki hanımlarla ahbaplık kuranlar oldu. İnsan yüzüne çıkmayan genç kızlar, fabrikada iş bulup para almaya başladı. Çeyizlerini yaptılar. Çocuklar pabuç giymeye başladı. Yüzme havuzları, parklar Türk köylüsünün tanımadığı şeylerdi. Bakırköy, Gemlik ve Hereke’de deniz sporu tesisleri, Kayseri ve Malatya’da yüzme havuzları, spor sahaları kurarak çevrelerine örnek oldular. Atatürk’ün kurduğu fabrikalar çöl ortasında vaha gibi çevresine uygarlık saçan müesseseler oldu.

Anadolu’nun yüzyıllarca ihmal edilmesinden dolayı yoksulluk ve yoksunluktan ve dahi içinde bulunduğu cehaletin karanlığından, Zeus’tan ateşi çalıp insanlığa hediye eden Titan Prometeus misali uygarlık ateşini, ışığını Anadolu’ya ulaştıran Atatürk modeli iktisadi teşekküller uygarlığın birer ileri karakolu görevini üstlenmişlerdi.

Bu fabrikalara, işletmelere diğer çok önemli ve anlatılmazsa eksik kalacak diğer bir örnek ise Batman Rafinerisi işletmesidir.

Batman, 1990 yılına kadar Siirt’in bir kazası, daha önceleri ise Sümer uygarlığından kalan İluh tepesindeki eski yerleşim yeri olan 10 haneli kendi halinde bir mezra iken İluh’un kaderi, ülkenin kaderini değiştiren Mustafa Kemal Atatürk’ün ileri görüşlülüğü sayesinde değişmiştir.

Cumhuriyet kurulmuş ve 10. Yıl coşkusuyla ülkede A’dan Z’ye bir değişim ve dönüşüm yaşanmış, Türk Mucizesi her alanda kendini göstermişti. Petrolün ne kadar stratejik bir öneme sahip olduğunun idrakinde olan Atatürk, petrol sektörü ile ilgili olarak ilk yasal düzenlemeyi 1926 yılında çıkartılmasını ve ülke sınırları içinde bütün petrol arama ve işletme haklarının Hükümet'e devredilmesini sağlamış ve devamında da 1933 yılında Petrol Arama İşletmesi Dairesini kurdurmuş ve bu hummalı çalışmalar neticesini kısa zamanda vererek 13 Ekim 1934 senesinde Mardin'in Midyat ilçesinde ilk kuyu açılmaya başlanmıştı bile.

İşin sorumluluğunu, işin ehlini, yani moda deyimle liyakata çok önem veren Atatürk, işin başına ;

1893 de Bolu'da doğan, orta tahsilini İstanbul'da Robert Kollej’inde yaparken çalışkanlığı ile temayüz etmiş hocalarının, bilhassa Tevfik Fikret'in takdirlerini kazanan ve 1910 yılında Robert Kolleji’ni yüksek başarı ile tamamlayarak yüksek tahsilini yapmak üzere Amerika'ya giden, o zamanın Hükümeti tarafından Amerika'ya tahsile gönderilen dört Türk talebesinden birisi olan ve Amerika'da, New York şehrinde Columbia Üniversitesinde Maden mühendisliği tahsil etmiş ve daha sonra petrol ihtisası yapmak üzere Cities Service adlı büyük bir petrol şirketine giren ve jeolog olarak 16-17 sene gibi uzun müddet bu şirkette çalışan ve şirketin Amerika ile Meksika'daki muhtelif petrol arama sahalarında birçok jeolojik etüdler yapan ve birçok bölgelerde petrolün bulunmasına etkili olan Petrol Mühendisi olan Cevat Eyüp Taşman’ı ‘’ Vatanın size ihtiyacı var’’diye yazmış olduğu dört kelimelik bir mektupla memlekete çağırmış ve işin başına geçmesini istemiştir

.

 

Atatürk’ün bu isteğine bir an olsun bile tereddüt göstermeyen Cevat Eyüp Taşman memlekete dönmek için hazırlık yaptığında şirketi, Amerika’da kalması için kendisine sunduğu ret edilmesi imkânsız maaş ve olanakları elinin tersiyle iterek Atatürk’ün çağrısına icabet ederek memlekete genç Türkiye Cumhuriyeti’ne geri dönmüştür.

İşin başına geçen tecrübeli, işin ehli Cevat Eyüp Taşman hemen petrol arama faaliyetlerine başlamıştı. Daha önce de 1929 sonunda memleketin petrol ihtimallerini tetkik ettirmek üzere Hükümetimiz tarafından yapılan davet üzerine bir sene kalmak için Cevat Bey şirketinden izin alarak memlekete gelmiş ve bir yıl içinde memleketin muhtelif bölgelerindeki petrol emare ve strüktürlerinin petrol bulma bakımından jeolojik etüdlerini yapmış ve hükümete tavsiyelerde bulunmuştu. Memleket petrol bulabilmek için canla başla çalışırken bu gelişmelerin engellenebilmesi için iç isyanlardan Ağrı ayaklanması da başlamış ancak Cevat Bey ve arkadaşları canlarını hiçe sayarak petrol arama etütlerini devam ettirmişti.

Cevat Bey daha önceki yıllardaki tecrübelerinden istifade ederek arama yapılacak yerleri belirlemiş ve ön hazırlıklarını yaparak ilk kazmayı vurmaya başlamıştı. 1934 yılında çalışmalar sonuç vermeye başlamış ve Raman Dağı’nda petrol bulunmuştu. İlk kuyunun açılmasına başlanmıştı. O yılların imkân ve kabiliyetlerinin sınırlı, teknolojinin yetersiz olması gibi sebeplerden dolayı bir kuyunun açılması 2 sene kadar sürüyordu. Yapılan çalışmaların neticesini göremeden Mustafa Kemal Atatürk hayata veda etmişti. Ancak bayrağı İsmet İnönü devralmış ve çalışmalara 2. Dünya Savaşının o yıpratıcı koşullarına rağmen devam ettirmişti.İnönü trenle Batman’a daha doğrusu İluh mezrasına gitmiş ve rafinerinin ne pahasına olursa olsun açılması için talimat vermişti. Cumhurbaşkanı İnönü o gece mezrada kalacak bir yer olmadığından trende gecelemişti. Türkiye öz sermayesi ile başlattığı çalışmaları semeresini göstermiş ve Türkiye'de ilk petrol 20 Nisan 1940 tarihinde Raman Dağında bulunmuştu.

.

Petrolün bulunması ve çıkarılmasıyla 10 haneli İluh mezrasının kaderide değişmişti. Tesislerde çalışmak üzere ülkenin dört bir yanından işçi, teknisyen, mühendis ve diğer hizmetlilerle birlikte 4.500 çalışanı ile yeni bir şehir havasına bürünmüştü. Çalışanlar için lojmanından, hastanesine, spor tesislerinden botanik bahçesine değin her şey kısa sürede inşa edilmişti. Yüzme havuzundan, spor tesislerine, sinema salonundan dans salonlarına kadar büyük bir şehirde ne olması gerekiyorsa her şey düşünülmüştü. Rafineriye yapılan bu tesislerden yöre halkıda faydalanmış ve daha birçok şehirde olmayan yüzme havuzu, spor tesisleri, sinema salonlarından istifade etmeye başlamışlardı. İluh mezrası büyümüş ve adı Batı Raman olarak anılır olmuştu. Şehrin adı Batı’nın BAT’ı Raman’ın MAN’ından esinlenerek BATMAN olduğu çeşitli mecralarda anlatılır olmuştu.

Rafinerideki sosyal yaşam yöre halkına da yansıtılmış, tesislerin her türlü imkanları vatandaşların kullanımına sunulmuştu. 

Tesislerde çalışanlar ile aileleri için bir müzik grubu kurulması düşünülmüş ve yetkin sanatçılardan oluşan bir orkestra için çalışmalar başlanmış ve kısa sürede bir orkestra vücuda getirilmişti. Orkestra hem çalışanlara hem de haftanın belli günlerinde yöre halkına konserler veriyor ve bölge insanını modern müzikle tanıştırıyordu.

Kurulan orkestra öylesine başarılı bir guruptu ki Hürriyet Gazetesi’nin 1968 yılında düzenlediği Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’nın finalinde Haramiler, Erkin Koray ve Moğollar’ı “Meşelidir Engin de Dağlar Meşeli” şarkısıyla geçerek o yılki yarışmanın birincisi olmuştu. 1967-1969 yılları arasında Anadolu ezgilerini popla buluşturan orkestranın solisti İlhan Telli, Anadolu Pop Müziği’nin öncü isimlerinden biri olarak; Dario Moreno Ödülü, Akdeniz Dostluk ve Barış Müzik Ödülü, Tanju Okan Ses Yarışması ödüllerini de kazanmıştır. Anadolu’nun en ücra köşesindeki İluh mezrasında yaşayanlar Anadolu pop müziğiyle tanışmaları ülkenin çoğu yerinden önce olmuştu.

.

TPAO Batman Orkestrası bir döneme damgasını vurmuş Türk Müzik kültüründe yadsınamaz izler bırakmıştı. Çekinerek Anadolu’nun bu ücra köşesine gelen müzisyenler sosyal tesisleri, havuzu, sinema salonlarını, tenis kortlarını, botanik bahçelerini görünce kendi deyimleriyle sanki Paris’e geldiklerini belirtmişlerdi. Zaten gelen müzisyenlerin birçoğu burayı yurt edinmişler ve en az 15 ila 18 yıl gibi bir zaman Batmanda yaşamışlardı. Bu orkestra konusu yabancı ellerde olsa onlarca kez filmi çekilir ve dünyaya tanıtılırdı. TPAO Batman Orkestrası ile ilgili You Tube kanalında sinema tadındaki belgesel her şeyi çok güzel anlatıyor. Bu belgeseli bir zamanlar babasının TPAO da işçi olarak çalışan Batman doğumlu yönetmen Metin Avdaç çocukluk günlerinin efsanesi TPAO Batman Orkestrasının ‘’Kara Altından Altın Mikrofona’’ adlı belgesi film tadında bir vefa duygusu olarak yapmıştı.

Batman çok yıllar önce Rafineri sayesinde sporla, müzikle, çağdaş yaşamın en güzel örnekleriyle anılırken, değişen anlayışla birlikte sosyal fabrikaların zaman içerisinde anlamını yitirmesi, özelleştirme kapsamında satılarak tamamen kamu faydasından uzaklaştırılması, özelleştirmelerin yanında terk edilip kapatılması( misal Nazilli Sümerbank Fabrikası) ile tesislerin çevresi yaşamsal kuraklıklara neden olmuş ve dediğimiz gibi bir zamanlar modern, çağdaş yaşamın sergilendiği Batman ne yazık ki yakın zamana kadar terörle, tez konularına konu olacak şekilde genç kızların intiharlarıyla anılır olmuş ve Forbes Dergisinin yapmış olduğu ankette Batman’ın 81 il içerisinde yaşanacak şehir olarak 71. olarak  en son sıralarda yer alması insanı üzmüyor desek yalan olur.

Atatürk’ün insanca yaşamanın koşullarını vatanın en ücra köşelerine kadar ulaştırmanın araçlarından, Halkevleri, Halkodaları, Türk Ocağı ve Sosyal Fabrika anlayışı ile hayata geçirilmiş bu sistemlerin yanında bir de askerlik olayını anlatmadan geçemeyeceğim.

Yukarıda birkaç örneğini vermiş olduğumuz fabrikalar olsun Halkevleri olsun bulunduğu çevre ile uyum içerisinde olurken, sahip olduğu imkânları da yöre halkıyla paylaşmaktan kaçınmamış ve hatta bu imkânları paylaşmayı bir vazife bilmişlerdi. Tesislerin, her türlü imkânı, hastanesi, kütüphanesi, spor oluşumları, sinema ve tiyatro salonları ile açılan kurslar, ortaklaşa yapılan sosyal faaliyetler karşılıklı etkileşimlerle adı konmamış bir eğitim seferberliği haline gelmişti.  Bu oluşumlardan çok da bağımsız sayamayacağımız benzer görevleri misyon edinmiş ama adı konmamış, birer yaygın ve örgün eğitim kurumu gibi sayılacak askeri kurumlar konusunu kısaca özetlemek isterim.

‘’Kışla bizde sadece bir harp öğretim yeri değil, aynı zamanda bir kültür ocağı, bir sanat okuludur ve böyle olmakla da memlekete yaptığı hizmet ölçülemeyecek kadar büyüktür.’’Bu sözü kim söylemiş olabilir? Tabii ki her konuda ileri görüşlü, memleket sevdalısı ulu önder Mustafa Kemal Atatürk. Asker ocağı salt askerlik konularının öğretildiği bir yer, süreç olarak değerlendirmek bir yanıyla biraz eksik kalabilir.

Askerlik ile ilgili yazacaklarım kesinlikle bağlayıcı özelliği olan, bilimsel, kurumsal ya da akademik bir çalışma değil, mesleğimiz gereği 35 yıllık üniforma giymiş asker ocağında astlarımızla, üstlerimizle uzun yıllar geçirdiğimiz ve süreç içerisinde yaşadığımız tecrübeler, kazandığımız bilgi ve birikimler, yapmış olduğumuz gözlemler, sistem içi aldığımız eğitimler sonucunda içselleştirdiğimiz, tamamen öznel düşüncelerimizdir. Katıldığınız, katılmadığınız, onayladığınız ya da onaylamadığını birçok konu olabilir. Hadi canım bu kadar da olur mu? Bizde askerlik yaptık hiç de anlattığınız gibi şeyler görmedik, yaşamadık diyebilirsiniz.  Yazılanlar tamamen şahsi düşüncelerimdir, her türlü eleştiriye açıktır.

Asker ocağı, özellikle yükümlü askerlik sisteminin geçerli olduğu zamanlardaki misyonu günümüze göre çok farklı bir yönü vardı ki toplumsal bilincin oluşması, ortak kültür, millet anlayışının idrak edilmesi, kolektif yaşamın, ortaklaşa bir kader birliğinin, güven, dayanışma, duygularının zirve yapıldığı süreç aslında milli eğitim ile sağlanabilirken kabul edersiniz ki her yurttaş eşit oranda bu eğitim fırsatından istifade edemiyordu, ancak nüfusun özellikle genç nüfusun anayasal bir hakkı olan ya da halk arasında vatan borcu kavramı, olgusuyla tanımlanan askerlik ocağı, yukarıda bir kaçını saydığımız özellikleri askerlik sistemi sayesinde gençlerimize kazandırabiliyordu.

İnsanlık var olduğu andan itibaren ortak bir amaç için çalışmaya başlamış ve bu kapsamda örgütsel yapılar kurulmuştur. Bu örgütlü yapılar içerisinde insanlar bireysel amaç ve hedeflerinden arınarak ferdiyetçilikten toplumsal bir anlayışa yöneldikleri ve bu süreç sonunda ise türdeş, yani homojenize anlayışa sahipolduğunu ve toplumsal değişim neticesinde değer kazandıklarını söyleyebiliriz. Türk Milletinin aynı görüş ve anlayışa, değerler sistem içinde kolektif bir düşünce sistemine kavuşabildiği en etkili organize kurum Türk Milletinin sahip olduğu Ordusudur.

Askerlik öncesi yaşamında herhangi bir kurumsal yapı, herhangi bir hiyerarşik katmanlı bir sistemde yer almamış, kendini ait hissedeceği bir kuruluşta olmamış, adeta kendinden sorumlu tek başına bir yaşam yaşamış gencimiz askere geldiğinde tanışacağı ilk şey kendini ait hissedeceği bir teşkilat, kuruluş yapısı içinde bulmaktır.

Askere gelen genç, ya piyadedir, ya topçu, ya istihkâm, muhabere, levazım, ya da diğer saymadığımız sınıflardandır. Artık o bulunduğu sınıfa ait bir oluşum içerisindedir. Kendini o sınıfın özelliklerine ait hisseder. O, ait olduğu sınıf içerisinde hemen bir teşkilat yapısına dahil edilir. Bölük, batarya yada bulunduğu sınıfa ait kademe, kısım vb gibi alt kuruluşlarda yerini alır ve bir teşkilat numarası alarak teşkilattaki yeri kesinleşir. Bulunduğu teşkilatta artık ferdiyetçilikten kurtulur ve ait olduğu oluşumda bir dayanışma içerisine girer ve takım ruhu dediğimiz en önemli sosyal oluşumda yerini alır. Artık o havan kısmının, muhabere bölüğünün, istihkâm ya da levazım takımının bir üyesidir ve her şeyi artık o dâhil olduğu oluşumdur. Öncelik ait olduğu takımdır, sonrası ise bağlı bulunduğu bölüktür. Yandaki bölük artık onun için tatlı bir rekabet içerisinde olacağı rakibidir. Piyadeyse askerliğin temeli piyadeciliktir diyerek ait olduğu sınıfın özellikleriyle gurur duyar. Hele hele komandoysa artık çalımından geçilmez. Mavi bereyi giydiği zamanki duyacağı onuru belki de hayatının hiçbir anında duymayacaktır.

Mavi bereli bir komando için ondan daha önemli başka bir bölüm yoktur. Öyle bir anlayış öyle bir takım ruhuna sahip olurlarki bunu ancak yaşayanlar bilir. Eğer ki mavi bere takmayan normal şapka takan bir asker varsa,mavi bereli komando için o artık sıradan bir askerdir. Mavi bereli askerin yürüyüşü de artık eski yürüyüşü değildir. Ayakları yere basmadan yer çekimsiz ay üstünde yürüyormuşçasına bir zeybek edasında yürür ve bundan aşırı gurur duyar. Hele ki paraşütçü komandoysa ve 6 atlayıştan sonra paraşütçü brövesini göğsünün sol tarafına taktıysa artık o, eski o değildir. Bambaşka bir alemin varlığı olmuştur. Mavi beresi olup da paraşüt brövesi olmayanla, paraşütçü brövesi olan komando arasındaki fark yine bariz bir biçimde ortaya çıkar ki, bu farkı postür yani duruş bozukluğu olandan anlarız. Normal olarak zaten mavi bereli yerçekimsiz bir ortamda yürüyormuşçasına hareket ederken paraşüt brövesine sahip komandodaki postür hemen dikkati çeker. Yürüyüşte ya da duruşunda paraşütçü olduğuna dair bir sembol olan ve sol göğüse takılan boröve ile birlikte, sol omuz, sol göğüs normalinden biraz öne doğru çıkmış olmasından onun paraşütçü komando olduğunu hemen anlarız.

Mavi bereli komandoların bölgesine ola ki siyah bereli bir asker gurubu geldiğinde, ilk defa siyah bereli bir asker gördüklerinden birden bir bilinmezlikten dolayı bir korku, bir telaş, bir panik içerisine düşerler, acaba bu siyah bereliler kendilerinden üstün bir komando gurubu mu diye. Sonradan onların herhangi bir komando sınıfından değil de tank sınıfının askerleri olduğunu öğrendiklerinde rahatlamış olan içleriyle müstehzi bir tavırla ‘’yok canım tankçıymış onlar ‘’ deyip hafiften gülümseyip küçümseyerek piyade gibi sıradan asker gurubu olduğunu ifade edip tekrardan o gururlu dünyalarına dönerler

.

Askerlik homojen bir anlayış kazandırır dedik ancak bu anlayışa erişmeden önce askerlik kişiyi önce ferdi özellikler, kazanımlar edindirir. Askerlik ülkemizin en eski, en kurumsal yaygın ve örgün eğitim sistemidir demiştik.

Ülkemizin refah seviyesi bilinen bir gerçektir. Askere gelenlerin büyük çoğunluğu, orta ve alt ekonomik gelirli ailelerden oluşur.  Ülkenin doğusu ya da batısı fark etmeksizin kırsal alandan gelenlerin büyük çoğunluğu için askerlikte gördükleri şeyleri belki de hayatlarında ilk kez gördükleri gerçeğidir ne yazık ki.

Yemekhaneye geldiğinde kendi adına ayrılmış masa da, çorbası, yemeği, tatlısı, salatasını ayrı tabaklarda servis edildiğini gördüğünde, masa da şişelerde yağ ve sirkenin, tuzun karabiberin ayrı ayrı tuzluklarda gören Mehmetçik evde tek tabağa tüm ailece kaşık salladığı sofradan sonra bu gördüğüne şaşırması çok doğaldır. Kıtaya katılan Mehmetçik için sosyal hayata adaptasyon eğitimi aslında çoktan başlamıştı bile. Tabii ki bu eğitim bilinen şekilde, bir okul gibi ders metoduyla değil, hayatın normal akışı içerisinde fark etmeden yavaş yavaş başlar ki bu eğitimin semeresini çok sonraları terhis edildikten sonra memleketine gittiğinde alacaktır ve anlayacaktır.

.

Hayatında belki de tarhana çorbası, bulgur pilavından başka yemek göremeyen Mehmetçik, askerde dalyan köfte, kadınbudu köfte, elbasan tava, gibi benim bile ilk defa Harp Okulunda yediğim yemekleri yeme şansına erişecektir. Un helvasından başka tatlı göremeyen Mehmetçik vezirparmağı, kadayıf, baklava, sütlaç, keşkül vb. bunlar gibi birçok tatlıyla da askerde tanışacaktır. Bunlar çok şaşılacak şeyler değildir bazıları için ama dediğim gibi ben Harbiye de okumaya başladığımda normal olarak evlerimizde pek görülmeyen ve yatılı okul yemeklerinden olan dalyan köfte, kadınbudu köfte, elbasan tava gibi yemekleri Mehmetçikler gibi ilk defa askeri okulda yemiştim

.

Yemekte meyve olarak masa da kivi görüp de bunun nasıl yeneceğini bilmeyen birçok Mehmetçik gördük desek abartmış olmayız.  Yemekhanede oturacağı masa şahsına özelken, yatacağı yatak da ait olduğu takım ile aynı yerde ve kendine ait bir yatak olacaktır. Belki de geldiği yerde yer yatağında aynı anda 4,5 kardeş yan yana yattığından kendine ait bir yatağı olmasını ilk başlarda yadırgayacaktır. Kendi yatağını kendisi yapacak, yattığı yeri kendisi temizleyecek olması yıllardır evde annesinin yaptığı işleri anlamasına sebep olacak ve yaşadığı rahatlığın farkına varmasına sebep olacaktı.

Her sabah banyo yapma fırsatına sahip olması ve haftada mutlaka bir kez banyo yapmasının mecbur olması, şahsi temizliğe önem verilmesi ve kontrol edilmesi sayesinde kişisel hijyene alışması açısından eğitimin bir başka yönünü oluşturmaktadır. Hayatının hiçbir döneminde askerde olduğu kadar sabah tıraş olmamış, dişlerini fırçalamamış ve akşam yatarken ayaklarını yıkamamış Mehmetçik, toplu yaşamanın eğitimini farkında olmadan yavaş yavaş ve sindire sindire almaya başlamıştır.

Belki de yaşam boyu yapmayacağı kadar spor etkinliklerini askerlik sayesinde yapan Mehmetçik spor ve spor kültürüne, toplu yapılan sporlarla belki de ilk defa bu sayede tanışacaktır. Sporla tanışması kadar akşam derslerinde ya da serbest saatlerde birliğin imkânlarıdâhilin de belki de ilk defa sinemayla tanışma fırsatı bulacaktır

.

Askerlik sistemi yurdum insanının aslında sağlık sigortası gibi bir görevi de üstlenmişti. Askerlik öncesi yaşamış olduğu rahatsızlıkları gitmiş olduğu askerlik sayesinde askeri hastanelerinde tedavi olma şansına sahipti. Birçok gencimiz kendi imkânları ile tedavi olamayacağı rahatsızlıklarını askerde giderme yoluna gitmiştir.Doğuştan çene yapısı bozuklukları, diş problemlerini birliğin diş kliniğinde giderenlerin birçok tanığı olarak bu imkâna şu anda sistemdeki görevli rütbeliler bile sahip olmadığını bilmek ne yazık ki çok üzüntü verici.

Belki inanması zor olacak ama sünnet olamamış birçok gencimiz askerlik sayesinde bu emellerine ulaşabilmişler ve bu ezik hissettikleri durumdan askerlik sayesinde kurtulmuş olduklarını bu durumlara şahsen tanık olmuş birisi olarakgayet rahatlıkla söyleyebilirim. Askerdeyken, değişik şekil bozukluklarına sahip olup da bundan müzdarip olan gençlerimiz askeri hastanelerin varlığı ile bu dertlerinden kurtulmuşlar ve hayata daha farklı bakmaya başlamışlardı. Misal olarak el ya da ayaklarında fazladan parmak yani 6 parmaklı ele sahip olanlar, aşırı şekil bozukluğu yani kepçe kulak dediğimiz kulak yapısına, aşırı büyük ya da kırılmış ama tedavi olmamış büyük burun şekline sahip olanlar askerlik sayesinde bu dertlerden kurtulmuşlar ve toplum önünde belki de sıkıntı çektikleri ve kaybolmuş olan öz güvenlerini bu şekilde geri kazanmış oluyorlardı..

Askerlik öncesi yaşamında, bulunduğu sosyal çevre, değişik kültür ortamlarında yaşayan gencimiz, herhangi bir sıkıntısı olduğunda derdini anlatacak bir merci olmadığından ya da böyle durumdan dahi haberi olmayan gencimiz, eğer ki varsa devam ettiği okul da anlayışlı bir görevlinin de yardımını alamadıysa her türlü psikolojik sıkıntısıyla baş başa kalırdı.

Sivil yaşamında ekonomik ve sosyal, ayrıca fiziksel koşullar nedeniyle profesyonel bir ruh sağlığı uzmanına ulaşma imkânı olmayanların hayatlarında ilk defa askerlik sayesinde kendileri ve problemlerine ilişkin farklı bakış açısı kazandıran psikolojik desteğe ulaşma fırsatına ,erişiyorlardı.

Kendi kararlarını alabilme ve psikopatolojik rahatsızlıkların bu kararları üzerindeki olumsuz etkilerinin tanıtılmasında çevrelerinde özellikle gündemde olan madde kullanımı ve bağımlılık konularında aile ilişkilerinde gelişim odaklı yaklaşım bilincinin kazandırılmasında eş ve evlilik ilişkileri konusunda gelecekteki aile temelinin oluşturulmasında ailede veya yakın çevredeki ruhsal rahatsızlığı bulunan mehmetçiklere karşı farkındalığın artırılmasında TSK Rehberlik Hizmetleri doğrudan ve dolaylı olarak bireysel katkılar sunmaktadır.

Farklı kültür sosyoekonomik koşullardan gelen yurdum genci, memleketinde en yakınlarına dahi anlatamadığı sorunlarını, askerlikte ilk önceleri profesyonel anlamda Rehberlik Danışma Merkezleri (RDM) kurulmadan önce ilk müracaatını bağlı bulunduğu komutanına anlatırdı. Her türlü derdini, aile içi sorunlar dahi komutanına anlatır ve komutanı imkânların elverdiği şartlarda sorunlu askeriyle ilgilenirdi.  Zaten bir asker ilk geldiğin de birlik komutanıyla bir mülakat yapılır ve her askerin birer danışmanlık kartı olurdu. Her türlü sıkıntısı bu kartlara işlenir, komutanının yetersiz kaldığı yerde devreye Askeri hastaneler girerdi.

Psikoloji dünyasının duayen hocalarından rahmetli Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu ile Mehmetçik için Yurt Sevgisi Eğitim programın da 2 aya yakın beraber çalışma fırsatı bulduğum zamanda, hocamız rütbeli askerler, Subay/ Astsubaylar için ‘’Çarıklı Psikolog’’ benzetmesini yapmıştı. Gerçektende bizlere emanet edilmiş Mehmetçiklerin her türlü sorunlarıyla ilgilenmek durumundaydık. Sonraları Rehberlik sistemi ile birlikte işin yetkin sahipleri devreye girmiş ve sivil hayatta değil psikolog,herhangi bir sağlık çalışanına bile ulaşmakta yoksunluk çeken yurdum gençleri askerlik sistemiyle birlikte çok rahatça, zaman mevhumu olmaksızın istediği kadar, istediği zaman psikolojik danışmanlığından istifade hakkına kavuşmuştu.

RDM görevinde muazzaf subay,astsubaylar görev alırken yedek subay olarak askerliğini yapan konunun uzmanları da görev alırdı. Bu uzmanlar sorunlarını dinlediği askerleri takip ederken, aslında bir anlamda kendileri de akış içerisinde eğitiliyor, tecrübe kazanıyorlardı. Mesleklerinin başında olan yeni mezun yedek subay RDM uzmanları, askeri ortamın bilmesi gereken prensibi ile mesleki etik ve hukuki farkındalıkları kalıcı olarak öğrenirler. Yani pratikten uygulamaya geçen ikilemlerle kendi mesleki etik kurallarına bağlılık geliştirme fırsatı bulurlardı.

Karşılaştıkları patolojik öyküler ve kazanımları ile riskli durumlar ve psikolojik acil vakalarda psikolojik dayanıklılık ve soğukkanlılık kazanırlarken,farklı kültür sosyoekonomik koşullardan gelen bireylere verdikleri hizmetlerle farklı popülasyonlarla çalışma deneyimi sahibi olurlardı.Her şeyden önemlisi kriz, acil durum ve ön görülemeyen koşullarda psikoloji kitaplarının teoride kaldığı konularda eylemsel davranışlar geliştirme fırsatına sahip olurlardı.

Mehmetçik için askerlik apayrı bir dünyadı aslında. Askerlik öncesi ailesinde bile ciddiye alınmamış, kimse tarafından önemsenmemiş, birey olarak değersiz hissettirilmiş Mehmetçik, askerde en çok güvendiği şey inandığı takdirde bölük komutanları, ya da sıralı komutanları olmuştur. Ailesinden daha çok bazen ait olduğu birliğin komutanına güvenir olurdu. Birçok meslektaşımın da mutlaka benzer hikâyeleri tecrübe etmiştir. Daha ilk tayin olduğum Bayburt’ta bir askerimiz çarşıda tanıştığı ve sevdiği kızı ilerleyen zamanlarda kaçırmış ve kışlaya getirmişti. Yani memleketine anasına, babasına değil de güvendiği komutanına sığınmıştı.

Mehmetçik hem bedeni hem de ruhani yönden askerlik sistemi sayesinde tıbbi destek görürken belki de sivil yaşamında kendini çok yalnız hissettiği anlar olsa bile, asker ocağında böyle bir şansı istese de olamazdı. Daha gelir gelmez görevinin gerektirdiği teşkilatta, kadroya dâhil olur ve ait olduğu Kısım, takım yada bölükte bir yere ait olurdu. Sivil hayatta sırdaşı olacağı, derdini anlatabileceği bir arkadaşı, akrabası belki de kardeşi dahi olmamış gencimizin askerlikte görev gereği ‘’Can Dostu’’ dediğimiz bir arkadaşı olur. Bu can dostu dediğimiz arkadaşı, her ikisi için de geçerlidir, her türlü sırrını, derdini birbirine anlatacak seviyede kanka olurlar, artık sevdiği kızdan tutunda anasının babasının tüm özelliklerini, kan gurubunu, her türlü ailevi bilgileri, ulaşabilecekleri telefon bilgileri dahi bu iki can dostu birbiri hakkında bilgi sahibi olurlardı. Güvenecekleri sırtını her daim birbirlerine verecekleri bu arkadaş, diğer arkadaşlarından kavram olarak çok farklıdır.Birinin başına bir şey geldiğinde herkesten önce can dostu yardımına koşar ve bu dostluk belki de bir ömür boyu sürerdi.

Askerlikte edinilen dostluklar unutulacak türden şeyler değildi. Büyüklerimize, dedelerimize, babalarımıza, anlatması için askerlik anılarını sorduğumuz daki sormasak da onlar zaten anlatır, (Türk gencinin en çok korktuğu ama sonrasında da yıllarca onurla anlatacağı tek şey askerliktir) bu konu yani askerlik arkadaşı mevhumu hemen dikkatimizi çeker. Çok uzun yıllar geçse bile bu askerlik arkadaşlığı etkisini yitirmez ve her vesilede birbirlerini ararlar, önemli, mutlu ya da acı olaylarında zaman mekân mevhumu gözetmeksizin ziyaretlerine giderlerdi.

Asker arkadaşı kavramı Türk toplumunda o kadar yer etmiştir ki ünlü sinema oyuncumuz Şener Şen ve Uğur Yücel’in başrollerini oynadığı ve yetkin yönetmen Yavuz Turgul’un yönettiği, Türk Sineması’nın yeniden doğup canlanmasının önünü açmış olan ‘’Muhsin Bey’’ filminde bile ‘’Asker Arkadaş’’’ı kavramı işlenmiştir.Urfa’dan İstanbul’a şarkıcı olmak ve kaset çıkarmak için gelen ‘’Ali Nazik’’ Muhsin Bey’e kendisini onun asker arkadaşı tarafından tavsiye edildiğini söyler. İşte öyle bir kavramdı Asker Arkadaşlığı.

.

Askerlerimiz, sağlık yönünden ve de ruh sağlığı açısından her daim sıkı kontrol altında tutulurken, almış olduğu eğitimler, dersler neticesinde sivil hayatında, ki o yıllarda internet ve diğer sosyal medya mecraları şimdiki kadar yaygın olmadığından bazı konularda, dışardan öğrenemeyeceği, ailesinden birine soramayacağı, mahcubiyet duyulacak mevzuları askerlik sayesinde öğrenirlerdi.  Basit cinsel konulardan tutunda aile içi ilişkilerin nasıl olacağı hakkında konunun uzman hekimleri tarafından gece derslerinde öğretilirdi. Cinsel yolla bulaşabilecek hastalıklar, toplumumuz da halen bir tabu olan doğum kontrol yolları, prezervatif (kondom) kullanımı vb. gibi normalde dışarıda sıkıntı verecek, mahcubiyet hissedilecek konular gayet basit, anlaşılır bir seviyede askerlerimize anlatılırdı.

Gece derslerinde basitçe hijyen konularının, koruyucu sağlık tedbirlerinin nasıl olması gerektiği sıkıcı olmayan tarzdaki eğitimle aktarılırdı. Basit hijyen eğitimi deyip olayı küçümsememek gerekir ki daha geçen seneler de pandemi, covit salgını zamanı el, yüz yıkamanın ne kadar koruyucu olduğu ve 21.yy’ın en önemli meselesinin sabunla doğru bir şekilde el yüz yıkama olayı olduğunu kamu spotlarında günlerce televizyonlarda yayınlandığını hatırlamak, konunun aslında ne kadar da hayati olduğunu göstermektedir

.

Bazen gece derslerinde aile ilişkileri, evlilik vb gibi konulara gündem dışı çıkılır ve erkek ya da kız çocuğu sahibi olmanın kromozomlarla doğrudan olan ilişkisini basitçe örneklerle anlatmaya çalışır, akıllarında yanlış bilgi kalmamasını sağlardık. Basitçe, annede sadece X-X kromozonu, babada ise X-Y kromozonu olduğunu, kız çocuğu için XX, erkek çocuğu içinse XY kromozonlarının birleşmesi gerektiğini ve Y kromozonunu sadece erkekten, yani babadan gelme şansı olduğunu, babadan X gelirse annedeki var olan X ile birleştiğinde XX yani kız çocuğu, eğer ki babadan Y gelirse annedeki X ile bileşmesiyle XY yani erkek çocuğu olacağını anlattığımızda askerlerdeki şaşkınlığı ifade edemezdiniz. Bazı askerler gerçeği öğrendiğinde ‘’ Ya komutanım memlekette,ablamıza, yengemize, teyzemize çok haksızlıklar yapılmış, erkek çocuğu doğuramadığı için ya üzerine kuma getirildi, ya da başka eşlerle evlenildi, demek ki erkek çocuğu için annenin elinden gelen bir şey yokmuş, baba Y veremediği müddetçe annenin erkek çocuğu doğurma imkanı olamazmış’’diyerek şaşkınlıklarını samimiyetle ifade etmişlerdi.

.

‘’Doğru bir insan bin kişiyi etkileyebilir.’’ Bu sözü rahmetli hocamız Prof.Dr. Doğan Cüceloğlu Ankara’daki çalışma gurubunda bizlere söylemişti. Yani direk bin kişi olarak değil ancak yapmış olduğu doğru davranış etkileşim yoluyla en az bin kişiye ulaşacağını ve onları pozitif yönde etkileyebileceğini belirtmişti. Şimdi, bu gece derslerinde askerlerden hepsi değil, ama bir kaçı bile bu bilgiyi özümseyip asker sonrası memleketine gittiğinde bu bilgiyi yakın çevresine aktarabilse belki de birçok mutsuz evliliklere engel olabilir diye düşünüyorum. Tabii ki bu doğru bilgi erkek egemen, yarı cahil toplumda ne kadar içselleştirilebilir, ne kadar erkek bu durumu kabullenebilir ve eşine karşı şefkatle yanaşabilir orası biraz tartışma götürebilir. Çünkü bazı toplumlarda kuma, ikinci eş alma isteklerini erkek çocuk doğuramıyor bahanesinin arkasına saklanmayı bir marifet sanan ‘’erkek’’ lerimizin var olduğunu bilmek insanı sıkmıyor desek pek de inandırıcı olmaz.

Askere gelen erlerimiz kadar üniversite mezunu olan yedek subaylarımızdan RDM uzmanları gibi doktor sınıfından yedek subaylarda aslında uzmanı olduğu tıp konusunda hizmet verirlerken farkında olmadan tecrübe kazanırlar ve deyim yerindeyse farklı bir eğitim programına dahil olurlardı. Özellikle iç güvenlik bölgesinde görev alan doktor asteğmenler sivil hayatında göremeyecekleri kadar vak’aları buralarda görerek mesleki tecrübelerine tecrübe katarlardı.

İstediği kadar Türkiye’nin en iyi tıp fakültelerinden mezun olsunlar, iç güvenlik bölgelerinde mayına basma, ateşli silah yaralanmaları, EYP (El Yapımı Patlayıcı)nedeniyle ciltte yanıklar, kesikler, kurşun yaralanmaları, patlama etkisiyle yanık, kırık, kesik her türlü melanetin bir arada görüleceği vak’aları görev yaptıkları bölge münasebetiyle tecrübe ediyorlardı. Askeri tababetin tecrübeli oldukları sahada bu askerlik sayesinde sivil doktorlarımızda bir hayli tecrübe sahibi olduğunu yaşayarak öğrendik. Bu vesile ile askeri tababetin, askeri cerrahinin ne kadar da vaz geçilmez bir kazanım olduğunu,yokluğunun ne çaresizliklere yol açacağını öğrenmek tabii ki insanı üzüyor.

Diş fırçası, macunu görmemiş ve ilk defa asker ocağında bunlarla karşılaşmış insanlarımızı bilmek belki de çoğu insanımızı şaşırtabilir. Her askere istihkak olarak diş fırçası, macunu, tıraş sabunu, jileti, şampuanı verilip sağlık konusunda farkında olmadan bilgi sahibi oluyorlardı.

Diyebilirsiniz ki askere hep alt/alt orta sosyoekonomik imkanlara sahip gençler mi geliyor? Hayır tabii kii çok önemli bir rahatsızlığı, raporu yoksa askerlik çağı gelmişse diğer tüm gençler gibi sınıfsız, imtiyazsız bir biçimde toplumun her katmanından gençler askere gelirdi. Yetişmiş olduğu kültür ortamı ne olursa olsun hiçbir ayrımcılık imkânından faydalanamadan her Türk genci gibi askerliğini yapar ve yaşardı. Son derece de varlıklı bir hayatı yaşamış olanı ya da bulunduğu kültür ortamından dolayı o askerleri hemen fark edebilirdiniz. Misal, banyoya ya da askeri tabirle hamama gittiğinde ayağında parmak arası terlik, elindeki torba da yumuşak liften tutunda, saç kremi, duş jeli, şampuan, kükürtlü sabun, nemlendirici kremlerden müteşekkil zengin karışım bir hamam setiyle elinde de kaliteli bir havluyla geldiğini görürsünüz. Ancak gel gör ki hamama ilk girdiğinde mahşer yeri gibi kalabalığı ve adam başı 4,5 dakikalık duş süresini görünce artık elindekilerin bir işe yaramayacağını ve sular kesilmeden hemen kısa bir sabunlanma ve duş almanın ne kadar elzem olduğunu yaşayarak tecrübe ederlerdi

.

Askerliğin insanları bir amaç doğrultusunda birleştirdiği, aynı havayı teneffüs ettirdiği, ortakve benzer şartları herkese birlikteyaşattığı, değil şampuan sabun dahi görmemiş Anadolu genci ile çeşit çeşit şampuanları, nemlendirici, besleyici kremleri olmadan banyoya giremeyen gençleri aynı ortamda yaşatan yerdi asker ocağı.

Askerde, hamamda çok kısa bir sürede duş alma ve hemen çıkma gibi durumlardan dolayı bazı kazanımlar da elde edersiniz. Misal bazen sosyal medya mecralarında özellikle kadın sayfalarında falan duş sonrası faaliyetler için boy boy havlular gösterilir. Baş havlusu, sonra yüz ve vücut havlusu, sonra ise ayaklar için ayrı ayrı birçok havlu gösterilirken erkekler için biraz da aşağılamak için olsa gerek bir tane havlu gösterilir ve her şey bu havluyla yapılır diye biraz da ti’ye alarak paylaşımlara mutlaka denk gelmişinizdir. Garibim Türk erkeği n’apsın ki, askerde işte 4, bilemedin 5 dakikada duşa girip çıkman gerekir, hamamı bir görseniz Esenler Otogarı gibi mahşer yerine dönmüş, zamanla yarışıyorsun, zaten askerin elinde 50X70 cm’lik genellikle mavi bir havlusu vardır ve her şeyi o mavi havludur. Zaten sınırlı zaman vardır o 4 dakika da duş aldın aldın, hemen arkadan diğer gurup girer, öyle baş havlusu, sırt havlusu vb gibi lüks tüketim malzemelerine ihtiyacınız olmaz olamazzaten. Havlunun yumuşak tarafı yüz ve saç tarafını, diğer kısım ise vücudunuzun geri kalan ve erojen bölgelerinizi kurularsınız. Ertesi gün eğer ki havlunun hangi yüzünü ne tarafa kullandım diye düşünüp karıştırırsanız çok da şey etmezsiniz zaten

.

Büyük kentlerin üst seviyedeki sosyoekonomik imkânlara sahip kültür ortamında doğup büyümüş ve son derece de iyi eğitim almış Robert Kolejini İstanbul da bitirip yükseköğrenimini Avrupa ya da Amerika’da yapan, Paris'in en iyi pastanelerinden Notre Dame Katedrali’in de bulunduğu nehrin karşısındaki Lacroix Pâtissier’de en narininden porselen fincanlar da,sabahları filtre kahvesini içmeden kendine gelemeyen gencimizin, sabahın kör vaktinde Van’lı çavuşun elinde palaskayla koğuşlardaki çelik soyunma dolaplarına vurarak sabaha neşeyle, coşkuyla, birkaç saat sonra anca doğacak olan güneşi selamlamalarını ve bu sayede içlerinin pozitif enerjiyle dolmasını sağlayan ‘’koğuş kalk’’ komutuyla, hayatında değil filtre kahve,normal kahve bile görememiş yurdum gençleriyle birlikte hep beraber uyandıkları ve tüm koğuşu sabunlu suyla yıkadıkları ve çevre temizliğine yani mıntıkaya coşkuyla çıktıkları yerdir askerlik ocağı.

İlla varlıklı ya da kentli bir gencin olması gerekmiyor, yurdumun orta halli bir yerinde evin kıymetlisi oğlunu, hazırlamış olduğu mükellef bir kahvaltıya davet için ‘’ hadi oğlummmm, tatlışım, tosunummm, bak saat 11 oldu, sana sevdiğin yumurtalı ekmek ve sucuklu yumurta yaptım, hadi tosunum kalk garii’’ şeklinde insanın içini ısıtan şefkat dolu seslenmeye, yatakta gerinerek ve yüksek perdeden daha uykusunu alamadığını, sonra kalkacağını söylenerek kıçını çevirip tekrardan uyumaya başlayan tosunum, askerde gecenin 02’inde  Yozgat’lı değiştirici onbaşının bu tosunumun başına gelip, kulağına minik, duygusal motive temalı, kelebek naifliğinde üflüyormuşçasına sakince kulağına seslenerek nöbete kalkmasının uykudan daha hayırlı olacağı yönünde ki motivasyon içerikli nasihatıyla,elindeki kasaturanın sivri tarafıyla dürterek gece 03-05 nöbetine davet edildiği yerdir asker ocağı.

Askerlik yapanlar çok iyi bilir, gece nöbetlerinin en istenmeyeni 03-05 nöbetidir, gece 3 deki nöbet yerinde olmanız için onbaşının sizi en az, bir saat önceden uyandırırdaha sonra, nöbet 05 de bittiği zaman ise, zaten sabah kalk iştiması için koğuş çoktan kaldırılmış olur ve mükellef kahvaltı ve akabinde sabah sporu başlar ve gece 02 de kalktığını o gün bitmek bilmez bir hale gelir. Sivil hayatında visko yataklarda ya da köyde yün yataklarında uyku tutmayan gençlerimiz nedense bu nöbetler sayesinde 35 derece sıcakta duvar dibinde, soğuk kar üzerinde, kamyon kasasında, fırına dönmüş metal nöbet kulübesinde, tel örgünün yanındaki dikenlik arazide, yer ve zaman mevhumu gözetmeksizin her türlü koşulda uyma becerisini gösterdiği yerdir asker ocağı.

Un helvasından başka tatlıyla yüzleşmemiş gencimiz ileAvrupa’nın ya daAmerika’nın nefis pastanelerin de, kafelerinde, badem, kuru üzüm, panko ve elma gibi malzemelerin kullanıldığı hem tatlı, hem de tuzlu olarak sunulabilen ana vatanı Avusturya olan Strudel, dondurma ile hazırlanan bir pasta çeşidi olan ve yapımında kaymaklı dondurma kullanılan, pasta arasına muz, limon bezesi ya da bisküvi kullanılan Fransız mutfağına özgü bir tatlı olan rokoko, yumurta, şeker ve peynir ile hazırlanan İspanya mutfağından dünyaya yayılan san sebastian cheesecake, yapımında keçi, manda ve inek sütü kullanılan üzerine karamel ya da meyveli sos kullanılan karamel soslu Trileçe gibi benzersiz tatlıları, oturduğu zarif pastanelerde filtre kahve eşliğinde küçük çatal darbeleriyle, ufak ufak damağında gezdirip hazzın doruklarında yaşarken, Balıkesir’in Kepsut kazasının Hotaşlar dağ köyünden ilk defa askerlik için köy dışına çıkmış olan Mehmetçiğin eğitim arasında, istirahatta elindeki tepside, askeri gazinonun ilkel şartlarında imal edilmiş damak çatlatan lezzetlerden olan, bir tür tatlısı gibi yağda kızartılan bol şerbetli Halka tatlısı,namı-ı diğer halk arasındaki ve askerdeki ismiyle ‘’Kerhane Tatlısı’’ nı satan askerden bir tane alabilmek için zerafetten kırılan askerimizin ne mücadeler verdiğini ve şansı yaver giderde o hengamede Kepsut’lu askerin tepsiye hücum edenleri fırçalayarak sıraya soktuktan sonra gazete kağıdının, itinayla kare şeklinde kesilip peçete niyetiyle sardığı Kerhane Tatlısından bir tane alabilip tadına bakabildiyse eğer, yaşadığı lezzet şehvetinin Avrupa’da yediklerinden bin kat daha lezzetli, damak çatlatan, hayaller ötesi muhteşem bir tat olduğunun, hedonizmin doruklarında, bulutların üzerinde dolaştığı sanrısına kapıldığıyerdir askerlik ocağı

.

.

Gerçek tereyağ kullanılarak lezzetine lezzet katılan ve özel bir hamur haline gelen, içinde ki sıcak badem kreması ve badem krokan ile damaklarda adeta lezzet patlaması yaratan, Gana ve Fildişi Sahilleri’nden toplanan birinci sınıf kakao çekirdeklerinden hazırlanan yüzde 100 bitter çubuk çikolatayı kalbinde saklayan ve doğru bir ısıda pişirilerek, içi katmanlı ve gözenekli olan, bununla beraber, ısırıldığında çıtır çıtır dağılan ve üzerine bastırıldığında da çökmeyen, parlak bir görüntüye sahip olan, lezzetiyle adeta kendine âşık eden Fransız mutfağının en özel lezzetlerinden biri olan kruvasan eşliğinde porselen fincanda bergamotlu çay ile kahvaltı yapmadan güne zinde bir şekilde başlayamayan gencimizin sabah beş kilometre koşuyu ayağındaki postalla ve kamuflajla koşup, ter içinde aynı kıyafetle kahvaltıda, çelik kazanlarda kaynatılmış, bol şekerli bulanık ve kepçeyle çelik bardağa servis edilen, yanardağdan akan lav gibi sıcak çay ile birlikte küçük bir paket gül reçeli, ekmek tasarrufu uygulamasından dolayı akşamdan kalmış dilimlenmiş istediğin kadar bayat ekmek, margarin ve içi yumuşak kabukları sert bir domates ten müteşekkil muhteşem zenginbir açık büfe kıvamında kahvaltı menüsü eşliğinde en fazla 10 dakikada yaptığı kahvaltıdan sonra sabahki eğitim arası istirahat da saat 10 gibi zibil gibi acıkmışken imdadına gelenaskerin elindeki tepside sattığı en ucuzundan pastane margarininden yapılmış sade poğaça ve en incesinden plastik bardakta daha çay konduğunda neredeyse eriyecek hale gelen sallama çay için nasılda bir mücadeleye girdiğini, o poğaça ve sallama çay için kurşun atıp kurşun yiyecek hale gelmesini anca asker ocağına gidenleranlayabilir.

.

Kaz tüyü yorganı, visco yatağı ve ortepedik yastığı ile geceleri uyumakta zorlanan vePassiflora şurubu içmeden uyuyamayan gencimiz, onlarca yurdum gencinin bir arada uyuduğu ve her türlü vücut salgısının ve gazının atmosferde serbestçe salındığı, dolaşıma sokulduğu koğuş ortamında, değil sağa sola dönmek başını yastığa koymaya daha 30 santim varken gözlerinin kapandığını ve sabah kalk borusuna kadar deliksiz ve rüyasız Kaz Dağlarının oksijen zengini ortamında uyuyormuşçasına kendinden geçtiği yerdir asker ocağı.

Yoksul, imkânları kısıtlı gençlerimiz ile son derece de varlıklı, sosyal yaşantının en parıltılı hallerini yaşayan gençlerimizin buluştuğu, yaşam standartlarının eşitlendiği yerdir asker ocağı.  Üst yaşam standartlarında yaşamış, belki de özel bakıcılı, mürebbiyeli evlerde, konaklarda yaşamış, yetişmiş gençlerimizle, elinde taş ile taharetlenmeye giden gencin mümkünatı yok ortak bir yerde buluşmalarına ama, işte bu asker ocağında bu iki uç da yaşayanların beraberce imtiyazsız bir şekilde yaşadıkları yerdir asker ocağı.

Normal şartlarda bir araya gelmelerinin olası bile olamayacağı, farklı şehirler de, farklı sosyoekonomik kültürel yapılarda yaşamış gençlerimizin birbirini tanıyacağı, yüzleşeceği bir arada yaşayacakları tek ortam yegane yerdir asker ocağı.

Köyünden hiçbir zaman çıkamamış, misal yaşadığı Elazığ’ın Maden ilçesinin bir köyünden en fazla yan köye çıkmış olan gencimiz askerlik sayesinde İstanbul, Samsun, Antalya gibi sahil kentlerinibu sayede görüp belki de denizle ilk defa yüzleşmek durumunda kalmıştır. Hiç değil deniz, göl bile görmemiş dağ köylerinde yaşayan gencimiz bahriyeli olarak yapacağı askerlik sayesinde ilk defa denizi görmesinin yanında yapılacak olan tatbikat, seyir ya da dış ülkelere yapılacak görevler neticesinde İtalya, Fransa, Libya, İngiltere, Amerika, Somali gibi hayalinde bile canlandıramayacağı ülkeleri askerlik sayesinde görebilme imkanına sahip oluyor. Vatanın doğusundan batısına güneyinden kuzeyine her coğrafi bölgede yaşayan gençlerimiz askerlik sayesinde göremeyeceği illeri görerek ülkesini tanıma imkanına kavuşuyordu. Hayatında değil dağ, tepe bile görmemiş Aydın’ın Söke ovalarında, Trakya’nın geniş düzlüklerinde yaşamış gençlerimiz askerlik sayesin de Ağrı Dağı’ndan tutunda Kaçkarlar,Toroslar, Cilo, Gabar,Tendürek, Cudi,Süphan gibi dağlık coğrafyalarımızla tanışma imkanına kavuşuyordu.

Kıbrıs’ı yalnızca televizyonlar da görebilen gençlerimiz askerlik sayesinde Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne giderek hayatının en değişik günlerini hafızalarına yerleştirerek askerliğini tamamlardı. Kıbrıs’da askerler için mesela, Tatil Köyü tadında Girne yakınlarında yerleri vardır ve ömrü hayatında hiç deniz görmemiş, tatil kavramından haberi bile olmayan Mehmetçiklerimiz bu kampa gönderilir ve 10 gün belki de hayatlarında bir daha göremeyecekleri Girne sahilinde tatil yaparlardı.

Memleketin bütün evlatları varlıklı olsun, yoksul olsun eğitimli ya da cahil olsun hepsi için ortak bir zeminde birbirinden farksız, ayrımcılığın olmadığı herkesin eşitlendiği bir ortam içinde devam eden süreç yavaş yavaş homojen bir yapıya dönüştüğü görülür. Görece yoksul olan bir Mehmetçiğimiz varlıklı bir aileden geldiği belli olan asker arkadaşıyla aynı postalı, aynı kıyafeti aynı yemeği yediğini, askerliğin imtiyazsız yapısını görünce nasıl bir duyguya kapıldığını bilmem anlatmaya gerek var mı?: Hatta kendisinin giymiş olduğu kıyafetin aynısını komutanlarının da giydiğini görünce  sisteme olan güveni bir kat daha artmaktadır. Hele ki operasyon bölgesinde ise, komutanlarıyla aynı yerde mevzide, toprak bitleriyle beraber, sabaha kadar pusuda kalıp kader birliği yaptığı, sırtını komutanına verip, komutanın da sırtını kendisine dayadığını görünce dayanışmanın, bir birine güven duymanın dayanılmaz hazzını yaşadığını görürdünüz.

Askerlik süresince almış olduğu askeri eğitimlerin yanında gece derslerinde, komutanlık saatlerinde, yurt sevgisi eğitimlerinde ve süreç içerisinde hayatın akışı içerisinde almış olduğu eğitimler onu askerlik sonrası hayata hazırlayan, hayata farklı bir bakış açısı sağlayan en önemli kazanımlarıdır. Aslında bu şekilde almış olduğu, kazanmış olduğu edinimler belki çok garip gelecek ama askeri eğitimlerden çok daha önemlidir. Çünkü bizim Türk gencimiz eğer ki iyi bir eğitim verirseniz yıl boyu alacağı, öğreneceği dersleri çok kısa sürede öğrenebilme kapasitesine sahiptir. Bunu test etmek aslında çok kolay, çevrenizde babanız, dedeniz ya da amcanız varsa, çok eski zamanlarda dahi askerliklerini yapsalar bile askerde öğrendikleri askeri konuları harfi harfine size dün gibi anlatabileceklerini görürsünüz.

Misal vermek gerekirse kendi babamdan vereyim.  1944 yılında Çanakkale’nin Lapseki ilçesinin Çataltepe Köyünde ilkokul 3 e kadar okumuş, o zamanlar askerde çavuş olarak görev yapanlar köylerde eğitmen olarak görev alırlarmış. O eğitmenin biraz öğrettiği okuma yazma ile yarı okur yazar olarak askere Ağrı’ ya gitmiş, orada Ali okulunda okuması yazmasını pekiştirmiş ve topçu çavuşu olarak 2 yıl askerlik yapmış Yaşamının son yıllarında demans hastası olmasına rağmen eğer ki eve benim subay arkadaşlarımdan biri gelirse dokunmayın keyfine. Askerde öğrendiği 105 mm.’lik obüs bataryasının gece acele hallerde mevziye sokulmasından tutunda, topların paralel kılınması, nişan şahıslarının yan 28 dereceye dikilmesini an ve an anlatır ve bundan çok büyük keyif alırdı.Kullandığı silahın künye numarasından tutunda silahın tüm özelliklerini kitabi olarak ezberden anlatabilirdi.

Anlatılmak istenen bizim Türk gencimiz eğitimli de olsa, yarı cahilde olsa verilen eğitimleri hemen öğrenebilme becerisi vardı. Askerlik eğitimlerinin yanında verilen diğer dersler de onu hayata hazırlaması açısından çok önem arz ederdi.

Özellikle gece derslerinde, Mehmetçik İçin Yurt Sevgisi derslerinde gencimizi hayata hazırlayacak bilgiler öğretilirken, sivilde bulunduğu çevrede, askerde öğrendiği bilgilerle yakın çevresine öğrendiklerini aktaracağı, onları kendi çapında eğiteceği, farkındalık yaratacak edinimleriyle ilgi odağı olacağı bir fert olacaktı. Askerde öğrendiği her türlü bilgi, çevresi için belki de ilk defa duyulan, görülen konular olabilecekti. En basitinden ,el yüz yıkamadan tutunda, çevre bilgisi, ağaç sevgisi, basit hijyen konuları, öğrenebildiği kadar cinsel bilgiler ile vatan, memleket sevdası, millet olmanın erdemleri, askerlik süresince yaşadığı zorlukların ona kazandırdığı dayanma, tahammül etme kazanımları, bilinçli beslenme, spor, sağlıklı beslenme ,uygun koşullarda yatma, istediği anda hem sağlık hemde psikolojik yardım alma imkanlarıyla askerden sonra bam başka bir insan, çevreye duyarlı, memleket meselelerine ilgili bir genç olarak memleketine dönecekti.

Gece derslerinde, yurt sevgisi eğitimlerinde toplu yaşam konularında, hayata dair birçok konuda eğitimler verilirken, temel yurttaşlık bilgileri, ülke tarihi, kuruluş ve kurtuluş savaşları, Cumhuriyet rejiminin erdemleri, devlet kurumlarının işleyişi, genel coğrafya, anayasa gibi konular işlenirdi.

Bazen verilen bu derslerin acaba askerlerin anlama kapasitelerinin üzerinde mi diye düşünmedim desem yalan olur. Çünkü Mehmetçik için Yurt Sevgisi eğitimi için yapılan çalışma gurubunda rahmetli hocamız Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu ile birlikte görev aldığımızdan bahsetmiştim. Bu oluşturulacak ders kitabı askerimizin mutlaka anlayacağı ve bilmesi gereken elzem konular üzerinde olması kararlaştırılmış ama ilerleyen süreçte farklı konular da eklenmişti. Misal Anayasa gibi soyut kavramların bolca olduğu konular da sonraları eklenmişti. Bu konuda biraz benim eleştirilerim olacak, çünkü anayasa gibi soyut kavramların bolca olduğu konularda Mehmetçiğin anlaması biraz zor gibi olacağını düşünmüştüm.

Çünkü yurt sevgisi kapsamında askerlerimize öğretilen anayasa kavramından hiç haberi dahi olmayan nice Mehmetçiğimiz bu vatan için canını feda ederken, anayasa konusunda duayen olan, bu işin ilmini yapmış nice ‘’büyük’’ inanların bu ülkenin değerlerini nasıl hiçe saydığını görünce, demek ki vatanını, yurdusunu sevmek için akademik seviye de anayasa bilgisine çok da ihtiyaç yokmuş diye değerlendirmiştim.

Tamam asker için belki de anayasa gibi konular ağır olabileceğini düşünürken hiç olmazsa kavram olarak bilgi dağarcıkların da yer almasının çok da gereksiz olamayacağını da düşünmeden edemiyorum. Bu derslerde konusu geldiği için anlattığımız laiklik konusu, misal çok önem arz ediyor. Laikliğin demokrasi için nasıl önemli olduğunu, inanç özgürlüğünün demokrasi için olmazsa olmazı olduğunu dilimiz döndüğünce anlatırken askerlerimizin tutunduğu tavırlar çok ilgi çekiciydi.

Genellikle belli başlı mahfillerde yapılan çalışmalar da, laikliğin dinsizlik olduğu, askerlerinde bu bağlamda dinsiz, Allah’sız, kitapsız oldukları yönünde çok çeşitli algı çalışmaları yapıldığından askerin gözünde askeriyenin dinsiz, imansız oldukları yönünde önyargıları olmaktaydı. Ancak, özellikle Ramazan ayında, birliğin almış olduğu tedbirler kapsamında, oruç tutmak isteyen askerlerin isimlerinin alınması, tutacak sayı kadar sabah sahurda yemeğin çıkması için yapılan çalışmalar, banyo hizmetlerinin devamlı olması, akşam yemeğinin iftar saatiyle uyumlu olması, birliğin büyüklüğü oranında akşam teravih namazları için alınan önlemler, mescitlerin her daim temiz ve hizmete hazır olması, eğitimde askerlik konularından başka konu anlatmayan komutanlarının akşam iftar yemeğinde oruç açtıklarını,cuma ve teravi namazlarında sıralı komutanlarını görünce askerlik öncesi öğrendikleri kirletilmiş bilgilerin ne kadar da yersiz olduğunun ayırdına vardıkları da görülmekteydi.

Evet askerliğin kazandırdığı bir çok edinimlerin yanında anlatılması gereken o kadar çok konu var ki, anlatmakla, yazmakla bitmez gibi. Yakın çevremizde Türkiye’nin çok önemli holdinglerinde üst seviyede yöneticilik yapmış bir abimizin kendi ifadeleri ile kendisine askerliğin kazandırdığı edimlerden bahsetmek isterim. Öğrenci olaylarının yoğunlukla yaşandığı yetmişli yıllarda üniversite öğrenimini bırakıp askerliğe giden ve orada eğitim subayı yazıcılığı yaptığı ve askerlik sayesinde kazanmış olduğu kişisel bakım, disiplin, çalışma metodolojisi, iş takibi ve bu olaylardan dolayı kazanmış olduğu öz güven sayesinde askerlik sonrası ticaret hayatına atılması, Türkiye ve dünyaca ünlü bir holding de 35 yıl üst seviye de yöneticilik yapmasını askerde edinmiş olduğu kazanımlardan dolayı olduğunu gururla anlatmasından öğrenebiliyoruz.

Askerlikte gençlerimize verilebilecek en önemli kazanımlardan biri de ‘’Sorumluluk’’ duygusuydu. Hem göreve yönelik hem de kişisel sorumluk anlayışına birçok gencimiz askerlik sayesinde kavuştukları tecrübelerle sabittir. Çünkü askerlikte mutlaka bir teşkilat yapısı içinde yer alan askerimiz mutlaka bir konudan ya da yerden sorumluydu. Hele ki rütbeli bir askerse yani erbaş statüsündeyse askerimizin değmeyin keyfine. Askerde onbaşı ya da çavuş olmak eski zamanlarda çok önemli ve gurur verici bir şeydi.

Birlikte kadrolarda ki ihtiyaç durumuna göre onbaşı ve çavuş imtihanları yapılır ve askerlerimizden eğitim durumuna göre bu sınavlara seçilirlerdi. Sınavların ciddiyetini merak edecek olursanız o yıllarda verilmiş olan onbaşı ve çavuş diplomalarının altında ki imzalara bakmamız yeterli olacaktır. Sınav komisyon başkanı albay, gözetmen yarbay, üye yüzbaşı, onaylayan ise Tümgeneral. O yıllarda kazanılmış ve hak edilmiş onbaşı ve çavuş diplomalarını büyük bir onurla evinin en gösterişli yerinde asanları görünce onların hiç de haksız olmadıklarını düşünürüz. Hakkıyla alınmış bir diploma çok doğaldır ki alan için çok kıymetli bir onursal değer ifade ediyordu. 

.

.

Onbaşı ve çavuş imtihanlarından başarıyla çıkan askerlerimize rütbeleri tören ile takılırdı. Tüm askerler komutanlarıyla birlikte toplanır ve rütbeleri takılacak olan askerler isimleriyle çağrılır ve rütbeleri sıralı komutanları tarafından toplu asker karşısında takılır fotoğraflar çekilirdi. Askerlik öncesi bir fert olarak belki de hiç bu kadar kendini değerli hissettirecek bir olay yaşamamış olan askerimiz için bu rütbe takma töreni hafızasında ömrünce unutulmayacak hatıralar olarak yer alır ve yıllarca çocuklarına, torunlarına bıkmadan usanmadan tekrar tekrar anlatılacaktı.

Asker ocağında her asker bir sorumluluk alanı vardır. Hiç olmazsa kendinden ve silahından sorumludur ve bu sorumluluk ‘’Devlet Malı ‘’ anlayışıyla zimmet denilen bir kavramla askerlere öğretilir ve içselleştirilirdi. Zimmet bir askerin en çok korktuğu sorumluluk duygusuydu. Kendisine zimmetlenen bir eşya artık onun namusu kadar kıymetli bir varlıktı. Üzerine zimmetlenmiş herhangi bir devlet malı ola ki kaybolur ya da başka bir asker tarafından yer değiştirilirse o asker için cehennem saatleri başlamıştır artık. Kaybolan eşyasını buluncaya kadar artık uyku haram olur askerimize. Askerlik kavramında özellikle askerler için askeri eşyanın yer değiştirmesi kavramı vardır. Yani diyelim ki o askerin zimmetinde ki aracın sağ arka stop lambası kaybolduysa, o gece aynı tip araçların tümünde sağ arka stop lambaları kaybolurdu. Yer değiştirme kavramı kısaca o araçtaki eksik stop lambası asker tarafından sökülür ve kendi aracına takılır ve zimmet problemi ortadan kalkardı.Askerin zaten devlet malı olan o askeri malzemeyi yer değiştirerek kendi aracına takmasına zinhar hırsızlık gözüyle bakılmazdı

.

Yıllar önce Şırnak’da görev yaparken askerden dürbün istemiştim ve o dürbünü bulabilmek için onlarca askere sormuş ve çok uzaktaki bir asker gurubunda çıkmıştı. Bir sonraki operasyonda akıllanmış olarak tüm malzemeyi askerler zimmet yapma yoluna gitmiştim O dürbünü taşıyan askerden kullanmak için dürbünü istediğimde, kendine zimmetli olduğu için dürbünü askı kayışıyla boynuna asmış ve bana o şekilde kullanmamı istemişti. Zimmet kavramı işte böyle bir şeydi.

Askerde rütbe alan askerler artık kendinden sorumlu olduğu kadar rütbesi karşılığı o kadar da askerden sorumlu olurdu. Onbaşıysa belki de bir silah kısmının, ya da Mete Han’dan beri değişmeyen 10’lu kuruluşun ilk aşaması olan 10 kişiden oluşan manga komutanı olacaktır. Artık o 10 kişinin tüm sorumluluğu manga komutanı olan Onbaşıdadır Çavuş olduysa ki sorumluluğu daha fazladır artık, takım ya da bölüğün çavuşu, ya da kullanmış olduğu aracın, tankın, topun, tanksavar takımının sorumluluğunu alır ve bunu da çok güzel yapardı.

Askerlik öncesi belki de kendi sorumluluğunu dahi almayan her şeyi ailesine bırakan, sorumluluktan imtina eden gençlerimiz askerlik sayesinde çok ciddi sorumluluklar alıp askerlik sonrası, tüm hayatların da edindikleri bu sorumluluk anlayışıyla hayata çok daha farklı bakacaklardı. Bir asker için örneğin 60 tonluk yüzbinlerce dolarlık bir tankın sorumluluğunu almak ve onu kullanmak çok ciddi bir sorumluluktu. Benzer şekilde bahriye askerliği yapanlar bilir, gemilere ulaşımı sağlayan ya da iskeleden açıkta, alargada bulunan gemiye personeli taşımak için büyük filikalar yani işkampavya denilen neredeyse 10-12 metre boyunda motorlu kocaman bir tekneyi bahriye askerleri kullanır. Hatta Derince’den Gölcük’e İzmit Körfezini aşarak personel taşıyan bu tekneleri asker kullanır, aldıkları sorumluluğa cesaret ister. O deniz aracını kullanan askerdeki öz güveni düşünemiyorum bile.

.

Sorumluluk o gencin tüm benliğine sirayet eder ve artık o eski o değildir. Sorumluluğun vermiş olduğu ciddiyet emir komuta zincirinde almış olduğu küçük de olsa hiyerarşide bir yer etmektedir artık. Komutanlarıyla daha sık görüşür hatta eğitim toplantılarında subay astsubayların yanında yer alırdı. Almış olduğu bu sorumluluk komutanlarıyla daha çok teşrik-i mesai yapmasına neden olur. Bazı askerlerimiz bu sorumluluklarını asker sonrası hayatında da anlatır ve kendini o kadar çok önemser ki ‘’Olummm benim görevim acaiipti, ben olmasam bizim bölük adam olmazdı, Bölük komutanı bana sormadan askere izin bile vermezdi, o kadar yani’’ dediğini birçok askerlik anısını anlatan yakınlarımızdan mutlaka pek çoğumuz dinlemiştir. Ya da askerlikle hiç ilgisi olmayan ya annesine, eşine, nişanlısına, sevdiğine falan bu tip hikâyeleri böbürlenip anlatarak kendilerine bir övünç konusu oluşturup karşı tarafın gözünde itibar kazanmaya çalışırlardı.

Sorumluluk almayan asker yok gibidir, mutlaka bir sorumluluk alanı vardır. Bu sorumluluk da askerde edindiği melekelerle ilgilidir ya da sivilden gelirken sahip olduğu yeteneklerine göredir. Sivil hayatta mesleği olan, bu konuda yüksekokul okumuş olan çoğunlukla da kısa dönem askerlere, yada bedelli askerlik yapanların toplu olduğu yerde bu sorumluluk verme konusu biraz da mizahi bir hal[ş1]  alırdı.Misal asker İTÜ elektrik mühendisliğini bitirmiştir ona televizyon açma kapama sorumluluğu, makine mühendisidir çamaşır makinesi sorumluluğu, elektronik, yazılım mühendisidir onada telefon, bilgisayar sorumluluğu verilir ki bu tip davranışlar askerliğin daha neşeli bir ortamda geçmesini sağlayan nahif bir espri olarak hafızlarda yer edinirdi.

Askerlikte edinilen kazanımlar Mehmetçiğin sosyal yönlerini geliştirip zenginleştirirken askerlik sonrası yaşayacağı sosyal hayata bir yerde hazırlık kursu gibidir. Diğer çok önemli olan kazanımlar ise, eğer ki askerlik öncesi yapabildiği çiftçilikten, çobanlıktan gayri herhangi bir mesleği falan yoksa askerlik süresince yapacağı, görevlendirileceği işlerde yeteneğine göre birçok ciddi meslek öğrenme şansına sahip olacağıdır. Askerlik kelimenin tam manasıyla aslında mesleki gelişim sertifika programı, adeta meslek kazandırma kursları gibi bir misyonunu üstlendiğini yaşananları görünce anlayabiliyorsunuz.  

En basitinden ve bilinen kazanım, şoförlük mesleğini o yıllarda birçok vatandaşımızın askerde, vazife sırasında, acemi birliklerinde şoför talimgâhların da öğrendiğidir. Birçok gencimiz askerde almış olduğu ehliyetle sivil yaşamında belki de bu mesleği icra etmiştir. Sivil de eli biraz İngiliz anahtarı tutan varsa sıhhi tesisat ekibine verilir ve ilerleyen süreçte bir bakmışsınız bizim genç en iyisinden sıhhi tesisatçı olmuş, bunun gibi elektrikçi, fayansçı, duvar ustası, sıvacı, marangoz, market çalışanı, muhasebeci gibi işlerde çalışan askerimiz adı geçen meslekleri sivil yaşamlarında pek çoğu yapmıştır.

Zırhlı birliklerde tank, zırhlı personel taşıyıcı, ya da kundağı motorlu top gibi paletli araçları kullanabilen askerler sivilde belki tank top kullanmayacak ama benzeri vinç, dozer, grayder gibi sivilde bunları kullanabilecek pek az insan olduğundan askerde almış oldukları eğitim ve bonservisleri sayesinde anılan işleri yapabilecek eğitime sahip oluyorlardı.

Daha basit ama herkesin yapamayacağı misal berberlik, saraçlık (Kundura tamirciliği), terzilik, ütücülük, aşçılık, fırıncılık, tostçuluk, çaycılık vb. gibi her zaman yaşamda karşılığı olan meslekleri de askerlik de öğrenen yadsınamaz oranda askerimiz vardır. Eskinin soketli telefon santrallerinde görev yapan askerleri bir görmeniz gerekirdi. Yaptığı işi seyretmeye doyamazdınız. Gelen telefon sinyali ile bağlanılmak isten aboneye o soketleri nasılda seri bir biçimde şiir gibi ilgili kısımlara monte eder bağlantıyı kurardı şaşırırdınız. Sanki yıllarca PTT’nin telefon santrallerinde görev almış memurlar gibi işin ehli olmuşlardı. Muhtemelen askerlik sonrası bu tip bir iş yapması çok da akılcı bir şey olurdu.

 .

.

Eğer ki askerimiz kademe dediğimiz yani araç bakım, tamir atölyesinde vazife aldıysa askerlik sonrası çoğunlukla, ya dizel tamircisi, oto elektrikçi, frenci, akücü, koltuk döşeme, kaportacı, lastikçi, rot balansçı, aklınıza araç ile ilgili ne geliyorsa o konunun neredeyse teknisyen seviyesinde becerileri kazanırlardı.

Kazan dairesinde çalışıyorsa kazancı belgesini de alırsa hiçbir zorluk çekmeden sivil yaşamında ya apartmanlarda ya da fabrika gibi yerlerde kazancı olarak iş bulabilirlerdi. Askeri fabrikalarda görev aldıysa, asetilen, oksijen ve normal kaynakçı, buzdolabı, klima, jeneratör bakım ve tamirciliği, revirde eczanede çalıştıysa sivilde eczacı kalfalığını yapabilme imkânına sahip olurken, sağlık ile ilgili ve de Sahra Sıhhiye Okulunda eğitim aldıysa iğne yapmadan tutunda tansiyon ölçmeye, serum bağlamaya, küçük yaralara pansuman yapmaya, basit ama çok önemli kazanımlara sahip oluyorlardı.

Karargâhta yazıcılık işinde çalıştılarsa, o yıllar için daktilo kullanmayı, ileriki yıllar da ise bilgisayar kullanmayı öğrenirlerken birçok bilgisayar programını da operatör seviyesinde öğrenirlerdi. Eğer sivilden tecrübeli bilgisayarcıysa askerde farklı programları öğrenerek tecrübesine tecrübe katarlardı. Foto film merkezinde ya da birliğin muhabere kısmında çalıştıysa fotoğrafçılığı, video kamera kullanıcılığını, telsiz, telefon, radyo tamirciliğini öğrenir belki de sivilde bu yönde bir iş yapma imkânına kavuşurdu.

Tabii bu anlattıklarım her üç kuvvette ortak konular olurken denizci, yani bahriyede askerlik yapma durumunda olanlar ise çok daha farklı ayırt edici meslekleri öğrenme şansına sahip olurlardı. Bahriyeye gelen erler, temel gemicilik ve denizcilik eğitim alarak, serdümen (dümenci), vardabandıra (İşaretçi), porsun (usta gemici), halatçı eğitimi alan yurdumun gençleri askerliğini bitirince gemilerde çalışabilecek resmi geçerliliği olan belgelere askerlik sayesinde ulaşabiliyorlardı. Ayrıca makine branşlarında, elektrikçi, motorcu, yara savunma (gemide oluşabilecek yaralarda dolan suyun kesilmesi ve tahliye edilmesi, yangınların söndürülmesi ) gibi gemilerde hayati konularda görev yapanlara gemi makinisti, itfaiyeci gibi resmi belgeler verilirdi. Hayatında ilk defa deniz gören memleketimin evladı bahriye sayesinde hiç hayal etmediği bir meslek olarak denizciliği çok yüksek maaşlarla bu sayede seçme şansına sahip olabiliyordu

Bahriyede gemilerin boyanması, raspa (Boyaların sıyrılması) edilmesi görevlerinde yer alan Mehmetçikler, boya nasıl yapılır, incelikleri nelerdir, boya sonrası malzemenin bakımı gibi konuları öğrenerek sivilde ne yapacağım diye düşünmek durumunda kalmıyordu.Deniz Kuvvetlerinin İstanbul Beykoz Çubuklu’da balıkadam ve dalgıçlık okulunda eğitim alan askerlerimiz zorlu süreçten sonra Balıkadam, dalgıç, su altı kurtarma branşlarında resmi geçerliliği olan belge almaktaydı ki bu belgeyi o yıllarda bir tek askeriye veriyordu. Askerlik sonrası ne iş yapacağım diye derdi olmayan askerlerimiz belki de daha önce deniz bile görmemiş olabiliyordu. Biraz yukarıda bahsettiğimiz gibi İşkampavya denilen 10-12 metre uzunluğunda büyük sandalları tek başına asker haliyle Derince, İzmit’den Gölcük’e kadar personeli İzmit Körfezinin o deniz trafiğinde kullanabilir hale geliyordu ve bu kazanımını sonra usta denizci belgesiyle denizcilik yollarında ve diğer ticari gemicilik işlerinde iş bulma imkânına sahip oluyordu.

.

.

Bahriyenin memlekete kazandırdığı diğer bir iş, meslek kazanımı ise, Askeri tersanelerde gemi yapım aşamasında görev alan askerlerin orada öğrendikleri ve gemi inşasında yadsınamaz bir özelliği olan kaynakçılık yetisiydi ki, sivil tersanelerde bu iş kolundaki ihtiyacın daha önce askeri tersanelerde görev almış askerlerden temin edildiği bilinen bir gerçekti.

Askeri bandolarda görev alan gençlerimiz en az bir enstrüman çalmayı öğrenebiliyorlardı. En yakın örnek yakın zamanda rahmetli olan dayım 70’li yıllarda Van’da jandarma birliğinde bando da görev almış ve usta müzisyen astsubaylar ona trombon enstrümanını çalmayı öğretmişler ve uzun yıllar Yalova Belediye Bandosu’nda Tromboncu olarak görev almıştı. Söz jandarmadan açılmışken, jandarma karargâhlarında yazıcı olarak görev alan askerler, terhis olduklarında birer polis memuru kadar mevzuata hakim olurlar ve küçük bir kasaba da noter katipliği yapabilecek bilgi ve donanıma sahip olabilirlerdi.

Askeri sosyal tesislerde, ordu evlerinde, kamplarda görev alan askerlerimiz o yıllarda yeni yeni canlanan turizm işletmeleri, ihtiyaç duyulan personeli çoğunlukla askeri sosyal tesislerde görev almış askerlerden temin yoluna giderlerdi. Şimdiki gibi turizm ile ilgili yüksekokullar ya da liseler yaygın olmadığından turistik tesislerde nitelikli personeli bu şekilde temin edilirdi. Yemek servisinden, yatak yapmaya, içecek, yiyecek ve her türlü tatlı, pasta işlerinde çalışmış olan askerler sivil hayat sonrası mesleklerini de seçmiş oluyorlardı.

Gemlik’de bulunan Askeri veteriner Okulu at bakıcılığı, yetiştiriciliği, bekçi, narkotik, bomba, arama kurtarma köpeklerinin yetiştiriciliği ve bakımı konusunda Türkiye için belki de tek eğitim veren kurumdu. Burada görev alan askerler at ve köpek bakıcılığı, yetiştiriciliği konusunda elde ettiklerikazanımlarla sivil hayattabu iş sahasındaki eksikliği giderme yoluna gitmişler ve bu konuyla ilgili yeni eğitim kurumlarının kurulmasına ön ayak olmuşlardı. Gemlik’teki bu oluşum devletin diğer kurumlarına ön ayak ve örnek olmuş Polis, Jandarma, AFAD, Kızılay gibi resmi kurumlar bu yapıyı örnek alarak kendi oluşumlarını kurarken özel kuruluşlara da emekli olan uzman çavuşlar ve diğer rütbeliler hem personel hem de bilgi desteği sağlamışlardı.

.

.

Eski zamanlar da 70’li yıllar da yanlış hatırlamıyorsam askerliğini komando olarak yapanlar, askerlik sonrası Emniyet Genel Müdürlüğünde ‘’Toplum Polisi’’ yani şimdinin çevik kuvveti olan birimde iş bulabiliyor ve tercih ediliyordu. Şimdi ise değil komando olarak askerlik yapmak polis olmak için askerlik bile yapılması gerekmiyor.

Milletin ordusu, ülkemizin en eski ve en köklü kuruluşu, yaşayan canlı organize olmuş an kapsamlı kurumsal bir organizmasıdır. Modernleşmenin öncüsü, ilklerin yaşandığı, her türlü konuda derhal organize olmasıyla farkındalık yaratan bir oluşumdur. Bu sistemin kaynaklarında yetişmiş lider personeller, yalnızca askerlik konusunda değil daha birçok farklı alanda da kendini göstermiştir. Askerliğin yanında birçok bilim insanı, doktor, mühendis, sanattın her dalında, resim, heykel, şiir, edebiyat, müzik, sporcu, siyasetçi ve daha ne aklınıza gelirse her meslek dalında temayüz etmiş birçok önemli personel yetiştirmiştir.

Ordu millet kavramının iç içe geçtiği yegane kurumdur. Milletinin başına bir felaket geldiğinde, yangın, deprem, sel, fırtına vb. gibi doğal afetlerde en önde ve en hızlı milletinin yanında Türk askerini görürdünüz. Yangınsa elinde kürekle yangına müdahale ederken, depremse enkazdan insan kurtarma, sel ise arama kurtarma ve güvenliğin alınmasında mutlaka milletinin, diğer kurumların yanında görebilirsiniz. Yangınlarda arama kurtarmaya katılan Helikopterlerimiz, uçaklarımızın yadsınamaz faydaları varken özellikle çetin doğa şartlarında birçok doğum yapan ve hastaneye gidemeyen kadınlarımızı hava desteği ile hastanelere yetiştirilmesi görülmemiş olaylar değildi.

Bu büyük organizasyona,askerlik ocağına sadece orta halli, yurdum insanının geliyor olmasını düşünmekolaya o şekilde bakmak biraz eksik olur, bu sisteme okumuş, iyi eğitim almış, ama kısa dönem ama yedek subay olarak gelen binlerce gencimiz sistemin sürecinde yer alırken bilgi ve birikimleriyle sisteme artı değer katarlarken kendileri de farklı bir eğitim kültürü içinde bilgilerine bilgi, tecrübelerine tecrübe kattıkları görülmektedir.

Bu sistem içerisinde geçirdikleri, yaşadıkları süreç, askerlerimize herhangi bir yerden mutlaka dokunuyor, askerlerimiz belki de bazı şeyleri ilk defa görüyor, o gördükleri şeyleri kullanıyor, bilgi sahibi oluyor, öğreniyor, memleketine gittiğinde öğrendiklerini öğretiyor, değişiyor, dönüşüyor, etkileniyor ve etkiliyor.

Askerliğin en az 15 ay olduğu zamanlar da yüzbinlerce genç bu eğitim sisteminden geçiyor ve farkında olmadan eksik olan taraflarını gideriyor, eğitiliyor ve sosyal hayata donanımlı, eğitimli, sorumluluk sahibi, çevre bilinci gelişmiş, yeşile, ağaca olan sevgisi artmış, sevgi, saygı, insanı insan yapan değerler sistemini içselleştirmiş, vatan, millet sevgisini pekiştirmiş, her alanda homojenize bir yapıya, takım ruhu anlayışına ulaşmış, sevinçte ve üzüntüde ortak kader birliği anlayışını yaşayarak öğrenmiş bir birey olarak memleketine geri dönüyordu.

Bu sistem içerisinde her üç ayda bir yüzbinlerce gencimiz yukarıdaki bir kısmını yazabildiğimiz hasletlere ulaşmış olarak terhis olup nitelikli insan gücü olarak memleketinin hizmetine artı değer olarak katılıyordu.

‘’Bizim askerimiz kışlaya işlenecek bir ham madde olarak gelir. Kışladan ayrıldığı zaman da geldiğinden çok farklı bir durumda ayrılır. Kazanmış, yükselmiş, kuvvetlenmiş olarak evine döner.’’ Her zaman çok yıllar sonrasını, çok yıllar öncesinden görebilme yetisine sahip ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk askerlik sistemi içerisinde Mehmetçiğin nasıl eğitilip, memlekete nasıl faydalı olabileceğini iki satıda çok güzel özetlemiş.

Askerlik sistemi sadece adından anlaşılacağı gibi salt askerlik ve savunma  sanatlarını memeleketin bekasını koruyan bir sistem değildir. Yüzbinlerce gencin bir sistemden geçerek eğitilmesidir. İmkanı olmayan,yoksul kırsal bölgelerde kalmış,eğitim fırsatından istifade edememiş,memleketin en ücra köşelerinde kaderiyle başbaşa kalmış binlerce gencimiz ile büyük şehirlerde yaşamasına rağmen çeşitli sebeplerden dolayı uygun şartlarda bir yaşam sürememiş gençler ile varlıklı, eğitimli,sosyal yönden her türlü imkana sahip ve her eğitim durumundan her meslek katmanından insanların bir araya geldiği yerdir askerlik sistemi.

Askerlik sisteminin çarkları arasında işlenmemiş bir cevher olarak gelip, işlendikten sonra insani, manevi ve mesleki yönden işlenmiş mamül ürün gibi pırıl pırıl parlayarak terhis olan yurdumun genci yepyeni bir birey olarak memleketine döner. Kışla kapısından ürkek adımlarla giren gencin, güven duygusu güçlenmiş, bilgisi, becerisi, mücadele gücü artmış olarak aynı kapıdan geri döndüğünü yaşayarak görürüz. Eskiden bırakın kırsalı, şehirlerde yaşayanlar dahi ‘’Askerlik yapmayana kız verilmez’’anlayışını benimserlerdi, çünkü bilirlerdi ki, askerliğini yapan her genç her türlü sorumluluk anlayışına artık sahiptir ve bir aile kurmaya artık fikren, ruhen ve bedenen hazırdır. Askerlik yapmayan genç herhangi ciddi bir işe giremez, karşı taraf askerliğini git yap, olgunlaş ondan sonra gel diyebilirdi, evin haşarı, sorumluluk sahibi olamamış varlıklı ya da yoksul fark etmez eğer ki hala sorumsuz davranıp haytalık yapıyorsa bir an önce askere gidip adam olması arzu edilirdi.

Askerliği bitirmek ve o gururla memlekete hele birde onbaşı ya da çavuş rütbesi ile dönmek Türk genci için hayatındaki belki de en unutulmaz bir andır. Bu olay bazen o kadar ciddiyete biner ki anlam veremezsiniz. Bazıları için askerlik kaçılası, askerlik yapmamak için binlerce lira rüşvet ile çürük raporu almak için çareler aranan bir olguyken, bazı askerler gerçekten hastalıkları nedeniyle hastaneden çürük raporu almaları halinde ‘’Komutanım lütfen yardımcı olun, bana çürük raporu vermesinler, ben bu çürük raporunun utancıyla memleketime nasıl giderim ‘’ diye yalvardıkları, ağladıkları olurdu. O askerleri ikna edebilmek için neler çektiğimizi bu anları yaşayanlar bilir. Bu tip onurlu askerler için nasıl iyi ve cesur bir asker olduğu, gözünü budaktan esirgemeyen, vatana millete hayırlı bir evlat olduğu yönünde ailesi ile telefon konuşmaları yapar, bu durumu belgeleyen yazılar yazar, beraberce fotoğraf çektirirdik ki memleketine gittiğinde almış olduğu çürük raporu yüzünden mağdur olmasın

.

Askerlik çoğu insan için hala korkulan, yapılmasından tedirginlik duyulan bir süreçtir. Askerliği yapanların bu kadar kaygıdan sonra askerlik hakkında ki fikirlerinin nasıl değiştiğini çevremizde mutlaka görmüş,askerlik hikâyelerini birçok sosyal çevrede sıklıkla ve bıkılmadan anlatıldığına tanık olmuşunuzdur. Öyle hikâyeler vardır ki film senaryosu yapılsa yeridir diyeceğimiz, bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi başarı öykülerine örnek olacak hikayeler vardır.

Erzincan’da, lise mezunu olarak kalıcı bir işi olmayan ve inşaatlarda PVC pencere işinde emek harcayan genç gün gelir askerlik vazifesi için memleketinden ayrılır. Manisa’da askerlik şubesinde görevini yaparken Şube Başkanı yedek subay bu askerin el becerilerinin baya iyi olduğunu fark eder ve onun ne yapıp edip üniversite sınavına girmesine imkân tanır. Bu genç Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümünü kazanır ve akabinde resim İş öğretmeni olarak Kırıkkale’de  göreve başlar. Artık eğitimin ve başarının dayanılmaz hazzına varan genç devamında Ankara Gazi Üniversitesi’nde hem yüksek lisans hem de Doktorasını tamamlar. Daha sonra Erzincan Üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesinin kurucu üyeleri arasında yer alır, başarı ve mücadele endeksli hayat düstürü onu yavaş yavaş bulunduğu yerden daha yükseklere çıkartmaya başlar, önce Doçent daha sonra da gerekli her türlü sınavı vererek hak ettiği profesörlük mertebesine kadar yükselirken çok doğaldır ki bulunduğu bölümün başkanlığına da layık görülür. Bu başarı ve motivasyon mücadelesinin kahramanı ise bir çok öğrenci yetiştiren Prof. Dr. Orhan Taşkesen’den başkası değildir. İşte korkularak, kaygı duyularak gidilen asker ocağında bir gencimize sistemin dokunuş hikâyesi

.

Asker ocağının çok önemli ve ülkemiz ekonomisi için vaz geçilmez bir başarı hikâyesini de müsaadenizle çok kısa özet bir şekilde anlatayım.

Türkiye’de taş kömürünün bulunması olayı da aslında asker ocağının farkındalık yaratan uygulamalarının bir sonucu olduğunu öğrenmek insanı şaşırtmıyor dersek yanılırız. Osmanlı zamanında 1829 yılında Osmanlı Bahriyesinde yani deniz kuvvetlerinde askerlik yapanlara o dönemler için özellikle buharlı gemilerde çok ihtiyaç olan taş kömürünün özellikleri gemideki komutanları tarafından tüm askerlere öğretilir. Terhis olan Bahriyeli askerlere kömür numuneleri verilerek memleketlerine döndüklerinde elindeki numuneye benzeyen bir madeni aramaları istenir. Bunlardan birisi de Karadeniz Ereğli Kestaneci Köyü’nden Uzun Mehmet’tir. Evet, taş kömürünün bulunma hikâyesi böylelikle başlar. Köyüne dönen Uzun Mehmet bir gün arazide elindeki taş kömürüne benzer bir şey bulur ve onu hemen evde sobaya atar. Bulduğu sobaya attığı şey taş körüdür. Uzun Mehmet’in hikâyesi uzun olan namı gibi uzun bir hikâyedir. Ülkesi için çok önemli olan taş kömürünü bulması ülkenin kaderini değiştirirken kendi kaderi de değişir ve padişah 2. Mahmut tarafından kömürü bulacak olanavaat edilen 50 kese altın ve ömür boyu 600 kuruş aylık maaş mükâfatı için onu çekemeyenler tarafından öldürülmesine neden olacaktı.

.

Askerlik sistemi salt kendi içinde bu değişimi, dönüşümü, etkileşimi göstermez. Askeri birliğin, kurumun, kışlanın, sosyal tesisinin konuşlandığı memleketin her yöresiyle de de dolaylı olarak bir şekilde etkileşime girer Askerlik, içinde oluştuğu, geliştiği kültür çevresinden etkilendiği kadar, bu çevrenin içeriğini de etkileyerek şekillendirir.

Yurdumuzun her bir yerine, büyük kentinden, 8-10 haneli mezralarına kadar en ücra köşelerine kadar ulaşmış, konuşlanmış askeri birliklerimizin bulunduğu çevre ve yöre insanlarıyla olan etkileşiminden bahsetmesek bir yönüyle eksik kalırdı.  Çok, ama çok kısaca bir kültür, eğitim ocağı olan askeriyenin çevresiyle, dolaylı ama çok etkili olan etkileşimden söz etmek istiyorum.

Yurdumuzun her santimetre karesine yerleşmiş olan ordumuzun ama kara, ama deniz, hava ve daha önce TSK’nın bir parçası olan jandarma birliklerinin kışlası,kurumu, fabrikası, tersanesi, hava alanı, J.Karakol ya da büyük birlikleri bulundukları, görev yeri olan çevresiyle çok doğaldır ki bir karşılıklı etkileşim içerisindedirler.

Yurdumuzun taşrada ve doğudaki birliklerimizin, Atatürk’ün bilinçli olarak kurmuş olduğu ‘’Sosyal Fabrikalar’’ gibi, çalışanlarını, ailelerini ve dolayısıyla yakın çevrelerini,toplumu sistem içerisinde eğitmekle ilgili bir misyonu olmasa da yapılan uygulamaların bu minvalde olduğu gözlemlenmektedir.

İlk ve en önemli bir faaliyet;taşra ve doğudaki birliklerin, bulunulan yerdeki kaymakamlıkla kurdukları koordine neticesinde sınavlara girecek olan orta ve lise seviyesindeki öğrencilere işin uzmanı, sivilde dershanecilik yapmış öğretmenlerden oluşmuş yedek subayların,liselere ve üniversitelere hazırlık kurslarını verdiği ‘’Mehmetçik Dershaneleri’’ dir. Fırsat eşitsizliğine bir dönemler çare olanbu dershaneler etkili kullanıldığı yerlerde son derce de faydalı olmuşlar ve inanılmaz başarılar kaydetmişlerdi.

Orta ve lise öğrencilerine açılan kurslar kadar, sosyal tesislerde ücretsiz olarak, özellikle daha çok devlet memurlarının teveccüh ettiği ve bulunduğu küçük yerleşim yerlerinde olmayan KPSS, YDS,YÖKDİL sınavlarına hazırlık gibi kurslar vatandaş tarafından bir hayli ilgi görüyordu.

Taşra ve doğudaki birliklerin yine kaymakamlıklarla kurulan koordine neticesinde birliğin sorumluluk alanlarındaki köy okullarına yapılan destekler vardı ki, o bölgedeki dağ başında tek başına kalmış öğretmenlerin en büyük destekçisi askeri birlikler olurdu. Ulaşımı zor, dağ köylerinde tespit edilen okullara o birlik tarafından oluşturulan ekip ile birlikte ailelerin yapmış olduğu yardımlar, kitap bağışı, öğrencilere kılık kıyafet vb. okulda bir bayram neşesi yaratırdı. Oluşturulan ekip içerisinde, inşaat, elektrik, telefon, sıhhi tesisatteknisyenleri ve yardımcıları, birlik tabibi, diş hekimi, berber ve boru trampet takımı yer alırdı. Okula gidildiğinde tam bir temaşa içerisinde o gürbüz köy çocuklarının sevincine diyecek yoktu. Okulun her türlü sıva, tamir, boya, badana işleri işin uzmanları tarafından yapılırken, okulun elektrik, telefon sistemleri kontrol edilir ve varsa arızlar giderilir,internet sistemi varsa modemler kontroledilirdi. Doktor bir yerden diş hekimi bir yerden seri bir biçimde muayeneleri yapar varsa yerinde tedavi anında yapılırdı. Çoğunlukla süt dişleri olan bebelerin hemen yerinde dişleri sağlıklı bir biçimde çekilmesi yapılırdı

Tıraşı gelmiş çocukların berber tarafından neşeyle tıraşları yapılırken çocuklar bu durumdan çok keyiflenir ve bir birleriyle neşe içerisinde şakalaşırlardı. Ekibe dâhil olmak isteyen subay astsubay eşleri de bu temaşaya katılır ve evden getirdikleri, değeri olan kitapları, kılık kıyafetleri ihtiyacı olan çocuklara hediye eder, okulun kitaplığı yoksa temin edilir varsa zenginleştirilirdi.

Çocukların en çok keyif aldıkları atraksiyon ise boru trampet takımının yapmış olduğu gösterilerdi. Çocuklar bir asker gibi ikişerli kol yapıp, boru trampet takımı önde çocuklar arkada, takımın çaldığı marşlar ile asker gibi yürümeye çalışıp tören geçişi gibi yürüyüş yaparlardı.

Köy okullarında görevli öğretmenler bu faaliyetlerden hemen haberdar oluyorlardı. Kendi okullarına da bu şekil yardım edilmesi için sık sık çevrelerindeki yakın birliklere müracaatta bulunuyorlardı. Birlikler ise imkânların elverdiği oranda gurbetteki öğretmenlerimizi mağdur etmemeye, elinden gelen yardımı da esirgememeye gayret ederlerdi. Bazen o köy okulunda sadece bir kadın öğretmen olur öğretmeni ve müdürü sadece kendisi olurdu.Birliğin yapmış olduğu bu faaliyetler neticesindedağ başında tek başına kalmış idealist genç öğretmenlerimiz kendini yalnız hissetmez ve ihtiyaç olduğu zaman güvenle arayacakları, sırtlarını dayayacakları bir büyükleri olduğu inancını taşırlardı.

Taşrada ki sosyal tesisler her ne kadar çok yeterli olmasa da o yöre insanı için çok cazibeli ve ilgi çekici olurdu. Küçük yerleşim yerlerinde özellikle kamuda ki memurlar, öğretmenler, hâkim ve savcılar için bu sosyal tesisler sosyalleşmeleri için teveccüh edilen yerler olurdu. Teveccüh edilirdi çünkü genellikle sözü edilen memurların sosyalleşeceği, güven içerisinde vakit geçirecekleri mekânlar neredeyse yok gibiydi. Bu vesileyle askeri personel ve aileleri ile kamudaki memurlar için bir kaynaşma tanışma vesilesi olurdu.

Önemli günler de özellikle 29 Ekim Cumhuriyet ve 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi milli bayramlarda sosyal tesislerde yapılan resepsiyonlarda hem kamu görevlileri, hem de vatandaş bu kutlama günlerine davet edilir ve özellikle vatandaş için askeri personel ile tanışma kaynaşma açısından çok yerinde bir faaliyet olur. Burada yapılan servis, yiyecek ve içecek ikramları, kokteyl türü kutlamalar bir yerde gelen vatandaşında on-line eğitimi gibi olurdu. Bir resmi faaliyet de nezaket ve görgü kurallarının nasıl uygulandığı, insanlarla nasıl temas edilirin bir yerde canlı eğitimi gibi olurdu.

Önemli günlerden milli bayramlar gibi dini bayramlarda da aynı kutlamalar tüm neşesi ve canlılığı ile devam eder sürekli eğitim devam ederdi. Önemli günlerden özellikle Anneler Günü, Babalar Günü, Şehit ve Gaziler Günü, 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı vb. gibi günlerdeki etkinlikler aynı esaslarla yürütülür ve bu etkinlikler devam ederken hem o ilçedeki memurlar, hem vatandaş hem de sosyal tesis de görevli askerler açısından bu sosyalleşmenin akışı içinde karşılıklı etkileşim yaşanır sosyal yaşamın gereklilikleri hakkında herkes payına düşen eğitimi alırdı.

İşte askerlik ocağı denince aklımızda, hatıralarımızda kalmış sistemin nasıl çalıştığına ilişkin bir oturumda yazdığımız kıssadan hikâyeler. Bu yazı en başta belirttiğim gibi öznel yani kendi düşüncelerimden, tecrübelerimden derlenmiş, bazı konularda büyüklerimize danıştığım, onların tecrübelerinden istifade ettiğim anılardan derlenmiştir. Bilimsel, akademik bir yazı değil tamamen duygusallıkla yazılmış bir zamanlar asker ocağı nasıldırın bir anlatımıdır. Eksikleri, yanlışlıkları olabilir, tartışmaya açık bir konudur.

Asker ocağı insanın ana, baba sevgisinin, şefkatinin nasıl da kıymetli bir şey olduğunu, beğenmediği memleketinin ağacının bile aslında ne kadarda özlenesi olduğunu, sevdalısı, yavuklusu varsa özlemin ne menem bir şey olduğunu, özgürlüğün öyle sözde bir şey olmadığını, arkadaşlığın, dayanışmanın, takım ruhu ile birlikte çalışmanın, sebatın, dayanıklılığın, azimim, merhametin, bir birine güven duygusunun, kader birlikteliğinin, yatay-dikey emir komuta zincirinin, kıdemin, devlet kültürünün, memleket sevgisinin, emir altında çalışmanın ne kadar zor bir şey olduğunun, kendinden 10 dakika önce nizamiyeden girenin kendisine kıdemlilik taslamasının ağırlığını, sabah kahvaltıda çıtır taze ekmek olmazsa kahvaltı yapmayan tosunun gece nöbete giderken akşam yemeğinden kalan bayat ekmeği pantolonun cebine saklayıp gece nöbette kemirdiğini, yemek seçme şansının olamayacağını, yok yastık alçak yok yatak sert demeden mışıl mışıl nasıl uyunacağını, sabah güneş doğmadan kalkıp çevre temizliğinin nasıl yapılacağını, askerlik süresince inanç serbestisinin, farklı inanç sahibi kişilere ayrımcılık ya da iltimas geçilmediğini, ramazan ayı ve dini bayramlarda inancının gerektirdiği her türlü ibadetinin yapılmasına olanak tanındığını, Peygamber Ocağı tanımlamasının asker ocağına ne kadar da yakıştığını, daha bir çok şeyin kıymetini ve anlamını ama en önemlisi bu vatanın kanla alınıp, lafla satılamayacağını, bu vatan için gerekirse daha önceki ataları gibi canını seve seve vereceğini, başka bir memleketinin olamayacağını memleketin banisi ve hamisininMustafa Kemal ATATÜRK olduğunu öğrendiği yerdir asker ocağı

.

 

Kaynakça:

https://www.ihu.edu.tr/tr/ibn-haldun-kimdir

https://stratejikortak.com/2022/03/ibn-haldunun-asabiyet-kurami-ve-devlet-hakkindaki-gorusleri.hatml

https://islamansiklopedisi.org.tr/endulus

https://ttk.gov.tr/osmanli-padisahlari

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/271/Sevres-(Sevr)-Antla%C5%9Fmas%C4%B1-(10-A%C4%9Fustos-1920)

https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/sark_meselesi

https://www.hurriyet.com.tr/egitim/sark-meselesi-nedir-osmanliyi-nasil-etkilenmiştir-sark-meselesininy-asamalari-41849301

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/433907 Atatürk İlkeleri Türk Milletine Neler Kazandırdı?Alaattin UCA, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Karaman.

https://atamdergi.gov.tr/tam-metin/1107/ Bir Akademik Literatür Tartışması: Halkevleri Neden Ve Nasıl Araşıtırılmalı?Murat Can Kabagöz,

https://haber.tobb.org.tr/ekonomikforum/2016/258/084_087.pdf

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/797339 ,Batman'da genç Kız İntiharları, İbrahim Cılga, Doç. Dr. Hacettepe Ün.

https://www.youtube.com/watch?v=IezRX2f1PRg&t=298s Kara Altından Altın Mikrofona, TPAO Orkestrası Tarihi,

https://ata.msb.gov.tr/Genel/icerik/ataturkun-ordu-ve-askerlik-ile-ilgili-vecizeleri

https://www.batmansonsoz.net/mobil/haber/batman-yine-son-sirada-61919.html

https://pete.ikcu.edu.tr/S/15708/turkiye-de-petrol

E. Ziya Karal, ATATÜRK'ten Düşünceler, Ankara, 1981, s. 112)

Askerliğin Kültürümüzdeki Yeri, Suat İlhan

https://www.mapeg.gov.tr/Sayfa/Genel/kuruluş-ve-tarihce

https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/2de9e4a6683d45a_ek.pdf , Cevat Eyüp Taşman

 

Yorum

Emin İmer (doğrulanmamış) Per, 14 Ağustos 2025 - 20:52

Çok samimi duygularla beraber kaleme aldığınız yazınızda Türk askerinin ve asker ocağının sosyal, ekonomik, eğitim ve tabii ki vatan aşkının tıpkı bir yurttaşın gözünden ele alıp aynı zamanda içerisinde bizzat bulunduğunuz durumlarla birlikte anlatmanız ortaya çok akıcı ve okudukça kendi içine çeken bir yazı çıkarmış. Yazınızı farklı coğrafyalardan tarihi verilerle desteklemeniz ve aziz vatanımızın işgal sürecinden, Halaskar Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ümüzün önderliğinde temelleri atılan parlak Cumhuriyet dönemine kadar olan süreçteki atılmış önemli adımlara değinmeniz, askerliğin ve asker ocağının geçmişten günümüze kadar olan halini iyi bir biçimde yansıtmış. Emeğinize sağlık Şenol abi.

Nesrin Laracabey (doğrulanmamış) Per, 14 Ağustos 2025 - 21:31

Keyifle okuduğum, bilgi dolu çok güzel bir yazı. Tebrik ederim

Özlem (doğrulanmamış) Per, 14 Ağustos 2025 - 21:54

Bilmediğim çok fazla şey öğrendiğim, Atamızın öngörüsüne tekrar tekrar hayran kaldığım, askerliğin hemen her yönünü anlatan bu yazı için ellerinize sağlık diyorum komşum. Sizin anılarınızla birleşmiş olması da ayrıca çok güzeldi.

İsmet Cansaran (doğrulanmamış) Cu, 15 Ağustos 2025 - 09:35

Yine çok doğru, yerinde, kalplere dokunan duygu yüklü bir yazı; teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.

Ersin (doğrulanmamış) Cu, 15 Ağustos 2025 - 15:10

Yazıyı zevkle okudum. Belli ki yazar kapsamlı bir araştırmayı biz okurlar için konsantre bir hale getirmiş ve 37 yıllık askeri tecrübesi ile birleştirmiş. Askeri birliklerin sadece zorunlu askerlik yapılan bir yer olmadığını, bulunduğu yerlerde sosyo-ekonomik hayata çok önemli katkılarının bulunduğunu da bir kez daha anlamış olduk. Teşekkür eder, yazılarınızın devamını bekleriz.

Hakan Karacabey (doğrulanmamış) Cu, 15 Ağustos 2025 - 17:42

Şenol bey her zamanki yazılarınız gibi hem eğitici ve öğretici hem de çok keyifli olmuş. Elinize emeğinize sağlık

Hakan Ömer Tunca (doğrulanmamış) Ct, 16 Ağustos 2025 - 19:30

Neredeyse kitap olacak uuzblukta ve nitelikte..itina ile yazılmış tecrübeler aktarılmış....harika örneklemeler dolu...her zAman güzel tasvirler ve akıcı yazimiyla buyuluyorsunuz...

Konuk (doğrulanmamış) Ct, 16 Ağustos 2025 - 21:17

In reply to by Hakan Ömer Tunca (doğrulanmamış)

Sevgili kardeşim, hem bir akademisyen hemde iyi bir eski asker/ Subay olarak yapmış olduğunuz değerlendirme çok önemli, onur duydum

Halil KORKMAZ (doğrulanmamış) Pt, 18 Ağustos 2025 - 12:25

Oğlumu askere gönderdim, askerlik yaptırmak yerine, "patates soyduruyorlar, askerlik dışı hizmet yaptırıyorlar" ifadeleriyle algı yapanlara aydınlatıcı bir yazı olmuş.

Umarım aydınlanma yaşanır..

TSK unsurlarının, memleketin banisi ve hamisi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün rehberliğinde, sosyal fabrika olarak mesleksiz birçok genci meslek ve sorumluluk sahibi yaptığını çevremizdeki büyüklerimizde, onların yetiştirdiği evlatlarda ve evlatlarının çocuklarında, zincirleme süreç halinde, etkilerini görüyoruz.👏👏🙋‍♂️

Konuk (doğrulanmamış) Pt, 18 Ağustos 2025 - 21:29

In reply to by Halil KORKMAZ (doğrulanmamış)

Sevgili kardeşim, konunun can alıcı noktası olan, binlerce mesleksiz gencimize meslek ve sorumluluk kazandırma hususuna dikkat çekmeniz çok önemli,
Sadık bir okuyucum olarak teşekkür ederim.

Özer Şanlı (doğrulanmamış) Pa, 24 Ağustos 2025 - 13:43

Türk Silahlı Kuvvetlerinde 30 yıl Tankçı Astsubay olarak görev yapmış birisi olarak yazınızdaki bir çok konuyu yaşayarak şahitlik etmiş biriyim. Çok yerinde ve çok doğru tespitlerde bulunmuşsunuz.
Elinize yüreğinize sağlık.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.