
“Ne kadar yazarsanız yazın yazmanın bir heyecanı, yazının bittiğinde sizi kuşatan bir sevinci olduktan sonra, yazı yaşamınız da sürer.” Ahmet ÖZER
Meliha Yıldırım’ın Ankaralı Yazarları
Ahmet Özer
-Merhaba, Ahmet Özer Hocam. Şair-yazar-deneme-inceleme alanlarında uzun yıllardır yazıyorsunuz. Ellinin üzerinde kitabınız var. Bu çok önemli olduğu kadar da zor. Ne hissediyorsunuz yazarken? Korku mu, mutluluk mu ya da kendinizi o ana mı bırakıyorsunuz?
-Değerli Meliha, okuma ve yazma, yaşamımın ayrılmaz iki parçasıdır. Öğrenciliğin bitiminde öğretmenliğin başlaması da bu iki “sevda”yı aralıksız kılmıştır. Belirttiğin gibi roman dışında aşağı yukarı her türde yazdıkça yazdım. Şiirin diğer türlerle başının hoş olmadığı düşünüldüğünde işimizin daha da zor olduğunu söyleyebilirim. Şiirin kırlarından, yazının kapalı kutusuna yolculuğu iyi ayarlamak gerekiyor. Benim uzun yıllar şiir konusunda verdiğim dersler,bu alanın dışına düşmemi engellemiştir. Binlerce sayfa yazıyı da yazma ortamı bulamasaydım yazamazdım. Bunların en azından 1000’den fazlası köşe yazılarımdan oluşur. İnceleme-araştırma yazılarımı yazarken ne denli yorulduğumu biliyorum. Ancak yazıya noktayı koyduğumdaki sevinç her şeye değer. “Korku” sözcüğünün yazarken yanımda bir işi olmamıştır. Darbelerin, sıkıyönetimlerin en koyu günlerinde de yazdık. Bir yazar, bir şairin dilini iyi bilmesi her dönemde istediği “şarkı”yı, istediği mekânda rahatlıkla söyleyebilme gücünü taşımasıdır. O nedenle yazarın hayata meydan okuması onun dilindeki zenginlikle olur. Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk adlı yapıtını yeniden okuduğumda bunu gördüm. Bu güzel insanın düşüncelerini ifade etmede bu hüneri olmasaydı, işi zordu ve başarısının önü kesilirdi. Korkuyu bir yana bırakıp mutlulukla ilgili şunu söyleyebilirim. Yazdıkça mutlu olduğum bir gerçek. Binlerce yazım, şiirim yayımlanmıştır ancak yeni bir şiirimin yayımlanacağı derginin vitrinde yer alan sayısına bakarken, onu satın alırken yaşadığım coşku, içimde bir güzellik rüzgârı estirir. Umutlarımızın tuz buz olduğu bir dönemde sürekli yenilenen duygularla harmanlanmaktan daha güzel ne olabilir.
-Günlük olayları kolaylıkla kurguya çevirebiliyor musunuz? Yoksa sizin konularınız, yazmayı düşündükleriniz hayatın akışından başka şeyler mi?
-Şiirle yazıyı atbaşı bir koşuda düşündüğünüzde her ikisinin okurda oluşturması gereken duyarlığı da kılı kırk yararak hesap edersiniz. Yazmak için bunca konu arasındanhem yazanı hem okuru mutlu edebilecek olanı seçmek, özen gerektirir. Bir seçici kurul üyesinin önüne gelen onlarca yapıtı değerlendirmesi gibi bakacaksınız yazacağınız konuya. İyi bir seçim okuru anında etkiler ve yazınızı okutur. Kimi zaman yıllar önce yazdığım yazılarımı okurken yazının yazıldığı ortamı ve anlatılan konuyu yeniden anımsar mutlu olurum. Edebiyatın dilini kullanmak da yetmiyor, okurun yazdıklarınızla bağ kurmasının da gerekliliğini düşünmeniz gerekir. Kimi yazılar bana kendini okutamıyor. Yazının suçu yok elbette. Yazanın bu yazıyı niçin yazdığını düşünmesi gerekmez mi? Bir de şunu belirtmek isterim ki yazılarınızın zamana direnmesi önemli. 40 yıl önce yazdığınız bir yazıdan, hazırlamakta olduğu bir yapıtta yararlanmak için birinin sizi telefonda araması, iyi iş yaptığınızın ifadesidir. Kimi zaman birinin yazısını okurken keşke bu yazıyı ben yazsaydım diye düşündüğünüzde, karşınızdakinin konuya bakışının derinliğini de keşfetmiş olursunuz. Yazı yaşamı için bu durum bir kazanımdır. Sizi etkiler, yeni ufuklara götürür.
-İlk yazmanız gerektiğine nasıl ve ne zaman karar verdiniz, sizi tetikleyen ne oldu?
-Ülkemizin güzel günlerinden geliyoruz. 68 Kuşağının dünyayı kuşattığı günlerde öğretmendim. Gazeteler, dergiler, kitaplar insan sıcaklığı taşırdı. Okuduklarımızı biriktirir, dostlarımızla paylaşırdık. TÖS(Türkiye Öğretmenler Sendikası)üyesi öğretmenlerdik. Fakir Baykurt genel başkanımızdı. TÖS şubeleri tam anlamıyla bir okuma salonuydu. Sendika, üyelerine sürekli kitap getirtirdi. Okumanın ateşi bizi bir süre sonra yazmaya yöneltti. İyi yazanlar başlangıçta “iyi okur sınavı”ndan geçebilen kişilerdir. Dönemin saygın gazetelerinin yazarlarının bizleri çok etkilediğini belirtebilirim. İlhan Selçuk, Çetin Altan, Refik Erduran, Emil Galip Sandalcı, Oktay Akbal, Rauf Mutluay, Melih Cevdet Anday, Sadun Tanju ilk aklıma gelenler. Üzerimize çöken kâbusu şiirle anlatamadığımız yıllarda yazıya baş vururduk. Bu arada 4-5 takma adla da yazdığımı belirtmek isterim. Her yazarın böyle bir “ada”sı vardır. Özellikle bir noktaya dikkat çekmek isterim: Yazıya başlama an’ı, çok aç olduğunuzda bir sofraya oturma, çok susadığınızda bir bardak suyu içme iştahını taşımalıdır derim.
-Bize edebiyat yolculuğunuzu ve kitaplarınızı anlatır mısınız?
-Şiir benim sonsuz aşkımdır. 60 yıldır, 1965’ten beri şiir yazdığımı belirtmek isterim. İlk beş kitabım da şiirlerimi içerir. Burada şunu belirtmek isterim. Hep yazar söylerim. İlk şiirimin yayımlanmasıyla ilk kitabımın çıkışı arasında 15 yıl vardır. Hiç acele etmedim. Yüzlerce “şiir” yazarak şiirimin yatağını belirlemeye çalıştım. Sonra hem şiir kitaplarımın hem diğerlerinin varlığıyla gönendim, mutlu oldum. Önce de belirttim kimi gazete yönetmenleri bana köşe yazısı yazmamı önerince içimde yıllarca biriken sanat edebiyat ağırlıklı düşünceleri yazmanın heyecanını duydum, binlerce yazı yazdım. Aylık dergilerde de düzenli yazdım. Bu yazılarımın önemli bir bölümünü kitaplarıma aldım. Şimdilik 50 kitabım yayımlandı ama en azından 10’dan fazla düzyazı dosyam yayıma hazır. Bu arada yıllardır yazdığım şiirlerim ve öykülerim de yayınlanmayı bekliyor. Bütün bunların kitaplaştırılmasını düşünüyorum. Kimi zaman dergilerde yayımlanan bir yazımı bulabilmem sorun oluyor. Oysaki kitabı raftan indirip elinize alıyorsunuz. Şunu özellikle belirtmek isterim ki yazdığım pek çok konuyu benden önce ele alan olmamıştır. Unutulan yazarlar, şairler, ömrünü yazına adamasına karşın kadri bilinmeyenler gündemimde olmuştur. Biyografi kitaplarım tam da bu anlattığıma örnektir. Röportaj yaptıklarımın çoğunu yitirdim. İyi ki bu çalışmayı onlarla yaptım diyerek sevinirim. Cumhuriyet değerleri hep gündemimde olmuştur. Türk dili, halkevleri, köy enstitüleri, eğitim, sanat, şiir bir yana yaşamımıza renk katan, anlam kazandıran Nâzım’dan Hasan Hüseyin’e, Gülten Akın’dan Sabahattin Ali’ye, Reşat Enis’ten Neriman Hikmet’e, Saffet Korkut’tan Müşerref Hekimoğlu’na,Enver Gökçe’den Kemal Sülker’enice değerimiz için her zaman her yerde hazır olmuşumdur.
-Yazmayı günlük hayatın içinde düzenli bir şekilde yapabiliyor musunuz?
Bir itirafta bulunayım ben 25 yıldır günce tutarım. Her yılbaşı bir güzel ajanda alırım 1 Ocak’tan 31 Aralık’a değin her gün yaşamıma eklenen ne olmuşsa bir sayfada onu yazarım. Zaman zaman geri döner 10-15 yıl önceki yazılarımı/güncelerimi okur, sevinir ya da hüzünlenirim. Birlikte bir panelde, sempozyumda konuşmacı olduğum dostlarımın, ustalarımın öldüğünü anımsarım üzülürüm. Kimi zaman iyi ki o gün orada, o toplantıda oldum diye kendimi mutlu sayarım. Sabiha Gökçen’le iyi ki röportaj yaptım, İyi ki Yılmaz Güney’in Ankara’da Anafartalar Adliyesi’ndeki duruşmasına gittim diye duygulanırım. Nâzım Hikmet’in şiirlerini ortaokul yıllarımda, Nâzım daha sağken okuma olanağı bulmuştum. Onunla Paris’te, Moskova’da birlikte olma olanağı bulanlarla söyleşmekten de mutlu olmuşumdur. Antakya’yı depremden önce iyi ki gördüm diyerek bugünle karşılaştırır duygulanırım. Burada şunu da belirtmek isterim kimi dergiler özel sayı hazırlarken belirlenen konuda beni de arar yazı isterler. O günlerde öyle bir yazı yazma niyetim yoktu.Ancak bu istek beni o konuda yazmaya zorlar. Yazarım da. Böyle böyle onlarca yazı yazmışımdır. İyi ki de yazmışım derim.
-Ankara’da olmak sizin için özel bir anlam ifadeediyor mu?
Bir bakımabeni sevindiriyor. Ülkemizin 7-8 ilini görmedim. Öbürlerini görmek, gezmek, çoğunda konferanslar vermekten mutluyum. Ankara’ya taşınalı 30 yıl oldu. Çok öncelerde sürekli geldiğim yerdi Ankara. Ne çok oyun izlemişimdir burada. Özellikle öykücü Erdal Öz’ün yönettiği Sergi Kitabevi’nden aldığım ne çok kitap vardır. Ankara’da milli eğitimdeki görevimden ayrıldıktan sonra Bilkent Üniversitesi’nde 19 yılöğretim görevlisi olarak çalıştım. 10 yıldır dagünü istediğim gibi değerlendirebilme olanağına sahibim. Öğretmenliğimde günde 3-4 saat ders verdiğim günler de olurdu. Ancak bugün çoğu zaman 8-10 saat yazdığım, okuduğum günlerden söz edebilirim. Zamanı iyi kullanamasaydım bu denli üretken olamazdım.
Ankara benim için Ulus’taki ilk ve ikinci TBMM’dir. Yine ayrı yerdeki Atatürk heykeli ve çevresindeki heykellerdir. Anıtkabir’dir. Eski Türkocağı’dır. Bunlar tarihsel mekânlar. İnsan boyutunda düşünün ki Tahsin Saraç, Ahmet Say, Emin Özdemir, Mustafa Şerif Onaran, Fikret ve Nusret Otyam, Nazif Evren, Talip Apaydın, Hüseyin Atabaş, Vecihi Timuroğlu, Mahmut Makal ve daha onlarca değerli ağabeyimizi, hocamızı yakından tanıdım. İlk üç kitabım bu kentte yayımlandı. Bu kentte öğretmen, öğretim görevlisi olarak görev yaptım. Burada yayımlanan pek çok dergide şiirlerim yazılarım yayımlandı. Oğlum ve eşi bu kentin hukuk fakültesi mezunu, İlk torunum bu kentte doğdu. Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu kentin AST’ında (Ankara Sanat Tiyatrosu) düzenlenen bir törende alma onurunu taşıyorum. Ankara için son yıllarda okuduğum binlerce sayfa Kurtuluş Savaşı ve devrimler konusundaki bilgilerimle şunu belirtmek isterim ki Atatürk’ün en önemli kararlarından ilki Latin abecesine dayalı yeni Türk abecesini kabul etmek, yüzde doksanı okuryazar olmayan halka yeni bir dünya kazandırmaksa, ikincisi de Ankara’yı başkent yapmaktır. Ankara bir köydü 1923’te. Hatta çoğu ülkelerin büyükelçileri bu köyde durulmaz diye Ankara’ya gelmeyi geciktirmişlerdi.
Ankara’da pek çok şiir, pek çok yazı yazdım. Pek çok konferans verdim, anma etkinliklerine, mitinglere katıldım. Bu kentte yaşamaktan mutluyum. Ara sıra Karşıyaka Mezarlığı’nda Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı, Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı, Halit Çelenk’i, Enver Gökçe’yi, Arkadaş Z. Özger’i, Sivas katliamında yitirdiğimiz değerleri,şair Hasan Hüseyin’le eleştirmen Bedrettin Cömert’iziyaret eder, fotoğraf çeker, şiir okurum. Anıtkabir’i de unutmayız. Ulusal bayramlarda ve her 10 Kasım’da Ulusal Kurtuluş Savaşımızın büyük mimari Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi huzurunda takım elbise giyip kravat takarak eşim Nazlı Özer’le saygı duruşunda bulunuruz.
-Öyküve şiirlerinizde günlük hayatın içinden,okurun kendisinden bir şeyler bulduğu konular var. İnsana dokunan, kendi sıkıntılarını düşünme fırsatı veren bir taraf var.Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz?
Yunus Emre açık ve yalın bir dil kullanarak şiirler söylemiştir. O söylemi kimileri “basit”görebilir. “Ben de söylerim” dercesine. Oysa o söylem “basit” değil “yalın”dır. Sıkı bir dokumadır. Sözün bir mücevhere dönüştürülmesidir. Işıkla, sesle, renkle donatılmasıdır.
Bunu neden yazdım. Kişi yazar olsun, şair olsun okura sunduğu yapıtını bu yalın söylemin sınırlarında tutabilmeli. Bu hem yetenek hem ustalık gerektirir. Dilini, kültürel kaynaklarını, ülkenin ve dünyanın gerçeklerini, iyi düşünmenin yöntemini bilmek gerekir. Dünyaya diyalektik bir düşünceyle bakabilmek her sanatçının her aydının görevi olmalıdır. Bunları önemsiyorum. Öykülerimi ve şiirlerimi okuyanlara bulmaca çözdürmek gibi bir sorumluluk yüklemeyi düşünmem. Bir işi biliyorsam o konuda kalem oynatırım. 47 yıl Türk dili öğretmenliğim, yapıtlarımın içeriğini belirlemede bana büyük sorumluluklar yüklemiştir. Okur yazdıklarını okuyunca, yeni yapıtlar okumaya; yazma yeteneği olan biriyse koltuktan kalkıp yeni şeyler yazmaya yöneliyorsa anlattıklarının bir işlevi var demektir. O nedenle yaşama, bir denizden, bir gölden bir avuç suyu alıp parmaklarının arasından dökercesine yaklaşım kurmak gerekiyor. Yazar onca kirliliği, onca iç acıtıcı konuları gündeme alıp okuru yaşamdan soğutma yerine, ona yaşadığı günlerin bir yerinden ışık tutmayı önemsemeli derim. Kimi yazılarımı okuyanların “Burada sanki beni yazdın, annemi yazdın, anlattığın aynı babaannemdi” sözleriyle karşılaşmışımdır. Bu da beni sevindirmiştir.
-Aklınızda yazmayı düşündüğünüz ama beklettiğinizkonular var mı? Bunuşiirimde ya da denememde anlatmalıyım dediğiniz…
İnsan yazdıkça yazıyor. Aziz Nesin ustamıza bir gün sormuştum: “Aziz ağabey yazmadığınız bir şey kaldı mı?” diye. Verdiği yanıt bana şaka gibi gelmişti: “Ne yazdım ki asıl şimdiden sonra yazacağım.” Doğrusu bu yanıtınıespri olarak algılamıştım. Ben de şu anda aynı duyguları taşıyorum. Ne kadar yazarsanız yazın yazmanın bir heyecanı, yazının bittiğinde sizi kuşatan bir sevinci olduktan sonra, yazı yaşamınız da sürer. Bugün 96 yaşında pırıl pırıl bir bellekle yazılar yazan,127 tiyatro oyunu bulunan Hidayet Sayın’ınyakın zamanda kendisiyle yapılan bir söyleşideki yanıtı ilginçtir: “Yazdıkça yaşıyorum.”Benim de yazmam gereken konular kimi zaman yer değiştirir, biri öne çıkar ötekinin yerini alır. Ancak şunu da yazsaydım diye şu anda beni çepeçevre kuşatan bir konu yok. Bir süre sonra olabilir. Bunun nedeni yazmayı düşündüğüm nice konunun yazılmış olması beni rahatlatmıştır. Onları okumakla içimdeki boşluğu gidermişimdir. Yazanlara da gıyabında teşekkür etmişimdir.Kimi zaman içimden kopan bir çığla sürüklenirim: Örneğin, koşullar elverseydi de Mustafa Kemal Paşa’yla, Nâzım Hikmet’le çok boyutlu birer röportaj yapmam söz konusu olsaydı nasıl mutlu olurdum.
Şiir ayrı bir dünya.Şunun şiirini yazsaydım, şu konuda bir şiirim olsaydı gibi sorular şairi ilgilendirmez. Bu bir iklim sorunudur. Hiç umulmadık anda yakaladığınız bir görüntü içinizden gelen ses, sizi kuşatır, o anda sizi yöneten bir akıl ve duygunun emrindesiniz. Kimi şiirlerimdeki “tanıklık”lığı şiirin çerçevesinde yansıtabilmeseydim yazdıklarım şiir olmazdı. O nedenle şiir sizden ne istiyorsa onun çekim alanından çıkmamak gerekiyor. Bu yapıldığında içinizdeki fırtına diner.
-Sizinle 2013 yılından bu yanaAnkara Öykü Günleri Derneği’nde,edebiyat dünyası içindeçeşitli etkinliklerde hep birlikteyiz. Yıllar içinde gözlemlerinizi bize anlatabilir misiniz? Sizin için değişen nedir, diye sorsam?
-Ankara’da 60’lardan 90’lara çok özgün mekânlar vardı. Bugün kültür sanat insanlarının soluk alacağı donanımlı bir ortamdan yoksunuz. Kimi dernekler, arkadaşlarımızın dinlenme, görüşme alanı olabiliyor ama bu yetmez. Başkentin sanatçısına yakışır bir yer olsa orada gerektiğinde türlü konuları tartışma, kültür sanat insanlarını anma, kitap tanıtımı, imza günü düzenleme olabilse, çok kişi bu alanda üretimde bulunan kişilerle bağ kurarak yaşamına yeni alanlar açabilir. Sanat toplumsal olmaya alan açar. Giderek kabuğumuza sığınıyoruz. Bir değerimizi çok kişi, öldüğünde üzerine yazılan yazılardan tanıyor. Oysaki o kişi bu kentte yaşıyordu. Onu dinleme, onunla söyleşi yapma olanağınız vardı. Artık yok!
Bir de yıllardır yazar, konuşurum. Pek çok yazarımızın, şairimizin zengin belgelikleri var. Bu belgelikler ne olacak? Çoğu kişi, belgeliğindeki binlerce kitap, bir o kadar dergi ve gazete ne olacak diye düşünüyor. Başkentte bu konuda, bu amaçla küçük bir site kurulsa ve her sanatçıya bir yer ayrılsa ne iyi olur. Bu olmayınca ölen bir değerimizin ardından tüm belgeler yolda, izde, sahafta boy veriyor. Hele de imzalı kitapları bulup bunun üzerinden para kazanma işi, içimizi sızlatıyor.
Ankara’da çok eskilerden Varlık, Seçilmiş Hikâyeler (Dost) Kaynak, Yaprak… dergileri çıkıyordu. Yaşar Nabi, Salim Şengil, Avni ve Turhan Dökmeci kardeşler, Orhan Veli dergi yönetmenleriydi. Siyasi içerikli dergiler saymıyorum. O alanda da epey yayın vardı. Bugün de epey dergi yayımlanıyor Ankara’da bu dergilere omuz verenlerin yer alacağı bir panel, bir açıkoturum yapılsa ne iyi olur. Ayrıca sanatçıların gözüyle başkentte eksik olan nedir, bu etkinlikte tartışılan ve sonuç alınabilen bir durum o yaratabilir. Ankara’yı yönetenler bu kente sanat kültür alanında tek kişinin varlığından haberli midirler acaba?
Müzik dışındaki sanatlara ömür verenler hep öksüz kalmıştır. Ayrıca futbolun her şeyi ezdiğini de unutmadan belirtmek isterim. Son diyeceğim şudur: Bir zamanların AST’ı vardı. AST’ın o sevimli, sımsıcak salonunda oyun seyretmekten bahtiyarım. O salondan kimler yetişmemiştir ki. O salonu açmak gerekir. Orası bir çöplüktür şimdi. Asaf Çiğiltepe’nin anısına bir seferberlik oluşturulsa ve sahip çıkan gönüllüler olsa, oraya bu konumumda taş taşımaya hazırım.
Sanat,“insan” olmamızın en önemli etmenidir. Onunla yaşamını bütünleştirenlere selam olsun. Böyle bir söyleşi olanağı verdiğiniz için de çok teşekkür eder, sağlık, başarı ve esenlikler dilerim.
-Ahmet Özer Hocam bu güzel söyleşi için ben çok teşekkür ederim.
Yeni yorum ekle