Ölü Şehrin Mirasçıları

Edebiyat

Ölü Şehrin Mirasçıları

Nevzat Güngör’ün “Kerbelayı Beklerken” Romanı Üzerine

Sibel ÜNAL

 

Roman, varoluşa ve yaşama dair derin bir okumadır. Toplumsal ve bireysel dinamikleri hem içeriden hem dışarıdan, kendine özgü dili ve yaklaşımıyla sorgular. Modern çağdan bu yana edebiyat, özellikle roman türü, insanın yeryüzündeki serüvenine eşlik etmiş; hayali karakterler aracılığıyla yaşamla yüzleşen insanın evreni sorgulamasının bir aracı olmuştur. İnsan, bu yüzleşmede iyi ile kötünün netleşmesini ister; aradaki gri ve belirsiz alanda kalmaya gücü yetmez. Oysa aynaya baktığında iyi ile kötü üst üste binmiş, iç içe geçmiştir. Ve insan, kendi bakışına katlanamayarak yüz çevirir aynadan; sancımaya başlar hemen.

Nevzat Güngör’ün yeni çıkan kitabı Kerbelayı Beklerken romanı tam da böyle bir sorgulamayı eksenine alır. Darbelerin toplum ve bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini özgün ve çarpıcı bir anlatımla görünür kılar. Darbeciler ve organize faşist güçler özgürlükleri hiçe sayar, yaşam hakkını gasp eder, demokrasiyi askıya alır. Korku imparatorlukları yaratarak, kendilerini bu karanlık arenada var eder, parlatırlar. Roman, bu yıkımın izini sürer; toplumun ve insanın bitmek bilmeyen sürüp giden kerbelalarını dillendirir.

Güngör, romanına mekân olarak bir mezarlığı seçmiştir. Bu bilinçli tercih, ölüler şehri (nekropol) üzerinden bugünün yaşayanlarına bırakılmış mirasları işaret eder. 1980 Anayasası ya da YÖK gibi hâlâ yaşamlarımızı denetleyen kurumlar düşünüldüğünde bu seçimin anlamı daha da derinleşir. Elbette ki gidenlerin arasında yüreği bizimle atmış şairler, düşünürler, sanatçılar, aydınlığıyla bize fener tutmuş niceleri de vardır ama unutulmamalı ki bu roman bir tür distopyadır! Ve o ölüler şehri, çürüyen bir toplumun simgesidir.

Bu nekropole yerleştirilen üç karakter üzerinden anlatılır hikâye; asker arkadaşı olan Salih, Vedat ve onları saklandığı yerden gözetleyen devrimci Ali Ekber.  Hikâye, onların olduğu kadar darbenin de hikayesidir.

Vedat karakteri şiddetten beslenen bir katilin hücre hücre, taş taş nasıl yapılandığını gözler ününe serer. Onun güdümündeki Salih ise sıradan kötülüğün simgesine dönüşür. İkisi, intihar süsü verilmiş bir cinayete kurban giden Sıla’nın mezarı başında gecenin ilerleyen saatlerinde dolanırlar. Her şeyi kirleten Vedat, onu elde edemediğine yanmakta, hayıflanmaktadır. Ölüm, elinden çekip almıştır Sıla’yı. Yenilgiyi hazmedemez. Ölümün kara gözlerine aç, hırslı, doyumsuz gözlerini diker. Küreği sapkınca bir umutlasaplar genç kızın cansız bedenini örten toprağa. Şimdi mahallenin en güzel kızı dediği Sıla’nın sıcak bedeni onu bekliyordur, ona kavuşacak birazdan, istediğini alacak!Salih de aynı kötücül düşlerinin esiridir. Hatta sırayı önce kimin alacağını merak eder.

Onların bu sıradan kötülüğünü kuytudaki yerinde inanmaz gözlerle seyreden Ali Ekber ise, bütün insanı değerlerine rağmen karşı koyamaz, korkusuna yenik düşer. Darbenin topyekûn kıyımı gözler önündeyken bile hala halkın kurtuluş için ayaklanacağına inanmaktadır! Umut onu yaşamda tutar tutmasına, ama az ilerisinde, gözlerinin önünde gerçekleşen olayı bile anlamak istemez, iki serserinin cansız bir bedene tecavüzedebileceği ihtimaline inanmaz. Ali Ekber’in düştüğü bu ikilemi, gerçekle ütopyayı birbirinden ayıramayan bu seyri, bize kitabın girişindeki epigrafı hatırlatır: “…insan ne kadar zalim ne kadar cahildir” Öte yandan okur olarak ister istemez şunu düşünürüz: Yazar, içinde bulundukları durumu analiz etmekten yoksun bazı devrimcilere bir gönderme mi yapmaktadır? Ya da devrim düşleri kurarken, darbenin ayak seslerini duyamayan ve onların tank paletleri altında ezilen ütopyacılara ironik bir selam mı çakmaktadır?

Kerbelayı Beklerken romanı çürümüş, vicdandan, ahlaktan sıyrılmış bir toplumu ve onun bireylerinin iç dünyalarını sorgularken yaşam hakkı bir yana, ölü bir bedene bile saygı göstermeyen ve durmaksızın travmalar yaratan bir sistemi şifrelerini çözer. Kerbelalar üreten siyasal bir gücün karşısında bütün güzellikler tuzla buza dönüşür, bütün değerler kıyıma uğrar. Kadına yönelik şiddetin en üst noktaya çıktığı bugünü düşünmek bile bunu doğrular niteliktedir. Hâlâ tecavüzcülerin, katillerin iyi halden-kravat taktığı için vb-bırakıldığı bir ülkede yaşıyoruz çünkü!

ANLATI VE DOKU

Modern olduğu kadar postmodern ögeleri de barındıran roman, yer yer gerçeküstü atmosferiyle, sembolleriyle distopik bir anlatıya dönüşür. Kiminde kırmızı siste labirentler belirir. Mezar taşları değişir, mekân dönüşüverir. Sağlam bir örgüyle dokunan anlatıda mevcut toplumu oluşturan güçler de tıpkı bu ölü bedenler gibi sessiz, kayıtsızdır olanlara. Çürümüş, içi boşaltılmış değerler; en azılı ahlaksızlıkların üstünü örten söylemler, gelenekler, yalanlar…Hepsi hem ölülerin hem de yaşayanların katkısıyla inşa edilmiştir! İnsan doğasının iyi-kötü, ahlak-ahlaksızlık gibi ikilemler hikâye boyunca sürer gider. Çizgisel anlatı yerine ileri-geri sıçramalı bir aktarım dikkat çeker. Tevrat’tan, İncil’e oradan Kur-an’a göndermeler yapar Güngör, bu ise katmanlı bir yapının oluşmasını sağlar.

Kerbelayı Beklerken dar bir alanda geniş bir tarihi panoramanın da romanıdır. Bizim romanımızdır. Bir arkadaşımın değindiği gibi hem dıştaki gerçekliği reddeden devrimci karakter Ali Ekber gibi düşlere tutunuruz, hem Salih gibi sıradan kötülüğün izinden gideriz, hem de Vedat gibi şiddetin beslediği bir canavara dönüşürüz. Darbeci de devrimci de sıradan kötülüğün ortağı tecavüzcü de biziz aslında. Mademki toplumu yaratanlarız, öyleyse bu ölü şehrin-mezarlığın- mirasçıları olarak yarattığımız bu vahşetten de sorumlu değil miyiz?

İletişim: sblunal34@hotmail.com

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.