Paşa Geliyor

Edebiyat

Paşa Geliyor

(12 Eylül Sabahı)

 

Kâtip Rıza’nın otuz yıldan beri süregelen iki alışkanlığı vardı; birincisi her sabah Güneş doğmadan önce uyanmak, ikincisi de uyanır uyanmaz başucundaki küçük radyonun düğmesine dokunmak. En çok da günün ilk haberlerini dinlemek için yapardı bu ikincisini; önce haberler, ardından sabah şarkıları…

12 Eylül sabahıydı; hani şu “Kanlı katil 12 Eylül” var ya, işte o sabah... Kâtip Rıza her zaman olduğu gibi o gün de erken uyandı. Yarı uykulu yarı uyanık haliyle radyonun düğmesini açtı. Tam da haber saatiydi ama aradığını bulamadı; haber yerine, Hasan Mutlucan’dan Kahramanlık türküleri söyleniyordu:

“Gine de şahlanıyor aman Kolbaşı’nın kıratı…”

Bu bitiyor bu kez başka bir kahramanlık türküsü başlıyor;

“Silah icat oldu mertlik bozuldu hele bozuldu…”

Sabahın bu tan vaktinde kahramanlık türkülerinin biri bitiyor biri başlıyordu. Kâtip Rıza dirseğiyle hafifçe itekleyerek eşi Gülnaz Hanımı uyandırdı. “Hanım hanım kalk, memlekette kötü bir şeyler olmuş galiba” dedi. Hanımı, onun her zamanki patavatsız hallerinden biri olduğunu düşünerek: “Sabahın köründe ne kıyamet koparıyorsun gene! Ne olmuş memlekete, memleket yerinde duruyor işte…” diye çıkıştı.

Kâtip Rıza, “Yahu ne kıyamet koparması, radyoda söylenenleri dinle de bak hele, atlar şahlanmış, kılıçlar çekilmiş!” diyerek yatıştırmaya çalıştı Gülnaz Hanımı. Gülnaz Hanım uykulu gözlerini açmadan, “Ne atıymış ne kılıcıymış sabah sabah. Allahümme!..” deyip yatağına yeniden sokuldu. Bir ses, aynı cümleleri tekrar edip duruyordu radyoda; “Devletin bekası, halkın huzur ve refahını yeniden tesis etmek üçün Ordu yönetime el koymuştur!”

Çok geçmeden anlaşıldı ki o gece ihtilâl olmuş, ordu yönetime el koymuş. Başbakan, kimi Bakanlar, parti Genel başkanları yakalanıp ceza evine konulmuş, sıkıyönetim ilân edilmiş. Radyo, “İkinci bir emre kadar dışarı çıkmak yasaklanmıştır!” diye bas bas bağırıyor.

12 Eylül’ün bu serin sabahında korkulu bir gece sessizliği vardı sokaklarda. Ne bir insan ne bir ayak sesi… Yalnız, askerlik şubesinin önünden arada bir gelip geçen; elleri kelepçeli, gözleri bağlı insanlarla dolu askeri araçların gürültüsü bozuyordu sessizliği. Kâtip Rıza, hanımı ve oğlu Şevki de herkes gibi pencereden uzaklara bakarak o gece olup bitenleri anlamaya, şehrin üstüne abanan bu korkulu sessizliğin gizemini çözmeye çalışıyorlardı.

Saat dokuzu geçince Kâtip Rıza, “Ben çarşıya gideceğim” diye tutturdu. Sabırsız, heyecanlı biriydi zaten, böyle şeylere hiç tahammülü yoktu. Hanımı bir yandan oğlu bir yandan, “Yahu nereye ne demeye gideceksin? Bak Sıkıyönetim ilân edilmiş, sokağa çıkma yasağı konulmuş. Sen de tutturmuşun “çarşıya gideceğim de çarşıya gideceğim! Ne var çarşıda ne demeye gideceksin!” diye tepki koydularsa da Kâtip Rıza’nın inadına gem vuramadılar.

Gülnaz Hanım, “Haydi git git de ne halin varsa gör!” demekten başka çare bulamadı. Kâtip Rıza, yıllardan beri bayramlarda, resmî törenlerde, düğünlerde, davetlerde giye giye eskitemediği çizgili lâcivert takım elbisesini dolaptan çıkarıp özene bezene giyindi. Aklaşmış saçını tıpkı memuriyet günlerinde olduğu gibi ıslatıp tel tel taradı ve inadını yürütmenin mutluluğuyla sokağa çıktı.

“Otuz beş yıl Devlete hizmet etmiş emekli bir başkâtipti sonuçta. Dışarı çıkma yasağı olsa ne yazardı sanki(!) Öyle bir şey varsa bile her engeli aşardı; karşılaşacağı her jandarma her polis onun yaşına, memuriyet unvanına saygı gösterecekti elbet… Her kuşun eti yenmezdi!..”

Bunları düşüne düşüne Askerlik Şubesinin önünden geçip Lise Caddesine indi, görenlerde saygı uyandıran vakar ve ağır adımlarla ...... Ahmet’in dükkânını da geçip polis karakoluna yaklaştı. İşte tam da orada bir polis, bu olağanüstü günün olağanüstü nöbetini tutuyordu. Kâtip Rıza ile nöbetçi polisten başka kimse yoktu görünürde. Kendisi yaklaşmadan polis ona doğru birkaç adım yürüdü. “Kimsin, nereye gidiyorsun?” demeden ceketinin ensesinden tutup itekleyerek karakolun kapısından içeriye savurdu. Kâtip Rıza, “Ben emekli Başkâtip…” dediyse de ne Başkâtipliği ne lâcivert çizgili takım elbisesi ne de tel tel taranmış ak saçları para etti! Karakolda hazır bekleyen öteki polisler Kâtip Rıza’yı da sorgusuz sualsiz nezarethanenin karanlığına iteklediler.

Kâtip Rıza’dan önce yakalanan bir kişi daha vardı nezarethanede; mezar kazar, mezarlığa tabut götürüp getirir, ilçede herkesin yakından tanıdığı Deli Mehmet Ali idi bu… Aslında deli değildi ama coşkun ve hesapsız konuşmasından dolayı öyle anılırdı. Ne Kâtip Rıza’nın üzüntüsü ne de Sıkıyönetim korkusu umurundaydı Mehmet Ali’nin. Kâtip Rıza’ya “Sen niye dışarı çıktın babalık, acelen mi vardı?” diyor, kahkaha atıyor, sonra da

“Karacaoğlan der ki n’olup nolunca

“Ben de gözel sevdim kendim halimce…” türküsünü, ardından başka türküleri sıralıyor, sesi nezarethane duvarının dışına taşıyordu.

Güneş batıya sarkıp dağın gölgesi şehrin üstüne abanıncaya değin öyle çok insan yakalandı öyle çok insan getirildi ki, nezarethaneden başka, polis karakolunun bahçesi de dolup taştı; en az iki yüz kişi…

İkindi ezanı okunurken polis nezaretinden alınıp jandarma emrine devredilen bu yasak bozucular(!) bir buyrukla Lise caddesine çıkarıldılar. Kimine göre serin kimine göre sıcak olan 12 Eylül’ün bu güz havasında gömlekli, takım elbiseli, şapkalı, şapkasız, şalvarlı, pijamalı, kunduralı, terlikli, yalınayak, sakallı, sakalsız, köylü, kentli, genç, yaşlı her tipten insanın harman edildiği devşirme bir kalabalık peydah oldu. Bir emirle tek sıra olup, zincire vurulmuş gibi Jandarma Karakoluna doğru yürüyüşe geçtiler. Cadde kenarındaki evler, Kızılcaobalılar pencerelere, balkonlara yığılmış, yol boyunca uzanan bu devşirme kalabalığı izliyorlardı.

***

Jandarma Karakolunun önünde, burunları Gariplik Mezarlığına dönük üç otobüs, isli duman savurarak harekete hazır bekliyordu. Otobüsün üçü de gece baskınlarıyla evlerinden alınmış devrimci gençlerle doluydu.

Jandarma Karakolunun önünde, otobüslerin biraz uzağında örtüsüz bir tahta masa duruyordu. Az önce zincire dizilmiş gibi tek sıra halinde buraya getirilenler, yarımay biçiminde dizildiler. Örtüsüz tahta masa, bu yarımayın tamamını görecek şekilde ortaya yerleştirildi. Otobüstekiler yeni gelenlere, yeni gelenler de otobüstekilere göz ucuyla bakışıyorlardı. Hepsi tanıdık yüzler; akraba olanlar bile vardı.

Seslenmenin, bakışmanın bile yasaklandığı bekleyiş sürüyordu. Bu sessizliği bozan tek şey, arada bir kalabalığın arasında patlayan öksürükler, bir de Sıkıyönetim Komutanlığına hareket etmek üzere bekletilen üç otobüsün gürültüsü… Bu korkulu, sessiz bekleyiş sürerken, o güne değin ilçede hiç kimsenin görmediği, tanımadığı üst rütbeli bir subay peyda oldu. Ayağında körüklü çizmeyi andıran siyah bir çizme vardı ve ütülü pantolonun paçası çizmenin içine düzgünce yerleştirilmişti. Esmer, uzun boylu, yüzünde Antep yarasına benzer lekeler bulunan görkemli bir subaydı. Çevik bir sıçrayışla masanın üstüne çıkıp heykel gibi dikildi. Azametli bir duruşu vardı. Bu azamet karşısında oradakilerin hepsi kendiliğinden -hazır ola- geçtiler. İlçeye o gün o gece gönderildiği sanılan bu subay, karşısındaki kalabalığı soldan sağa, sağdan sola şöyle bir gözden geçirdi. Bir dakika kadar konuşmadan öylece bakındı. Önündeki bardaktan bir yudum su içtikten sonra kalabalığın arasından herhangi birine parmağını uzattı, komutanca bir seslenişle:

—Sen söyle bakalım sokağa niçin çıktın? dedi.

Çizgili pijaması ve ayağındaki naylon terlikle evden acele çıktığı belli olan seyrek sakallı adam ağlamaklı bir sesle:

—Paşam, üç aylık bir köleniz var benim torun olur, ona süt almaya çıkmıştım,” dedi.

Subay başka birine uzattı parmağını: “Sen söyle bakalım ihtiyar, sen niçin çıktın sokağa?”

İhtiyar: “Evde ekmek yokmuş da paşam, ekmek almaya inmiştim bizim bakkala, bağışlayın paşam!

Bu kez de alnı secdeye hiç değmemiş, mukallitliğiyle tanınan berbere takıldı subayın gözü, ——Peki ya sen?..

Berber, “Paşam, bizim müezzinin hastası varmış da sabah ezanını sen oku demişti, ezan okumak için çıktım Paşam” deyince, berberi tanıyanlar ağızlarını elleriyle kapatarak gizli gizli güldüler.

Yanıt vermeye mecali ve cesareti olmayanlar yanındakinin gölgesine saklanmaya çalışırken, komutanın parmağı kalabalığın arasına hançer gibi uzanıp uzanıp çekildi.

—Ya sen?..

“Ben ameleyim paşam, pancar sökmeye gidiyordum; yolda görünce polisler yakaladı paşam.”

Masanın üstünde azametli duruşunu hiç bozmayan komutan böyle böyle en az elli kişiyi sorguladı. Derken sıra Kâtip Rıza’ya geldi.

Paşa: “Ya siz beyefendi? Bak yaşlı başlı adamsın, Sıkıyönetim ilan edilmiş, dışarı çıkma yasağı konulmuş duymadın mı?” deyince, Kâtip Rıza bu denli önemsenmiş olmasına ve kendisine beyefendi denilmesine böbürlendi. Zaten önde duruyordu bir adım daha öne çıktı. Elini ağzına tutarak bir iki kez öksürüp soluğunu topladı sonra da esas duruşa geçip mazeretini beyan etti:

—Duydum Paşam duydum!.. Lâkin geç kaldınız Paşam Geç kaldınız! Biz ne zamandır dört gözle bu günleri bekliyorduk duyunca içim içime sığmadı, heyecanımı yenemedim Paşam. Allah kahraman ordumuza zeval vermesin, suçumuzu heyecanımıza bağışlayın Paşam, deyince, Komutanın Antep yarası gibi lekeli duran yüzündeki sert çizgiler yumuşadı. Omuzları azametli apoletle dolu Paşa, uzunca bir konuşma yaptı ve sözünü şöyle bitirdi:

—Radyolarda, televizyonlarda ilân edilen Komutanlık emirlerini dinleyin ve itaat edin. İkinci emre kadar evinizden dışarı çıkmayın. Biliniz ki bundan sonra jandarmanın dipçiği anarşistlerin, vatan hainlerinin ensesinde olacaktır. Bu defaya mahsus olmak üzere dağılın, evlerinize gidin, deyince, sabahtan beri ayakta ah vah eden, titreyen, inleyen, orada bekletilen otobüslere bindirilip Sıkıyönetime götürüleceğini düşünen yüzlerce insan, kuşlar gibi kanatlanıp uçtular sanki, her biri bir yana dağılıp gittiler.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.