Şiirin Demir Attığı Liman: Yarım Kalanın Bıraktığı Hüzün

Edebiyat

Şiirin Demir Attığı Liman: Yarım Kalanın Bıraktığı Hüzün

 

Hatice Ayan

 

Hazan, bütün haşinliğiyle yerleşmişti yeryüzüne. Yalnızlık, bütün hüzünlü duygular gibi salınarak çıkmıştı zamanın duldasından ve şairin meskenine konmuştu. Şair, yalnızlıkla sınandığı böylesi vakitlerde hep onu hatırlardı… çağlar öncesinde bıraktığı kadını… ve gider, onu hep bıraktığı yerde bulurdu, ondan hiç ayrılmamış, etrafında pır pır dönen üveyikle… Yine öyle oldu… Kadının yüreğini dokunduğu yerden kanatan feylesof, bu kanayışa aldırmayıp çekildiği Tanrı Dağı’nın doruklarından dünyayı seyre dalmıştı kimseleri umursamadan… Kadının da kimseyi umursadığı yoktu… çağlar var ki hiç susmadan konuşuyordu… kendisinin bile tanımadığı sayıklar bir sesle:

 

Oysa sen ellerinle silmiştin kirpiklerimden düşen sonbahar damlalarını. Sen sözün sultanıydın… Tac Mahal‘in taşlarını çatlatırdı Şah Cihan dilinden sevgili tasvirlerin. Babür’ün asil çocuklarından, Doğu’nun bilgeliğinden mülhem anlatılarına nazireler düşürürdüm gizli gizli… Akademinin koridorlarında -her seferinde yeniden tutuşan bir yürekle- sesine koşardım, dinlemek için kadim zamanları… gözlerime dalarak kurduğun cümleleri zihnime kazırdım…

 

Birgün bütün cesaretimi toplayıp sözün sultanı dediğimde sana “Biz hâlimizin sen gönlümüzün sultanısın.” diye karşılık vermiş, girivermiştin dünyama… Ne güzel karşılayıştı o… yüreğimde sular mevcelenirken…

 

En başından üzülürdüm tanışıklığımızın bu kadar geç vakitlere kalmasına, üzülürdüm anlatılarına girememişliğime… Üzülme, demiştin, her şeyi yazdım ama Fuzûlî sana kaldı… Ne çok sevinmiştim, şairle aramdaki bağı hissettiğin büyünün sarmalında... Fuzûlî şerhleri yapacaktık, Fuzûlî mesnevisini kıskandıran anlatılara dizecektik hikâyemizin incilerini ve bengitaşların satırlarına düşürecektik. Hafız’ın kabrinde duracaktık bir de… Hatırlar mısın, Doğu’nun o büyük şairinin büyülü mısralarını tercüme edecektin bana.

 

Tanrı şahit, ceylanlar gibi bakardım gözlerine… Şafak güneşinin kızıl ışıkları, dibinde oturduğumuz ulu kayaya değdiğinde senin aydınlığın da gönlüme değerdi… ve benim ışıkla yoldaş aşkımın hüzmeleri sızardı senin dünyana, bilirdim… Cemiyet alkışlarının gürültüsünden çıkıp küçücük dünyama geldiğinde çocuklar gibi mutluydun, gözlerinde görürdüm. Tanrı şahit, ceylanlar gibi baktığım gözlerinden gözlerime değenleri aşk bilirdim… Utanırdım elin dudaklarımda gezindiğinde… ne güzeldi ergen çağlarımızdan getirdiğimiz utanç…

 

Ben oyunlar kurardım hep, sen itiraz etmeden katılırdın. “Sen Türk’e yaylak olan ellerdensin, he mi beyim?” “He ya…”

“Ozanın sazın teline içli içli vurduğu, ezginin yürek yaktığı…” “He ya…” “O vakit sen aşkı da bilirsin, he mi beyim?” “Bilirim yaa… aşkla ulu dağlar aşırır, masal ülkesine kaçırırım seni…” “Biz de yörük kızıyız evelallah beyim, ulu dağlar yoldur bize…” Gülüşürdük… bakışın hayran hayran değerken kirpiklerime, kuzucuğum diyen dilinden yüreğime sevi düşerdi.

 

Ne saatlerce dinlediğimiz yayla ezgileri ne saz semaileri çıkar aklımdan… ne kahkahalara boğan esprilerin… Bir de düşlerime düştüğün... Bu kadar mı kendisi olur insan birinin düşlerinde? Başka kim vatanı ve beni seven Primo Türk çocuğu olarak gelebilirdi düşlerime, kim azizim son aşkıma diye imzalardı kitaplarını?.. Hep gülerek daldığım uykulardan gülerek uyanırdım gecenin bir vakti…

 

Sonra yine o ulu kayaya değerdi güneş, bu sefer gurup kızıllığının ışıklarıyla… Büyük bir hüzün kaplardı içimi, usul usul akmaya başlardı göz pınarlarımda birikmiş hazan yağmurları… ellerinde silerdin, kuzucuğum deyip yeniden, parmak uçlarımdan öperdin, aşk sıcacık akardı yüreğime...

 

Hayalleri engindir insanın, okyanuslara kavuşma hevesindeki küçük sular gibi coşkun ve cesur… oysa gerçek acımasız. Eninde sonunda bitecekti, biliyordum… acıtan sularda gezinmekti benimkisi… Gitmem gerektiğinde gidemem, üzerim seni dediğimde o pis gülüşünü yüzüne yayarak bakmıştın, nereye gideceksin nereye diyerek. Hiçbir yere gitmek yok… kuzucuğum…

 

Gün olur balık hafızasına dönüşür ansiklopedilerle yarışacak hafızası insanın. Boş yere değilmiş sana balık hafızalı derya deyişim. O gün hiç düşünememiştim taşa kazıdığın sözleri bu kadar çabuk unutup gözlerimin içine içine gitsen diye bakacağını… Aşktan korktuğunu anladığımda ilk kez acıdı içim…

 

Ah, elimden kayıp giden aşkların ardından attığım çığlıklar ruhumun karanlık dehlizlerinde… Acıyı gün be gün hafifleten ama asla unutturmayan zaman… Yeni bir uçmaya aralandığında bile kanatlarımı yere çeken ağırlık ah!.. Kuzucuğum dediğine nasıl kıyabilir insan, nasıl bırakabilir onu çakalların arasında bir başına? O nahif anlatıların nerede kaldı, sen nerede kaldın yüreğimde bildiğim? Hangi yolları aşacaksın aşkın kanatlarına tutunmadan?

 

Ah benim de hatalarım… çıkar hesabı yapmayı bilmeyen yanlarım! Ruhumu kıskıvrak yakalayan girdap! İpe sapa gelmez hırçınlıklarım… Kaybedeceğini bilse de ruhu teslim eden duygu ah? Ah içimde kaybede kaybede sabrı öğrenmiş deli tay! Ah sağır edici çığlıklarım ve ah sağır kulakları yüreklerin!..

 

Canlı kanlı duruyordu karşımda sözlerin… ama bengitaşların satırlarına sadece hüzün kalmıştı… Ve ben gidiyordum, bindirdiğin gemide… kızıl bir kederi gösteriyordu saatler. Sen ağıtlarla mendil sallıyordun ardımdan. Şair ruhluydun… Ne de olsa gönderdikleri sevgilinin ardından ağıt yakmayı sever şairler…

 

Asırlarca senden gittiğimdir satırlara düşen… senin fersah fersah kaçtığın gerçek… Bilmem o alkış tufanları yetti mi aşkın çığlıklarını bastırmaya? Oysa bilsen ki aşkın yaktığı yerden yeniden doğar insan… yandığı kadar ölür, öldüğü kadar yaşar. Ne kadar öldüğümü bilsen… ne kadar öldüğümü… ne kadar…

 

Üveyik hep yanmak için vardı… yanarak çırpındı kadının etrafında. Şair ne söylese anlamsız olurdu. Her zamanki gibi kadını orada bırakıp yalnızlığın kendisini ısrarla beklediği ‘an’a döndü. Zeigarnik döngüsündeki yorgunluğuyla şiirlerine gömüldü. Öte yandan şiir de yarım kalanın bıraktığı hüzne demir atmıştı.

 

Sadece insan ruhunu kemirmiyordu yarım kalmışlık; toplumların, milletlerin ruhunu da mağara devrinden kalma bir parazit gibi kemiriyordu. Bengitaşlar kadar hüzünlüydü ülkem… gökkubbesinde koyu gri bulutlar... Hele de takvimler, hazanın kara kışa evrilen soğuk yüzü Kasım’ı gösterdiğinde… yarım kalmış bir şarkı gibi duruyordu, bir gün batımında zamanın… tamamlanmayı bekleyen... Gün doğumu da gelir elbet ve tamamlanır şarkısı zamanın. Lâkin unutmamalı çakallar alacakaranlığı sever.

 

Aşk giyinmeli alacakaranlıkta, aşkla dimdik durmalı çakallar karşısında… Yanarak  doğmalı; yandığı kadar ölüp öldüğü kadar yaşamalı…

 

Feylesof mu? Aşk ve hüznün, hazan yapraklarının melodileriyle huzuruna teşrif edişini coşkuyla karşılamış olsa da onların gitmek için hazırlanışı karşısında umursamaz ve iç dünyasını kimselere bildirmek istemeyen bir tanrı kadar suskun......

 

Sayıkla-ma-lar

 

hüseyni saz semaisi çalardı

kaybolduğumuz odalarda

eski devirleri anarken sazendeler

biz eski devirlerden

              kalma bir imanı tazelerdik

yalan yoktu aynalarda

bir yaşamak vaat ederdi zaman

 

kaçıp geldiğim bu rüya

içimde dalga dalga yayılan

aşkın masal çağlarıydı bilirdim

bilirdim evvel zaman içindeydik

babür’ün asil çocukları gibi

asil duyguların peşindeydik bilirdim

 

sen sultanı idin bu rüyanın

ben “gönlünüzün sultanı”

aşka ve şiire dair ne varsa ayaklarıma getirirdin

ipekten düşler gezdirirdin savruk saçlarımda

 

yüzüme öyle bir inerdi ki gülüşün

tutup yüreğime asardım

parmak uçlarımdan öpüşünü yüreğime asardım

mutluluk çıkardı bahtıma yıldız fallarından

yıldızlara uzanırdı merdivenler

adı biz olan bir şiir yazar

durmadan yıldızlara asardım

 

oysa zeyc defterlerinde donmuş mutluluk

ve insan aldanmışlığında yıldızların

 

dolunayın çisil çisil yağdığı

bir sevişmek vaktiydi

sevmek suçundan

ölmeye hüküm giydiğim

aynalar yalan kusuyordu

 

yürüdüm

sular boyumu aşıyordu

ben kahkahalara tutunuyordum

yürüdüm

aşkı zehirleyen dumanlardı

ben gölgemi avutuyordum

 

oysa sen sultanı idin

kaçıp geldiğim bu rüyanın

af yaraşırken kavline

hiç bakmadın gözlerime

affetmemek için

 

duruşun kadar sessizdi tan vakti

bilenmiş bıçağına yattığımda celladın

içim ürpererek

düştüm yıldızlar katından

 

bir kayaya çakılan tebessüm

çığlık çığlık büyüyen

keder

keder

keder

keskin bir düğüm

yaşamak

yaşamak ölmekten beter

 

oysa  yeniden

bir yaşamak vaadinde zaman

ve ruhum

onmayacak kırıklarıyla

yeniden zamanın peşine düşecek

ve bir büyük hüzün inecek yeryüzüne

beni saracak sımsıkı sıcacık

seni üşütecek iliklerine dek

şimdi bir büyük hüzün

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.