İlk ve Orta Çağ Felsefesindeki Bilmek İçin Ölmek Gereği Üzerine

Felsefe

İlk ve Orta Çağ Felsefesindeki Bilmek İçin Ölmek Gereği Üzerine

Levent E. Özdemir

Kırım Ahâlî Cumhuriyeti’nin (1917) ilk başkanı Numan Çelebicihan (ö. 1918) sonradan Kırım Tatar millî marşı olarak kabul edilen şiirinde “ant etkenmen söz bergenmen bilmek içünölmege.” demektedir. Bu dize ‘bilme’nin ölünesi kutsallık ve değeri olarak anlaşılabileceği gibi Grek felsefesinden başlayarak Orta Çağ felsefesinde de kendini gösteren, bedenin hakikati bilmeye engel teşkil ettiği düşüncesini de anımsatmaktadır. Bilmek, zorunluluk ve karşı konulamaz olan düşünmenin sonucudur. Aristoteles, insanın doğası gereği bilmeyi arzuladığını ifade etmektedir. Ancak düşünmek karşı konulamaz bir zorunluluk ise insanların bilmek işini arzu dolayısıyla değil, zorunlu olarak gerçekleştirdikleri çıkarsanabilir.

Dizeye ilişkin yapılabilecek ikinci yorum ise söz konusu bilmeninölmeyi gerektirmesi nedeniyle hakikatin bilinmesi olarak düşünülebilir. İlk Çağ Grek felsefesinde gerçekliğin erişilmesi olanaksız ya da çok güç olduğu fikri, Orta Çağ felsefesinde dinî düşünceyle birlikte bu düşüncenin destekçisi olarak ilim sıfatının kendisi olan Tanrıyla bütünleştirilmiştir. Tanrısal olan ruhun yetkinliğinin, beden tarafından sınırlandırılmasından dolayı beden gibi bir maddenin kendisine ilişmeksizin ruhun tek başınayken gerçekliğin bilgisine erişmesi daha olasıdır. Bu görüşün Grek felsefesinden Orta Çağ felsefesine geçişteki dönüşümüne ve felsefe tarihinde yerleşik hâle gelişinekısaca bakmak yararlı olacaktır.

Ontolojik yapısı itibarıyla maddî olmayanın bilgisinin kendisiyle elde edilebilineceği varsayılan ruh, Pythagoras ve takipçilerine göre bedenin kafesidir. Pek çok diyaloğunda Pythagoras etkisinin görüldüğü Platon düşüncesinde de beden ruhun kafesi olarak algılanmıştır. Mağara alegorisinde görüleceği üzere ruh, içinde olduğu bedenin yanıltıcı duyularıyla zincirlenmiştir. Platon’a göre gerçek olan var olandır ve aynı zamanda hakikat de budur. Duyuların yanıltıcı görüngülerinin çok ötesindeki tümel idealar/eidos gerçekliktir.Ulaşılması güç gerçekliğin bir başkasına anlatılması ise olanaksızdır. Platon düşüncesinde gerçekliğe erişmenin olurlu oluşu onda öte dünya fikrinin değil de reenkarnasyonun bulunmasıyla anlaşılabilir. Orta Çağa gelindiğinde ahiret düşüncesinin dayanaklarından olacak gerçeklik, Tanrı ve onun bilgisiyle özdeşleştirilecektir. Aristoteles iseNefs Üzerine adlı yapıtında nefsin bedenle var olduğunu belirtmektedir. Ona göre Tanrı dışındaki varlıkların formsuz maddelerinden ya da maddesiz formlarından söz edilemez.Dolayısıyla Aristoteles’te ruh-beden birlikteliği söz konusu olup önceleme bulunmamaktadır. Ancak bedenin ölümü ruhun da sonu olacaktır.

Ele alınan ‘ulaşılamaz gerçeklik’ düşüncesinin anlaşılmasında felsefe sözcüğünün tahlil edilmesi önemlidir. Grek düşüncesinde filozof nitelemesinin ilk kez kendisinde görüldüğü Pthagoras, aklın insan ve Tanrı(lar) arasındaki bağı anlamakta çaba gösterse de kavrayamayacağını belirtmektedir. Sophia yalnızca Tanrının inhisarında olduğundan kişioğlu yalnızca bilgeliği sevip ardından gidebilir. Bu çabaya bilgelik sevgisi anlamında philia-sophia denilmesi gerçekliğin erişilemezliğini ifade etmektedir.

Orta Çağ felsefesinde de Grek düşüncesinin ruh ile bedenin varlık, yapı ve ilişkisine dair kabullerinin izleri (farklıklar olmakla birlikte) takip edilebilmektedir. Orta Çağ boyunca felsefe başlıca Patristik felsefe, İslam felsefesi ve Skolastik felsefe olarak ayrılabilir.Plotinus felsefesinde sudur ile Tanrısal ruh ve kötülüğün kaynağı madde arasında ayrıma gidilmiştir. Ruh, bedenin tutsaklığından kurtularak kendi başına var olabilmelidir. İdeal Devlet’te benzer bir görüş Fārābī tarafından ileri sürülmektedir. Ona göre töz durumuna gelemeyerek bedenden bağımsız var olamayan nefs, bedenin ölümünden sonra yok olacaktır. Basit töz olan nefs, maddeye bulaştığı için İlk Mevcûd’un tözünden uzak kalmıştır. İbn Sīnā düşüncesinde gerçekliğin anlaşılması için beden engel oluşturmaktadır. Bununla birlikte anılan iki filozof da ölümden önce nefsin cevherleşme imkânı olduğu görüşleriyle Grek düşüncesinden ayrılmaktadırlar. İlk İslam filozofu Kindī ise felsefeyi varlığın hakikatinin bilgisi, aklı da bu hakikati kavrayan basit cevher olarak tanımlamıştır. Orta Çağ İslam felsefesinde hakikat arayıcılarıyla ilgili farklı açıklama ve değerlendirmeler bu dönemdeki farklı anlayış ve kabulleri göstermektedir. İlgili görüşlerin bütüncül biçimde incelenmesi ayrı bir çalışma gerektirirse de İslam filozoflarında gerçekliğin bilgisinin güç de olsa erişilebilir olduğu görüşünün bulunduğu ifade edilebilir.Patristik ve Skolastik felsefede de ruh-beden ilişkisi bağlamında benzer anlayış bulunmaktadır. Orta Çağın teologları ise vahiy dolayısıyla hakikatin bilgisine sahip olduklarını düşünmekte ve yalnızca bu hakikati/dinlerini savunmaktadırlar. Gerçekliğin ulaşılamazlığı fikri felsefe bakımından kuşku metodunun bir tür sonucu olarak görülebilir.

Felsefe tarihinde etkili filozofların düşüncelerinde yer edinen ‘gerçekliği kavrama yetkinliğine iye ruhun bedence kısıtlanması’ anlayışı Türk düşüncesinde de görülmektedir. Türk tasavvufunda ölmeden önce ölmekle nefsi arındırmak gibi pek çok örnek bu açıdan ele alınabilir. Kişiyi yetkin insan (insan-ı kâmil) kılmayı amaçlayan tasavvuf bu aşamada kişiye gerçekliği olduğu gibi temaşa etmeyi vadetmektedir. Böylece sufi kendi benliğinden sıyrılarak gerçekliği perdesiz biçimde duyacak, onu kendinde hissedecek ve “ben gerçekliğin kendisiyim.” (ene’l-Haḳḳ) diyecektir.

Grek düşüncesinin Orta Çağ ve özellikle de İslam felsefesiyle soruşturulan konu üzerinde ayrışma nedenlerinin başlıcası; felsefe anlayışı, doğaya bakış, insanı ele alış tarzlarındaki farklılıktır. Bu, Doğu ile Batı’nın bir araya gelmesi güç düşüncelerinin bakıştan itibaren başkalığındandır.

İlk ve Orta Çağ felsefesiile felsefî tasavvuftaki bedenin ruhun yetkinliğine engel olduğu kabulüne dayanarak denebilir ki ölmeyi gerektirecek bilgi ancak gerçekliğin bilgisi olabilir. Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılacağı üzere ölmeden de gerçekliğin/hakikat/hakk ruh tarafından erişilebileceğine olanak tanıyan görüşler gelişmiştir.Öyleyse gerçeklik ve onun bilgisinin neliği sorusu yanıtlanmaya çalışılmalıdır. Gerçeklik, bedenin ruhu kısıtlaması dolayısıyla dünyada erişilemezse onu tanımlamanın, neliği hakkında söz sarf etmenin de oluru gözükmemektedir. Zira tanım/hadd/sınırların belirlenmesi için ilk olarak söz konusu edilenin ne olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Sınırları bilinenin kendisi de bilineceğinden erişilemeyecek olma durumu gerçekliğin tanımını olursuz kılmaktadır. Klasik mantık açısından ifade etmek gerekirse, tam tanımın yapılabilmesi terimin yakın cinsi ve yakın ayrımını bilmeyi gerektirir.

Gerçekliğin erişildiği durumu değerlendirmek için iki örnek açıklayıcı olacaktır. Platon zor olmakla birlikte gerçekliğin erişilebileceğine imkân tanımakta, ancak anlatılmasını olanaksız görmektedir. Sırasıyla yansılar, duyusallar, akılsallar ve aklî bir sezgiyle kavranabilecek ideaların yer aldığı Platon’un ontolojisinde gerçekliğin ve varlığın kendisi olan idealar betimlenemezler. Platon felsefesinde iyi ideasının coşma hali (ecstasy) ve yüksek bir sezişle kavranmasına benzer şekilde tasavvufta da benliğin yitirilerek varlığın birliği içinde olmaklık gerçekliği duyumsamaktır. Sekr hali olarak ifade edilen bu durumda taşan sözler (şatahât) aklî kabullere ve toplumsal normlara aykırı görülmüştür.Bundan ötürü gerçekliği duyumsama kişisel bir deneyim olarak olabilirliğe sahip görülmekteyse de anlatılması olanaksızdır.

Bilgi, bilen ile bilinen arasında ontolojik ortaklığı gerektiriyorsa, insanın Tanrısal gerçekliğe uzanması maddî olmayan bir varlıkla, ruhla olabilir. Bilme işleminin ‘bilen ile bilinen arasında ontolojik ortaklığı gerektirmesi’ dolayısıyla hangi araç ya da uzuv ile gerçekleştiğinin saptanması bu işlemin anlaşılmasında önem taşımaktadır. Dolayısıyla bilme işleminde ruh, akıl ya da beyinden birinin diğerlerini dışlayıcı biçimde konumlandırılması gibi tartışmalar anlamsız değildir.

Bilmek; meraktan doğması, güç unsuru ya da değişim-dönüşüm aracı olması gibi nedenlerle değil bizatihi kendinde değerlidir. İnsanın yakın ayrımı olan nâtık/konuşan olmaklığının zorunlu sonucudur. Dolayısıyla bilmek ‘ölünesi’ bir kutsallığa sahiptir. Yüzyıllardır sözü edilen gerçekliğin bilgisinin elde edilmesi ise aydınlanma çağı sonrasında gerçekliğinyönlerinden birinin kavranılması olarak anlaşılır olmuştur. Buna göre kişioğlunun gerçekliği bir kerede bütüncül olarak algılaması olurlu değildir. Ancak bilgelik arayışı olan philia-sophia’nın gerçekliği soruşturmakla, hikmetin peşinden gitmekle devam edeceğine kuşku yoktur.Filozofluk da bilmenin ölünecek kadar sevilmesinden başka bir hâl olmasa gerektir.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.