Felsefe, doğru düşünebilme ve doğru hükümlere ulaşabilme etkinliği olarak da tarif edilebilir. Yapılan tarif, felsefe eğitimi ile öğretiminde gözetilen bir hedefi dile getirmektedir. Felsefede bu hedef genelde hakikate ulaşma çabası olarak görünür olmuştur.
Felsefede hakikat ya da doğruluk denilen, yukarıdaki hedef bağlamında bir fikrin, daha açık bir dille, hüküm bildiren bir cümlenin nesnesi ile uyumlu olmasıdır. Mesela, “elimde bir kalem var” dersem ve elimde de bir kalem varsa, bu ifade doğrudur. Aksi takdirde yanlış olur. Bu nedenle elimde kalem ya vardır ya da yoktur. Kalem elimde var da olabilir yok da, demem, bir doğruluk değeri taşımaz. Kalemin elimde olması ya da olmaması, nesnellik arz eder.
Nesne, öznelliği aşan, varlığında özneye bağlı olmayandır. Bir başka deyişle; özne olsa da olmasa da, var olan nesneldir. Yukarıdaki misalden yol alırsak; kalem elimde olsa da olmasa da vardır. Kalemin var olması ne elime ne de bana bağlıdır. Bu nedenle kalem nesneldir.
Nesnel olanın idraki, ayrı bir fasıldır. Bu metinde mevzunun bu yönüne yönelmeyeceğiz. Sadece asıl yönelmek istediğimiz konu ve meseleye geçebilmek için öncelikle doğruluk hükmünü görünürlük bakımından en sade biçimde belirginleştirmek istedik.
Netice itibariyle idrak ile idrak edilen arasında uygunluk varsa doğruluktan söz edilebilir. Elbet, zihinde olan yahut idrak ile idrak edilen arasındaki uyumun sağlanması veya nasıl sağlanacağı ya da açıklanması felsefe-bilimde çetrefil sorunlar arasında yer alır. Bu yazıda girmek istediğimiz konu, ifade edildiği gibi, bu bağlamdaki sorunlar değil.
Bu yazımda Cumhuriyet’in 100. Yılını kutladığımız şu günlerde dallandırıp budaklandırmadan, lâkin sağduyu esasında Türklüğe ve Türkiye’nin yakın geçmişine; yaşananlara ve düşünüş biçimimize felsefece küçük göndermeler yapmak istiyorum.
Ankara İlahiyat Fakültesi’nde talebe iken ders aldığımız bazı hocalarımız, düz ders anlatmanın ötesinde hayat yolunda yol gösterici mahiyette bazı temel ilkeleri de öğretmişlerdi. Aklımdan hiç çıkmayan bu önemli ilkelerden biri,Kovid-19 salgınında erken denilebilecek bir yaşta kaybettiğimiz Prof. Dr. Hasan Onat Hocamızın sık sık tekrarladığı “fikir-hâdise irtibatı” idi. Bir bakıma olgu ile düşünce arasındaki ilişkinin doğru kurulması ve doğru hükümlere ulaşabilmek için fikirleri olaylar ve olgular üzerinden denetlemenin gerekliliği. Gençlik yıllarımda değerini bihakkın pek idrak edemediğim bu temel ilke, yıllar geçtikçe benim için bir kılavuza dönüştü.
Rahmetli Hocamız “fikir-hâdise irtibatı” derken, yukarıda kısaca ifade ettiğim gibi, hakikate ya da doğrulara erişmede fikirlerin olaylar ile olgular üzerinden denetlenmesi gerektiğini formülleştiren bir yönteme gönderme yapıyordu. Gerçekten de özellikle araştırma ve inceleme yaparken gözardı edilmemesi gereken bir ilke idi bu.
Son zamanlarda fark ettiğim bir durum var: Bana öyle görünüyor ki, Türkiye’de siyaseten etkin konumda olan bazı kişi ve grupların üst üste hatalı kararlar alarak yanlışı katmerleştiren adımlar atmaları, onları harekete sevk eden fikirlerin gerek dünde gerek şimdide olgusal karşılıklarının olup olmadığına bakmamalarındanileri geliyor. Bu görüntü, zihinleri –en azından beni- çokça meşgul eden yaygın bir fikirle boğuşmaya itiyor. Kanaatimce çok yönlü bilinç ve bilinçaltı denetleme mekanizmalarıyla sürekli sürümde kalabilen bu fikir şu: Türkiye’deki siyasetin –ölçek büyütülebilir- tamamen dış –belirli- mihraklarca kurgulandığı; sahnedeki figüranların ise, rollerini çok başarılı bir şekilde oynadıklarıdır. Türkiye’de son on kusur yılda yaşanan bir dizi olay, (Ergenekon davaları, 15 Temmuz kalkışması, ekonomik kriz, Suriye meselesi, mülteciler, Filistin sorunu…) bu olayları doğuran sâikler ve verilen tepkiler bu fikrin doğru olma ihtimalini güçlendirir mahiyette.
Birileri birileriyle -mesela bizim siyasilerle- çok güzel oynuyor!Bizimkiler bu oyunda gönüllü rol alıyor olabilirler. Bu, başkaca davrananın oyuna alınmadığı inancından neşet ediyor olabilir. İster bilerek ister bilmeden oyunda yer alalım, ortada Türkiye’nin yarınları adına endişe veren bir büyük oyun var.
Biraz daha keskinleştirerek açalım.
Türkiye sahnesinde bir oyun oynandığından hiç kuşkum yok. İsterseniz siz buna tiyatro adı verin. Bir tiyatro oyunu… Öyle bir tiyatro oyunu ki, oyunukurgulayıp sahneleyenler, figüranlara figüran olduklarını hiç sezdirmiyorlar. Figüranlar, sahici bir gayretle, canla, başla sahadalar. Kim bilir, belki, figüran olduklarını biliyorlardır da, başka beklentilerle oyuna dâhil olarak müdahil olduklarını söylüyorlardır.Bilinçli ya da değil, gerçek olan şu: Senaryo, öylesine güzel yazılmış ve oynattırılıyor ki, bizim figüranlar kendilerini hem senaryo yazıcısı hem de senaryoda başoyuncu sanıyor. Samimiyetleri de muhtemelen bu zandanileri geliyor.
Türkiye’de gerek iç gerek dış siyasetin yönetiminde sankibir satranç oyunu oynanıyor. Ancak bu satrançta taraflar, muhtemelen ikiden fazla. Aslında alışılmışın dışında bir satranç oyunu bu: Şöyle ki, taraflar içinde karşı tarafa hizmet edenler var: Bir kısmı bilinçli, bir kısmı ise bilinçsiz; doğaçlamayla, kendiliğinden. Açık ya da kapalı yönlendirmeler var. Bariz bir kavga yaşanıyor. Bu kavga,iktidar kavgası: İçerdeki sanal güç dengeleri, bazen el değiştiriyor. Ama değişmeyen bir şey var. O da yazılan senaryo.
Senaryo da senaryo yazıcısı da dünde aynıydı, bugünde. Burada değişen ne? Değişen şu: Kurgucunun âli menfaatleri doğrultusunda sivrilen tarafın –tarafların- tıraşlanması, zayıf tarafın –tarafların-ise birazcık palazlandırılması. Bu işlem sonun da tıraşlanan, sahip olduğunu sandığı güce sahip olmadığını fark ettikçe çığırtkanlaşıyor, palazlandırılan da tıraşlananın acizliğini dâhiyane zekâsına (!) bağlayarak horozlanıyor…
Hayalleriniz senaryocununkiyle kesiştiği sürece biçilen her rol, gerçekçe oynanıyor. İktidar yahut muhalefet, birçok gerekçe üretiyor, doğru yaptığına inanıyor.
Tamam,fakat da buoyun nereye kadar? Elbet her döngüde de bir son var. Bir sınır var.
Sınırı takdir edecek olan, senaryocunun bir türlü ne yapacağını, nasıl kontrol edeceğini kestiremediği büyük Türk Milletidir.
Senaryocu, şimdilik, yıllardır Türklüğe karşı beklediği fırsatları yakaladığına inanmış. İşini de şansa bırakmak istemiyor. Dengeleri bozma ihtimali olan her duruma aklınca müdâhil oluyor. Gerekirse temizlik yapıyor… Kendince hedefe varmak üzere olduğunu düşünüyor.
İş görürken olacağı kestirdiği, kestiremediği var. Kestirdiklerine yapıp ettikleri ortada, ancak kestiremediklerinden bihaber… Anlamadığı, kavrayamadığı şu: Türk’ün her dem yaptığı gibi, onu dünya tarihinde olmazsa olmaz yapan sabrı, dirayeti ve feraseti.
Haritalar değişecekse, bu değişiklik ancak şimdilik sesini çokça söz, biraz da eylem ile duyurmaya çalışangerçek dünya düzenleyicisinin, Türk Milletinin, rızasıyla değişecektir; yoksa senaryocuların ham kurgularıyla değil.
Sözü Türk’ü iyi tanıdığı aşikâr olan Mutezilî Âlim Câhız’ın “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri” adını taşıyan meşhur kitabında Yezîd b. Mazyad’tan naklettiği bir tespitle mühürleyelim: “Allah’a yemin olsun ki, Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa mutlaka bir çaresini bulup kurtulur.”
Türk evladı bugün birçok yerde –başta öz vatanlarında- kör kuyulara atılmaya çalışılıyor. Lakin senaristler, kimle uğraştıklarının farkında değiller.Öncelikle büyük bir imtihanla boğuşan Kuzey Irak, Güney Azerbaycan, Doğu TürkistanTürkleri olmak üzere cümle Türk dünyasına, Türk beldelerine ve kendini Türk hissedenlere selam olsun!
Yorum
ZEKA
TÜRKÜN ÖZNELLİĞİ NESNELLİĞİNİN ÖNÜNDEDİR
"bir deney birde ispat"
Yakın coğrafyamızdaki büyük Türk topluluklarına selam gönderirken aşçının kılçık veya kemik ayıklaması örneğini verirken lezzet, damak, tadım, dil - tatma duyu organı olarak ve "yemek sanatı" diye bir şey olabilir mi sorusunu soralım.
Nasıl, keyifli bir giriş değil mi :) Sizin de içinizde bir yerlerin gıdıklandığını hissettim çünkü burada Türklüğün aslında zeka üstünlüğünü ispatlıyoruz. "Aslında hepimiz Türküz" diyen filozofun dayanağı tarihken ben daha gözler önünde hemen görebileceğimiz başka bir gerçeklikten bahsediyorum.
Genel olarak benim sorum; Türk adıyla kurulu Orta Asya devletleri/miz veya daha iyi anlaşılması için ora Türkleri, Türklüğü ne bekliyorlar?
Kılçık veya kemik gibi bünyeden atılması gereken katılıklar tespit edilip ayıklandıklarında ora Türkleri bozulmayan / bozulamayan tatlarını o muhteşem geleceğe ekleyeceklerdir.
Sentezci zihniyetin üreteceği şey ancak katır vs olabilir oda kısırdır ZATEN. Türk bilgelerinin görevi kimseyi kandırıp dolandırmadan olabildiğine, alabildiğine saflıkla kendilerini ortaya koyup göstermektir ve gösteri yeterde artar bile. Gerisi boş, popüler veya popülist, geçersiz, kısa ömürlü tıpkı katırvari işlerdir.
Yaşayıp görüyoruz.
Yeni yorum ekle