Zeliha Eser*
Tüketim ve üretim insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar hayatlarını idame ettirebilmek için o günün koşullarında ihtiyaçlarına yönelik olarak ürettiklerini tüketerek ve paylaşarak yaşarken, zaman içerisinde değişen koşullar üretim ve tüketimin de tanımını değiştirmiştir. Tüketiyor muyuz yoksa tükeniyor muyuz? Bu sorunun cevabını tarihi bir perspektiften bakarak vermek daha uygun olacaktır. Geleneksel toplumlarda insanların kendi ürettikleri ya da avladıkları ürünleri tükettikleri ve zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıkları görülürken, modernleşme ile tüm dünyada bireylerin beklentilerinin ve algılarının değiştiği görülmüştür. M.Ö 9000 ‘li yıllarda görülen avcı ve toplayıcı toplumlar yabani bitkileri toplayarak ve yabani hayvanları avlayarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Erkekler avlanırken, kadınlar ve çocuklar yabani bitki ve meyve toplayıcılığı yapmışlar ve ihtiyaç fazlası olanları birbirleri ile değiş tokuş yaparak çeşitlendirme yoluna gitmişlerdir. Bu noktada zorunlu ihtiyaçları karşılamak için üretim, tüketim ve değiş tokuş göze çarpmaktadır.
Zaman içerisinde çeşitli icatların toplum hayatına girmesiyle birlikte insanların yaşantısında değişim ve dönüşüm başlamıştır. Bu değişim ve dönüşüm insanların ihtiyaçlarında ve tercihlerinde de etkisini göstermiştir. Daha önce zorunlu ihtiyaçlarını karşılama güdüsüyle hareket eden bireyler daha sonra tüketimlerinde haz güdüsünü de ön plana çıkarmaya başlamışlardır. 16. YY’da aristokratlarda hedonizmin yani lüks tüketimin ve kişisel haz elde etme güdüsünün hakim olması ve 18. YY’da da İngiltere’de modanın ortaya çıkışıyla birlikte meydana gelen ekonomik ilerleme aslında Sanayi Devrimi’nin getirdiği tüm sınıflarda kitlesel tüketim bilincinin yerleşme değerinin yolunu açmıştır. Bu bağlamda, artık toplumu oluşturan insanların adı birey değil tüketici olmuş ve bu da gücünü sahip olmaktan alan bambaşka bir toplum modelini ortaya çıkarmıştır.
18. Yüzyılda Sanayi Devrimi’yle birlikte insanlar sadece üretmeye değil tüketmeye de teşvik edilmiştir. Bir başka değişle, sanayi devriminden önce toplumda üretken bir anlam yüklenmeyen tüketim, sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan modern toplumda üretken bir süreç olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Daha sonra moda ve imaj kavramlarıyla MODERNİZM insanlar arasında bütünlüğü ve benzer yaşamları oluşturmuş ve tüketim ihtiyaç olmaktan çıkarak serbest ekonominin hatta insanların materyalizmi bir değer olarak benimsemesinin hizmetine girmiştir. “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözü bu durumu tam tamına ifade etmektedir.
Tüketim toplumu olgunlaşma döneminin ise 2. Dünya Savaşından başlayarak 80’li yılların sonlarına kadar sürdüğü görülmektedir. Bu süreç sonrasında tüketicilerin çevreye olan negatif etkileri de iyice belirginleşmeye başlamış ve bu yeni toplum modeli yeni olan her şeyi hızlıca tüketmeye odaklanmıştır. İnsanlığın değerlerindeki en hızlı değişim, yine tüketim toplumu sayesindedir. İnsanlar tüketimi kimliklerinin bir parçası olarak görmeye başlamışlar ve kendi ideal benliklerine ulaşmak ve kendilerini gerçekleştirmek için tüketimi yaşamlarının merkezine koymuşlardır. Bu süreçte Descartes’in “ Düşünüyorum Öyleyse Varım” sözünün “ Tüketiyorum Öyleyse Varım”a dönüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Bu bakış açısıyla, tüketim en temel sahip olma şekli olarak ele alınmakta ve sonucunda da kişinin kendisinin sahip olduklarıyla var olabildiği bunların dışında bir hiç olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan kişi çevresindekileri de onların sahip oldukları ile değerlendirmektedir.
Sonuç olarak bireyleri kanaatkâr yaşam tarzından uzaklaştıran bu geçiş, insanlığın bilinçsiz ve kolektif olarak topluma ve çevreye zarar vermeye başlamasına yol açmaktadır. Tüketim toplumunu oluşturan tüketiciler dış uyaranların da etkisinde kalarak daha çok tüketmeye, sahip olmaya, gösteriş tüketimine yönelerek materyalizmin tüm belirtilerini kendinde göstermeye başlamıştır.
Ülkemiz özelinde bu geçişten söz etmek gerekirse; serbest piyasa ekonomisi ile Türk insanının diğer toplumlarda nelerin olduğunu, özelleştirme ile ortaya çıkan özel televizyon kanallarında insanların ne şekilde yaşadıklarını ve neleri tükettiklerini görmeye başlamalarıyla beraber tüketimlerine de bakış açıları değişmeye başlamıştır. Yeni oluşan zengin tüketici sınıfları varlıklı global sınıfların arasında anılabilmek için onlar gibi davranmaya, onların kullandıkları markaları ve ürünleri almaya, onların gittikleri mekanlarda vakit geçirmeye başlamışlardır. Toplumsal sınıflar arasında uçurum iyice açılmıştır ve açılmaya da devam etmektedir. İnsanlar arasında bu sahip olma yarışının devam etmesi, bu yarışın çıktısı olarak hem ailelerde hem de toplumda çeşitli sosyolojik ve psikolojik yaraların açılmasına neden olmaktadır.
Peki, bu yarışın sonu nereye varacaktır? Acaba toplumdaki bireyler tükettiklerini zannederlerken kendilerini de tükettiklerinin farkındalar mı? İşte bu sorunun cevabını ilerleyen zamanlarda bu platformda vermeye devam edeceğiz.
*Prof.Dr. Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yeni yorum ekle