Adalet, Özgürlük ve Eşitlik Kavramı

Akademik

Jean JacQues Rousseau  ve Thomas Hobbes’da

Adalet, Özgürlük ve Eşitlik Kavramı

Ozancan Dernek

zorbatv zorbatv                                                                                 

ÖZ

Felsefenin düşünce anlamında tarihsel gelişimine baktığımız zaman Greklerden günümüze gelinceye kadar bütünlüğü içerisinde bakıldığında genel anlamda; adalet, özgürlük ve eşitlik kavramları üzerine çok fazla anlamlar vuku bulmuştur. İnsanların niteliksel eşitliği fikrine dayanan etikle siyasetin birbirinden tamamen ayrı olarak ele alındığı modern siyaset felsefesinin adalet üzerine açımlamalar olmuştur.Eşitlik kavramı, zaman zaman yanlış olaraközdeşlik anlamında kullanılması ile birlikte onun asıl anlamının herhangi bir şeyin bireyler arasında dengeli biçimde bölüştürülmesi olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Bireyler arasında neyin bölüştürüldüğüne bağımlı olarak birbirinden farklı eşitlik kavramları üzerinden söz edilebilir. Bu hususta makalenin içeriğinde eşitliğin üç farklı kavram üzerinden açımlaması yapılmıştır. Elbette yapılan açımlamalar bağlamında açıklanması muhtaçlığı yazının yönünün özgürlük tarafına evrilmesine neden olmuştur. Yazının asıl konusu olan Jean Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes bağlamında adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının ortaya konması iki filozofun düşüncelerinin analizinden önce yukarıda bahsettiğim kavramların açıklanıp özünün kavranmasından sonra mümkün olacağı için giriş bölümünde detaylı bir açıklama yapılacak olup sonrasında filozofların düşüncelerinin içeriğine geçilmiştir. Böylelikle siyaset felsefesinin yapı taşları olan kavramlar ile birlikte düşünürlerin görüşlerine yer verilecektir.

Anahtar kelimeler: Adalet, Özgürlük, Eşitlik

 

 

 

 

 

JEAN JACQUES ROUSSEAU VE THOMAS HOBBES’DA

ADALET ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK KAVRAMI

Adalet, özgürlük ve eşitlik kavramlarının iki filozof tarafından açımlanmasından önce kavramların içeriğinin siyasal tarih hususunda analizini yapmak daha elverişli olacaktır. Kavramların kökenine indiğimizde hepsinin birbiri ile bağlantılı olduğunu görmekteyiz. Öncelikle adalet, karşılıklı insan ilişkilerini kontrol eden toplumsal yapının mümkün ama zorunlu olmayan niteliğidir. O ancak salt olarak bireyin erdemidir. Bu bakımdan birey, eyledikleri bakımından toplumsal düzenin normları içerisinde bulunuyorsa adildir. Peki toplumsal düzenin adil olma düşüncesi ne anlama gelmektedir. Toplumsal düzen, insan davranışlarını herkesi ikna edecek  şekilde düzenlemiştir. Yani herkes bu bağlamda mutluluğu bulabilir.

O halde adalet arzusu insanın mutluluk için duyduğu en büyük arzudur. Bireyin her şeyden yalıtılmış bir biçimde yani tek başına elde edemeyeceği  bu nedenle toplum içerisinde aradığı bir mutluluktur. O toplumsal düzenin ortaya koyduğu mutluluktur. İlk çağ düşünürlerinden Platon’a baktığımızda sadece adil insanın mutlu, adil olmayanın da mutsuz olduğunu ileri sürer. Lakin adaletin mutluluk olduğu yönündeki ifade elbette kesin bir cevap olamaz. Asıl ortaya koymamız gereken mutluluk nedir? Sorusudur.  Bizler mutluluk kavramını dar anlamıyla anlayıp yorumlarsak herkes mutluluktan bahsedilebilen adil bir düzen ortaya koyamayacağı kaçınılmazdır. Bu hususla ilgili bir örnek verirsem bakanlık seviyesine atanmak için iki kişi yarışıyor olsun.

Bu bağlamda en uygun olanın atanacağı adilliği doğuracaktır. Eğer iki kişide bu meslek için uygun özelliklere sahipse o zaman adaletten bahsedebilir miyiz? İçlerinden birisi yakışıklı veya uzun boylu olduğu için ataması gerçekleşiyorsa atanamayan diğer kişi bu durumu sorgular ve adaletsizliğin olduğunu söyler. Gerçekten de eğer doğayı adalet açısından yargılayacak olursak kabul etmemiz gerekir ki doğa, adil değildir. O birini sağlıklı diğerini hasta, birini akıllı diğerini aptal yaratmıştır. Hiçbir toplumsal düzen doğanın adaletsizliğini bütünüyle telafi edemez. Eğer adalet, mutluluk olarak ve de bireysel hususta mutluluk olarak anlaşılırsa adil bağlamda toplumsal düzen asla mümkün değildir. Öte yandan bir toplumsal düzen o düzenin bireysel mutluluğu değil de mümkün olan en fazla sayıda bireyin mutluluğu üzerine bir açımlama yapar. Varsayımı bile mümkün olamaz.  Bu tanımlama İngiliz filozof Bentham tarafından ortaya konmuştur.

 Ancak adaletle öznel bir değer kastediliyorsa sonuç olarak, farklı bireyler kendi mutluluğunu ne olduğuna ilişkin farklı düşüncelere sahipse yeniden bu tanımlama doğru kabul edilemez. O halde adil düzenin getirdiği mutluluk bireysel anlamda mümkün olamaz. Sadece kollektivizm bağlamında mutluluk olması gerekir. Yani mutluluktan biz siyasal otoritenin beslenme, barınma, giyinme gibi diğer ihtiyaçlarının giderilmesini anlamalıyız. Mutluluk kavramı, doğası gereği çok öznel bir düşünceye sahiptir. Adalet arzusu çok temeldir ve insan düşüncesinde çok derin anlamları vardır. Tüm bu anlatılanlar bağlamında düşünürsek eğer bireylerin kendi öznel mutluluğu için yok edilemez arzusunun bir belirtisi  olduğunu görebiliriz.

Bu noktadan sonra bir başka değinmemiz gereken konu özgürlük sorunudur. Aslında bir sorun olmaktan ziyade özgürlüğü evrenin oluşumundan beri düşünmemiz gereken bir kavram olarak görmeliyiz. Felsefe tarihi açısından özgürlük birçok filozof tarafından ele alınmış olmasına rağmen şöyledir diyebileceğimiz bir noktaya halen gelmemiştir. Temele baktığımızda gördüğümüz bu problem benim için, insan olgusunun her dönemde beklentilerinin değişmesiyle ilişkilendirilebilir. Eğer bir tanımlama yapıp üzerinden felsefe tarihi içerisinde incelememiz gerekiyorsa herhangi bir koşullanma veya zorlanma olmadan kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumunu görmekteyiz. Fakat doğa durumundan günümüz modern anlamdaki çağa kadar insan daima zorlanma içerisinde kalmıştır.

Bu yüzdendir ki özgürlüğün salt olarak kullanılmadığı durumunda yukarıda bahsettiğim adalet veya adil olma yargısı ortaya çıkacaktır. Adil düzenin olmadığı bir toplumda özgürlüğün olması daha büyük çıkmazlara neden olmaktadır.  İnsanlar daima kendi isteğine göre karar verme süreci içerisinde olmak isterler fakat bu süreç bir başka insan üzerinden herhangi bir zorlamaya neden oluyorsa  özgürlüğün tam manası ile kavranamadığı anlaşılır. Bireysel bağlamda her insan özgürüz diyebilir fakat genel anlamda toplumsal kollektivizm açısından özgürlüğü kabul edemeyiz. Kapsayıcı bir anlamını kabul etmek de çok doğru olmaz çünkü özgürlük, sadece bir noktaya bağlanamaz.  Kavramı daha detaylı incelemek gerekirse;

Bireyi tanımlayan en önemli faktörün biri başka insanlarla birlikte yaşaması ve onlarla etkileşim içerisine girmesidir. Toplumların ilk adımı olan birlikte yaşama bu etkileşim düzlemini kişilerin birbirileri bağlamında sınırlarını ihlal etmemeleri üzerinden bir sınırlama yapmakta bu nedenle de yasalara başvurulmaktadır. Bu bağlamda bir toplum içinde yaşayan ve kendisini ifade etme durumunu bir kökensellikolarak  bulunduran her insan doğal yaşamın içinde edindiği niteliklerin doğrudan toplumun merkezine koyamayacağının bilincindedir. O halde sınırlamaları önceden kabul etmiş, aynı zaman da ihlal durumunda  cemiyetsel kurallar gereği yaptırım alacağını ya da patolojik dışlanmalar yaşayacağının bilincindedir. Söz konusu nomos, sınırlandırma ve yasalar  toplumlar arası değişiklikler göstermekte ve bu nedenle bir toplumda benimsenen bir eylem diğerinde bir hak ihlali halini almaktadır. İşte bu noktada insanlar kendi toplumsal yapısı içerisinde tüm yasa ve düzene sahip çıkmalıdır. Tam da bu hususa göre insan kendi toplumuna yaşamsal düzenine tutkuyla bağlı olmalıdır. Doğacak olan yurttaşlık bilgisiyle de insan bireysel ve kollektif özgürlüğe ulaşacaktır ve ikisi arasında ayrım yapmak yurttaşlık ölçüsüyle anlam kazanacaktır.

Son olarak makalenin öz konusuna geçmeden önce değinmemiz gereken bir başka kavram eşitlik kavramıdır. Özü itibari ile zaman zaman yanlış olarak özdeşlik veya aynılık manasıbiçiminde ortaya çıkmasıyla beraber onun asıl anlamının herhangi bir şeyin insanlar arasında  dengeli bölüştürüldüğüne  bağlı olarak, birbirinden ayrı eşitlik kavramlarından söz edilebilir.

‘’Eşitliğin en fazla görülen üç anlamı olarak,yaşamlarının eşit etiksel değere sahip olması bağlamında bireylerin eşit doğdukları fikrini içeren kurumsal eşitlik; insanların toplumsal düzen içerisinde haklarını ve yetkilerini ortaya koyan sosyal statü hususunda en açık ifadesini hukuksal eşitlikte ve aynı değerdeki tek adam tek oy olarak siyasetteki eşitlik içerisinde bulunan biçimsel eşitlik; veya herhangi bir konuda en başından itibaren herkesin eşit yaşam şansına sahip olduğu anlamına gelen fırsat eşitliği örneklerinden söz edebiliriz.’’[1]

Klasik ve modern dönemleri de  merkezine koyacak şekilde siyaset felsefesi tarihi bütünüyle göz önüne alındığında, siyasetin çok net bir biçimde eşitsizlik-eşitlik kavram çifti üzerine inşa edildiği görülebilir. Klasik bakımda siyaset felsefesi ile modern bakımdan siyaset felsefesini birbirinden ayıran en belirgin özelliklerden birinin eşitlik konusunda olduğu söylenebilir. İnsanın doğuştan toplumsal ve siyasal bir varlık olduğunu düşünen klasik bağlamda siyaset düşünürleri bireylerin doğuştan nitelik anlamında eşitsizlik içerisinde bulunduklarını öne sürerken birey için bir doğa durumu-toplum durumu ayrımı yaparak onun doğuştan toplum içerisinde ve siyasal bir varlık olmadığını ortaya koyan modern siyaset düşünürleri, tam tersi olarak, bireylerin doğuştan niteliksel eşitlik içerisinde  bulunduğunu öne sürmektedir.

Siyasi düşüncenin temeline bir güç olarak tanrı veya tanrısallık konulduğu zaman ortaya çıkacak yağının iktidar nezdinde hiyerarşik olarak uygulanmak durumunda olduğu bir siyasal yapı olacağını, siyasetin ise asıl temeline bireyin kendisi ya da insan olmak deyiminin kendisi konulduğu zaman vuku bulacak siyasal yapının ise merkezi iktidarın artık hiyerarşik biçimde yukarıdan aşağı değil de aşağıdan yukarıya uygulanmak durumunda olduğu bir siyasi yapı olmasını düşünmek ve analiz etmek çok zor değildir.‘’Tarihsel açıdan baktığımızda İlk ve Ortaçağları boyunca yaşama geçirilmiş olan yönetim biçimlerinin genelde monarşik ve aristokratik karakterli olmasının arkasında duran egemen zihniyetin öngördüğü biçimde siyasal ve toplumsal düzenin temeline niteliksel eşitsizlik fikrinin  ve buna bağlı olarak hiyerarşik düzen anlayışının kendisinden kaynaklandığı Tanrı ya da tanrısallığın konulduğu’’[2]; Modern çağla beraber görülmeye başlayan yönetim biçiminin daha çok demokratik karakterli olmalarının arkasında duran egemen zihniyetin öngördüğü biçimde siyasal ve toplumsal düzenin temeline bir gücün konulamayacağını doğal eşitlik içerisinde bulundukları düşünülen bireyin konulduğu açıktır.

 Bu tanrısal gücün siyasal toplum düzeni içerisinde Antik Çağ dönemi içinde siyaset filozoflarınca açıkça bir şekilde görülmemekler birlikte Hristiyan ve İslam Ortaçağın’da tüm siyasal açımlamalarda filozoflar tarafından çok net olarak görülmektedir. Bu noktada artık sorulması gereken en önemli soru şudur: Acaba insanlar gerçekte, Klasik siyaset filozoflarının öne sürdükleri gibi doğal olarak niteliksel eşitsizlik içerisinde dünyaya gelip daha sonra birbirleri ile olabildiğince eşit konumda nasıl yaşayabileceklerinin olanaklarını araştırmışlar yoksa Modern siyaset filozoflarının öne sürdükleri gibi, doğal olarak niteliksel eşitsizlik içerisinde dünyaya gelip sonrasında mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan eşitsizlik ve düzensizlik karşısında uzaklaşamayacak bir şekilde doğa durumundan toplum durumuna geçmenin yakınlığında yaptıkları sözleşmeyle yeniden bir arada olabildiğince eşitlik ve düzen içerisinde nasıl yaşayacaklarının olanaklarını mı aramışlardır? Aslında sorunun sorulması ve yanıtlanması her iki siyaset anlayışı içerisinde  ancak ilkel manada insanın önemli görülmesi hususunda anlam taşır.

Toplumun bir hiyerarşik yapısal özellik göstermesinin sonucu olduğu söylenebilecek olan iktidarın,  yukardan aşağıya doğru uyguladığı monarşi ve aristokrasi gibi yönetim biçimlerinin söz konusu niteliksel eşitsizlik kavramına dayanması ne ölçüde usa aykırı düşmüyorsa aynı bakımdan temelde hiyerarşik yapı göstermeyen iktidarın en aşağıdan yukarıya doğru giden bir çizgide uyguladığı demokratik yönetim biçimlerinin de yönetilenleri yönetecek olanlar toplumun kendi içinden seçilerek belirleneceği için, niteliksel eşitlik olgusuna yaslanması o ölçüde usa aykırı düşmemektedir.

 Bu durumda toptancı bir analizle insanların niteliksel olarak eşitsizlik ya da eşitlik içerisinde bulunduklarının kabul edilmesi gerektiğinin öne sürülmesinin bugün artık çok anlamlı görünmediğinin üzerinden geçmek gerekiyor. Dolayısıyla hukuk önünde insanların karşılıklı eşit konumda bulunmaları gerektiğinden söz edilebileceği gibi siyasal ve toplumsal yapının bir üyesi olması söz konusu olduğunda onların eşitliklerinden ziyade eşitsizliklerinden söz edilmesi daha çok akla uygun düşmektedir.

18. yüzyıl denildiği zaman ahlaksal toplumsal ve siyasal düşünceler bağlamında etkili olan birkaç filozoftan biridir, Jean Jacques Rousseau. O, eserlerinde iyi olan insan benliğini  duyusal yönleri ve çelişkileriyle ifade etmesi, aklından çok duyguları temele alması bilimlerin ve sanatların dolayısıyla aklın ilerlemesinin   ahlaki olarak toplumu bozduğunu ileri sürmesi nedeniyle romantizm akımının öncülerinden olmuştur. Eleştirel bir bakış açısıyla özellikle döneminin burjuva toplum yapısının ve birey yaşantısının açmazlarına dikkat çeken Rousseau, daha eşitlikçi ve özgür bir toplum için olması gereken yurttaş- birey ve siyasal yapının olanaklıları üzerinde durur.

            Bu çerçevede vatandaşlık hakları ve erdemine eşit haklara sahip bireylerden oluşan ve toplumla siyasal yapının özdeşleştiği bir toplumsal oluşum üzerine hedef koyar. Onun toplum sözleşmesi adlı eseri kanaatimce iyi ve adil bir yönetimin ussal ilke ve gerekçelerini ortaya koyması bakımından modern siyasal tartışmaların tarihsel ve olgusal süreç içerisinde toplumsal ve siyasal yapının biçimlenmesine ilişkin kaynak arayışında etkili olmaktadır. Modern siyaset felsefesi geleneğinde sözleşme kuramından hareketle iyi ve adil bir yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğini gerekçelendirmeye çalışan temel manada iki anlayış vardır. Bunlardan ilki özellikle bireyin, hak ve özgürlüğünü temele alan bir yönetim biçimini savunan liberal siyasal anlayış diğeri ise gelenek ve ayrıcalıklar karşısında toplumsal ve siyasal yapının kuruluşunu ussal ilkeye dayandıran buradan hareketle de bireyler için hak ve özgürlükler öngören cumhuriyet temelli yaklaşımdır. 

‘’Filozofa göre, daha ziyade ortak yararı gözeten ve bütün toplumsal tarafların rızasıyla sağlanan genel istenç çerçevesinde biçimlenen halk yada ulus egemenliği kavramı’’[3]ile cumhuriyet geleneği içerisinde değerlendirilir. Düşündüğümüzde aydınlanmanın doruk noktasına ulaştığı 18. Yüzyıl Batının geleneksel değerinin ve kurumsal yapılarının, aklın eleştirel süzgeci içerisinden geçirilen bir dönemi bizlere gösterir. Bu dönemin özelliği gelişen teknoloji ve sanayileşme süreci içerisinde dönüşen bir toplumsal yapı içerisinde burjuva sınıfının biçimlendirici gücü temelinde somutlaşmaya başlamıştır. Burjuva sınıfı, toplumsal ve siyasal egemenliğini mevcut feodal ve dinsel kurumlara yönelik eleştirilerle akılsal temelde yeniden oluşturmaya başlar. Bu bağlamda toplumsal sözleşme kuramı böyle bir çabanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Sözleşmenin avantaj haline dönüşmüş noktası bireysel ve siyasal hakların anlamını sözleşme içerisinde buluyor olmamızdır.

Diğer yandan bu sözleşme kuramı adil yada meşru bir siyasal yapının nasıl kurulacağına dair ussal bir yöntem ya da araç olarak tasarlansa da olgusal anlamını tarihin içerisindeki gelişmelere göre kazanmıştır. Bu bağlamda devletin niteliği sözleşme taraflarının  özgür ve eşit oldukları doğa durumundan toplumsal yaşam içerisinde taraf olmanın yarattığı bireysel çıkar ve haklar genelin çıkarı ve iyiliğine yönelik bir dönüşüm içerisindeki yapıyla biçimlenir.  Aslında söylenmesi gereken şey,burada bireysel toplum ve çıkar özgürlüğün uzlaştırılması amacıyla negatif bağlamda doğal durumun  sınırsız çıkar ve özgürlüğünün  pozitif bir toplumsal durumunun ortak yarar ve özgürlüğünün  pozitif bir toplumsal durumun ortak yarar ve özgürlüğünü gözetecek biçimde sınırlandırılmasıyla ortaya konulur.

‘’ Rousseau, diğer birçok düşünürün iddia ettiğinin aksine doğa durumunda bireylerin gerçekten özgür olduğunu, onları sınırlayacak hiç bir şeyin olmadığını ve asıl gerçekliğindoğa durumunda yaşandığını bildirmektedir. Doğa’nın yaratıcının elinden çıkan her şey gibimükemmel olduğunu, ancak bunun insanın elinde param parça olup, bozulduğunu iddia etmektedir.’’[4]

Çalışmanın geldiği noktada adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının daha iyi kavranması aslında filozofun doğa durumunun ne olduğuna dair düşüncesinin detaylı incelenmesi ile mümkündür. Bu bağlamda  Rousseau’nun   ifadesiyle ‘’ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip bu bana aittir diyebilen buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.’’[5] yani doğa durumunda var olan sınırsız özgürlük düşüncesi  kişilerin mal mülk edinme hevesiyle oluşturdukları özel mülkiyetin ortaya çıkması doğrultusunda eşitsizlik ve insanın insan bağımlılığı doğmuştur.Aslında doğa durumu içerisinde ki insan  bulunduğu koşullardan kurtulup medeni bir toplum kurmaya çalıştığında tarafların yozlaştığına işaret etmiştir.

 Filozofa göre, doğa durumundaki ilkel insanın yalnız yaşamı medeniyetin sunduğu konforlu ortamdan oldukça iyidir.Bunun nedeni doğa durumundaki insan, iyi kötü gibi kavramların özüne ilişkin bilgileri bilmediği için  iyi ve kötü değildir. Aksine özgür, bağımsız bir yapısı vardır. Medeni bir toplum bireylerin bütünlüklü, özgürlük ve eşitlik içerisinde birlikte yaşadığı natürel bir durumdan  birbiri ile daima rekabet içerisinde girmiş  kendi çıkarları doğrultusunda düşünen bir varlık haline  dönüştüren  diğer bireylere kasıtlı olarak zarar verici bir eşitsizlik durumuna geçtiği bir alandır.  Kanaatimce özgürce  ortaya çıkan toplum aslında bireylerin özgürlüklerinin elinden alındığı ve kutuplaşmış eşitsizliklerin egemen olduğu bir düzenden başka bir şey değildir. Bu noktada yukarıda bahsettiğim toplum sözleşmesinin oluşması gerekmektedir.

 Buradaki asıl amaç toplumun daha özgür bir ortamda yaşantısını sağlanması olarak gözükmektedir.  Elbette toplum sözleşmesi oluştuğunda  üyelerinin canını malını  tüm gücüyle savunan koruyan  bir yapı oluşmalı ki her birey birileri ile bütünleşmişken  öte taraftan sadece kendisine boyun eğmek durumunda kalsın  ve eskisi kadar özgür olsun. Rousseau’da sözleşme ile düzenin sağlanacağı ve insanların devlete bağlanacağı düşüncesi vardır.  Lakin tüm bunların devamlılığı  halkın ortak yararına göre bir işleyişin olmasıdır.  O halde toplumsal düzen özgürlükleri korumak için yasaya boyun eğmeyi gerekli kılmalıdır. Ancak sözü edilen yasa  herkesin istenci üzerine mümkün olmalıdır.

 Böyle olduğu takdirde insanlar yasaya uyduğunda  kendi isteğinide sağlamış olacaktır. İşte sözünü ettiğimiz özgürlükte bu sayede mümkün olacaktır. Filozofun düşüncesinde,  bireylerin isteğinin anlam kazanmasını kamu yararı üzerine ortak çıkarlardır.  Kanaatimce ortak çıkar ile adalet uyuşur. Ortak  olması bağlamında da hak duygusu oluşur.  Bu noktada konunun bütünlükçü anlamında bağlanması için  çalışmamın içeriğinde geçen kavramların aslında  toplum sözleşmesinin sonucunda oluşan toplumsal yapı içerisinde devletin girişim içindeolması beklenir.Bu girişim adaletin bireyler arasında sağlanması hususunda yaptırımcı bir güçle kontrol etmek bağlamında ele alınır. 

Yani  insan hakları çerçevesinde  bireysel özgürlüklerin temele alındığı liberal  bir hukuk devletinde bireylerin temel ihtiyaçlarını karşılayıp  zorunluluğu aşarak ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeleri ölçüsünde  kazanacakları özerklikle  kendilerini gerçekleştirmeleri dünya ölçeğinde artan kapitalist ekonominin  eşitsizlikçi ve sömürüye dayanan toplumsal yapısında olanaklı olmayacaktır.

Bu işleyiş daha adil ve eşitlikçi bir toplumu tasarlayan cumhuriyetçi geleneğin ekonomiye devletçi  müdahalesiyle  azaltılmaya çalışılmıştır. Kanaatimce burjuva liberal hukuk devletinin  süreçte sosyal ve siyasal olarak tanınan haklar çerçevesinde bir sosyal hukuk devletine dönüşümüyle  yapını içerisindeki sömürü ve eşitsizliklerin  bireylerin lehine olacak şekilde düzenlenmesi amaçlanmıştır. Bir anlamda bireylerin bu ilişkilerine rağmen  kendi hayatlarını kazanıp kendilerini gerçekleştirmeleri sosyal  güvenlik yasalarıyla sağlanmaya çalışılırken diğer yandan yasaların güvence altına alınan  seçme ve seçilme hakkı çerçevesinde bireylerin eşit ve özgür bir biçimde siyasal alana katılmalarının önü açılmıştır.

Dolayısıyla bireylerin hiyerarşi ilişkilerine göre belirlenmiş toplumsal ve siyasal yapı içerisinde  kendilerini seçebilmesi ve eyleyebilmesi  diğer deyişle bireysel özgürlük ve negatif özgürlük olanağı  ancak yasalar çerçevesinde güvence altına alınmış  katılım ve kamuoyu oluşturmaya  olanak sağlayan pozitif hak ve özgürlükle tanınmıştır. Lakin sosyal hukuk devlet anlayışı içerisinde  örgütlenmişkapitalist ekonomik işleyiş  ve bununla birlikte gelişen toplum yapısı bireysel ve kamusal özgürlük alanının  uzlaşımını sağlayamamıştır.  Ama bu demek değildirki bireysel çıkara ve kar güdüsüne dayalı liberal ekonomik işleyişin ortaya çıkardığı aşırı eşitsizliğin dengelenmesi için sosyal devletin düzeltici müdahalesine her zaman ihtiyaç yoktur.

Sonuç olarak toparladığımızda Rousseau’da adalet, eşitlik ve özgürlük kavramının irdelendiği noktada karşımıza doğa durumundan sözleşmeye dayalı bit topluma geçiş sürecinde oluşumlar çıkmaktadır. Bu bağlamda bireyin kendisinin doğa durumunda olduğu gibi parantez içinde belirterek adil yaşamının  yanı sıra eşitlikçi ve özgürlükçü görüngüsününde medeniyet ile yeniden sağlanması noktasında açımlama görmekteyiz. Yani filozofunda ünlü sözünden yola çıkarsak insan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur. Lakin bu zincirin devletin hak, adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramları fırsat eşitliği sağlayarak düzenlemesi doğrultusunda kırılabileceğini söyleyebiliriz.

Bu aşamadan sonra yazının içeriğinde yer alan diğer filozofumuz Thomas Hobbes’un düşüncesinde adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının analizini yapacağım ve ikisi arasında karşılaştırma biçiminde farklarını ortaya koymaya çalışacağım.

 

 

 

KAYNAKÇA:

Demir, Aysel, Hak Adalet ve Özgürlük Bağlamında  Rousseau, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 33, 2012. Sf 1

Rousseau 2004, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. R. Nuri İleri, Say Yayınları, İstanbul, sf 123

Jürgen Habermans , Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, çev. İlknur Aka, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2002, sf 45

Düşünür fotoğrafları Vikipedia, internet sayfasından alınmıştır.

o.dernek@outlook.com

 

[1]A.Heywood, Siyasetin Temel Kavramları (STK) (çev.Hayrettin Özler), Adres Yayınları, Ankara 2012, s.174.

[2]L.Strauss, Politika Felsefesi Nedir? (çev.SolmazZelyutHünler), Paradigma Yayınları, İstanbul 2000, s.64. Platon ‘un Yasalar’ı Tanrı ile başlarken, Sokrates’in Savunması Tanrı ile bitmektedir.

[3]JürgenHabermans , Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, çev. İlknur Aka, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2002, sf 45.

[4] Demir, Aysel, Hak Adalet ve Özgürlük Bağlamında  Rousseau, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 33, 2012. Sf 1

[5]Rousseau 2004, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. R. Nuri İleri, SayYayınları, İstanbul, sf 123.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.