Mustafa Bulat
Soyutlama ve Özdeşleyim
İnsan, kendi gerçekliğini doğada kurar, dolayısıyla birey kendi farkındalığını yakalayamadığı sürece dünya ile ilişkisini sorgulaması, mümkün olmamaktadır. Çağımızda sanatçı, kendi iç dünyasına ve fiziksel dünyasına metazori şekilde dayatılan yabancılaşmayı reddederek ya da dünyayla ve içinde bulunduğu toplumla olumlu ilişkiler kurarak kendi gerçekliğini ortaya koyabilir. Bu çalışmadaki kişisel denemelerde ise, çevre ile olan ilişkinin kurulması ve aynı zamanda gerçekliğin bulunmasına yönelik deneyimler, empatik ilişkiler içinde aranmaya çalışılmıştır. May bu konuya,“ Yaratıcılık oluşun zorunlu bir devamıdır, kişiler bu dünyada ve kendi problemleri konusunda ancak dünyayı kendileriyle olan ilişki içinde yakalarsa bir şeyler yapabilirler, ancak dünyadaki kendilerine karşı tavır alabilip, kendilerini reddedecekleri duruma gelirse kendi varlıklarını olumlayabilirler”, düşünceleri ile yaklaşır. Sanatçı, birey olarak yapısı gereği sosyal ve psikolojik etkinlikleri olan bir varlıktır. Dolayısıyla, çevresini, yüklediği anlamlarla şekillendirerek kendisinden izler taşır hale getirir ve çevresi ile duyumsamaları aracılığıyla üretim istemine karşılık gelen davranış şekilleriyle iletişim kurar. İnsanın doğaya dair bilgi edinme sürecinde, bilincinin biçimlenmesinde, soyutlamanın önemli bir yeri vardır. Özsezgin bu konuda ki görüşlerini“Her sanat dalının kendi alanında bilgi edinmeyi amaçlaması, bilenle bilinen arasındaki ilişki, bir takım akt’lar aracılığıyla, (algı, düşünme, anlama, açıklama) sağlanır. Bilgi kuramı (Epistemoloji ve Geneseoloji) bizi bu konuda aydınlatır. Bilindiği gibi, çağdaş bilgi kuramına göre bilgi, nesnel gerçeğin insan beynindeki yansımasıdır. Teori pratiği, pratik de teoriyi etkiler ve böylece insan böylece düşüncesi, her alanda sürekli olarak gelişir. İnsan bilgisi, nesnel gerçeği yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu yaratır. Duyumlarımıza dayanan sezgisel bilgi, soyut düşüncemizin oluşumunu hazırlar. Her düşünce akımına göre, bir bilgi kuramının varlığı bilgi kavramının önemi açısından da bir ölçüttür”, ifadeleriyle açıklar.
Bilgi her şeyden önce bir soyutlamadır. Ancak bu soyutlama istencinin öncesinde insanın yaşamında, soyutlamaya uğraşacağı “Şey” e karşı bir ilginin yani bir yönelimin gerçeklemesi gereklidir. Bu yüzden bilginin, öncelikle ilgiden doğabileceğini ileri sürebiliriz. İlgi, yaşamda bilgi edinme ihtiyacının ortaya çıkması olarak açıklanabilir. Bu bilgi edinme sürecinde, esas olan nesnelerin dış görünüşüyle ilgili olan şekil değildir, genelde öze ilişkin ‘Şey’lerin soyutlanmasıyla oluşur. Soyutlamanın temeli bilgiye dayanmaktadır ve aynı zamanda insanlığın var oluşundan bu yana nesnelere ait bilgilerin öğrenilmesinde soyutlama kullanılmaktadır. İnsan doğada var olanı, duyuları sayesinde keşfeder ve duyularının olanağı çerçevesinde de kendisi tarafından yapılan nesneler haline çevirirken yani kısacası kültürü ortaya koyarken, soyutlama yöntemini kullanmıştır. Ayrıca insan ilk aleti de soyutlama yöntemini kullanarak yapmıştır. Bunu doğadan aldığı ve kendini yaratmak adına değiştirdiği her şeyde kullanmaya başlar ve sanatta bu yansıtma istemini bir amaç haline getirir. İnsanoğlu, bu amacı yansıtırken soyutlama yöntemine başvurur. Ozankaya’nın Toplumbilim Terimleri sözlüğünde de açıklandığı gibi soyutlama, “Bir bütünün herhangi bir niteliği ya da ilişkisi üzerinde özellikle durup, öbür öğelerini göz önünde bulundurmama”, olarak tanımlamıştır.
XIX. yüzyıl sonlarında meydana gelen, bilimsel, siyasal, kültürel ve endüstriyel devrimlerin ardından, toplumsal yaşama düzeni, bireyin var olma biçimini değiştirmesiyle birlikte, tüm disiplinlerde olduğu gibi sanat alanını da etkilemiştir. Bununla bağlantılı olarak soyutlamanın tarihsel süreci de, değişen yüzyılın gerçekleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Sanatçı da, toplum içinde yaşayan bir birey olarak bu düzenden bağımsız yaşayamayacağı bir dönemin içine girmiş, toplumsal devrim niteliğindeki değişim süreçlerinde gözlendiği üzere dönemin sanatçısı, sanatı ve değişen düzen içindeki yerini sorgulamıştır. Teknoloji ve endüstrileşme hayatın pek çok yüzünü değiştirmesinin yanında, felsefenin insana bakış açısını da belirlemiştir.
Soyutlama, XX. yüzyıl öncesi dönemlerde de sanat dallarına hakim bir dürtü olmuş, yazılarıyla modern sanatçılara kaynak oluşturmuş Worringer’e göre, “Soyutlama dürtüsü, dış dünyanın bilinmeyenlerinin insanlar üzerinde uyandırmış olduğu büyük bir iç huzursuzluktan kaynaklanmakta, bu durumu uzay karşısında duyulan derin tinsel bir korku olarak betimlenebilir”.Tribullus’un “Tanrı dünyada önce korkuyu yarattı” “Pirumum in Mundo Fecit Deus Timor” anlamına gelen sözünden de anlaşılacağı üzere korku duygusunun da sanatsal yaratının kaynağı olduğu kabul edilebilir. Modern sanatta görülen, doğayı soyutlama eğilimi gibi, “Primitif Dönem” insanı da, doğayı soyutlama yoluna gitmiştir. Böylelikle ilk insanların evren karşısında içine düştükleri karmaşa ve bundan dolayı almış oldukları ruhsal durum, soyutlamanın temelinde yatan psikolojik neden olarak görülür. Bu insanlar doğadaki karışık ve anlam veremedikleri oluşumlar karşısında duydukları huzursuzluklara karşı bir dayanak aramaktadırlar.
İlk toplumlarda görülen doğa soyutlaması, günümüzde daha farklı temellere dayanmasıyla birlikte, çağımız sanatında gerçekleştirilmiş olan soyutlamalar aynı nedenlere dayanmamaktadır. İlk insanda olan doğa korkusu, artık çağımızda farklılaşmış, zamanımızda evrenle ilgili olarak pek çok doğa olayının kaynağına ulaşılmıştır. Böylelikle bu konuya Gombrich, “İlkeller için, bir kulübe ve bir imge arasında hiçbir fark yoktur. Kulübe onları, yağmurdan, güneşten, ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan korurlar. İmgeler ise onları, doğal güçler kadar gerçek olan öteki güçlere karşı korurlar. Başka bir deyişle resimler ve heykeller büyüsel amaçla kullanılırlar”, düşünceleriyle yaklaşmaktadır.
Soyutlama kavramının, klasik sanatın tersine, doğayı taklitten çok iç güdüsel bir dürtü olduğu ileri sürülebilir. Worringer buna,“Temelinde gerçek bir doğal model bulunsaydı, bu saf soyutlamaya hiçbir zaman tam olarak ulaşılamazdı. Soyutlama dürtüsü dış dünyanın nesnelerine karşı nasıl davranmıştır sorunsalı karşımıza çıkar. Dış dünyanın tek tek nesnelerini, başka nesnelerle bağlantısından ve onlara bağımlılığından kurtarma, oluş zincirinden koparma ve mutlaklaştırma çabası söz konusudur”,sözleriyle açıklık getirir. XX. yüzyılın başlarından itibaren daha önceden hiç görülmemiş bir biçimde gerçekleşen hızlı değişimler ve arkasından gelen dünya savaşları, çağın insanları üzerinde olumsuz etkiler bırakmış, bu anlamda modern insan ile karşı karşıya geldiği şeyi bilmeyen primitif insan arasında bir benzerlik olduğunu söyleyebiliriz. Worringer’in sözünü etmiş olduğu gibi yüzyılın başından itibaren pek çok sanatçının Primitivizm’e yönelmesi doğayla olan uyumsuz bir ilişkiye dikkat çekmektedir. Muller konuyu, “Çağımızda sanatçı, manevi köleliklerin gücü ile aynı zamanda arttığını gören bir insanlığa mensuptur. Atom enerjisinin serbest bırakılması insanların çoğunda gururdan çok endişe ve korku uyandırmaya başlamıştır. Bundan dolayı bugünün sanatı, genel olarak ‘kötümserdir’ ferdin daha ziyade zayıf, değersiz, kötü, güçsüz karşı taraflarına karşı ‘duyarlılık’ gösteriyor”, sözleriyle açıklamaktadır.
Worringer, insanın “Soyutlama ve Özdeşleyim”olmak üzere iki içtepisi olduğunu ileri sürerek, bunlar ; “Birbirinin karşıtı, iki temel yaşantı ve algıya karşılık gelmektedir. Sanat tarihi, baştan sona özdeşleyim ve soyutlama içtepilerinden doğan sanatsal eğilimlerin toplamından ibarettir”, görüşünü ileri sürer. Özdeşleyim içtepisinin karşılığına denk gelen natüralizm denen sanatsal eğilim, doğa ile kurulan mutlu bir ilişkiyle bağlantılıdır. “Estetik haz, bir (duyulur) obje’de kendi kendimizden duyduğumuz hazdır. Estetik olarak haz duymak demek, benim dışımda bulunan duyulur bir obje’de kendimden haz duymam, kendimi onda yaşamam demektir”, bu ifadelerden özdeşleyim içtepisinde, doğa ile kurulan bir bağdan ve ilişkiden söz edildiğini anlamaktayız. Bireyin doğadaki herhangi bir unsurda kendini bulması ve kendi yaşanmışlığı ile nesne arasında kurduğu ilişki söz konusudur. Özdeşleyim içtepisinin karşıtı olarak gösterilen soyutlama içtepisi ise soyut eğilimlidir ve bireyin bilinmez olan karşısındaki iç huzursuzluğundan kaynaklıdır. Bu bağlamda Worringer, “Soyutlama içtepisi, insanın dış dünya olayları karşısında duyduğu büyük iç huzursuzluğunu gösterir ve kuvvetle transcendental bir renge bürünen düşünceleriyle dinsel bir ilgi kurar. Bu duruma, biz, büyük tinsel uzay korkusu diyoruz, ifadeleriyle soyutlama ile ilgili görüşlerini ileri sürmektedir.
Anlam dünyasında kendi insanlığını gerçekleştirmeye ve bu nedenle de kendisini yeniden oluşturmaya sevk etmektedir. Picasso konuya,“İnsan doğası ister sevsin, ister sevmesin doğanın (onun) bir parçasıdır. Doğaya karşı koyamayız. O insanların en kuvvetlisinden daha güçlüdür. Onunla iyi geçinmeye ve ona ayak uydurmaya mecburuz. Ancak; kendimize bazı özgürlükler verebiliriz”, sözleriyle açıklık getirmektedir. Genel olarak modern sanatın primitif eğilimine özel bir değer veren şey, onun doğaya bağlı olmasıdır.
Worringer soyut sanatı, bir psikolojik etken, bir içtepi ile açıklamaktadır. Bu soyutlama içtepisi ilkel toplumlarda bilinçsiz bir mekanizma ile soyut sanata götürdüğü halde, uygar toplumlarda bu içtepi, bilinçli bir duyguya dönüşerek, metafizik bir nitelik elde eder. “Kendiliğinden Şey’i”, değişmeyen, mutlak varlığı arayan uygar insan, buna soyut sanatta geometrik biçimlerle ulaşmıştır. Böyle bir geometrik dünya, ana niteliği ile nesneler dünyasında “Kendiliğinden Şey’i” bize gösteren ve daha Platon’dan, Aristoteles’ten beri felsefede, metafizik bir durumdur. Soyut sanatın metafizik ve fizikötesi niteliğine karşın soyutlama fizikötesi değildir. Ancak soyutlamada doğaya öykünme vardır. Soyutlama, doğayı sanatın konusu kılar, figüratif esas çerçevesinde anlamlandırmaya çabalar. Modern toplumda soyutlama anlayışı, sanatçının iç dünyasındaki biçim bilgisini sanat nesnesine dönüştürmesidir diyebiliriz. Modern figüratif heykel soyutlamasında, sanatçılar doğanın tasvirinden kurtulunca, form denemelerine girişmiştir. Modern sanatta soyutluluk yaşanırken bununla paralel olarak, bilim ve felsefede de, aynı soyutlaşma hareketlerinin meydana geldiğini görmek mümkündür.
İnsanoğlunun varlığını sürdürdüğü maddesel ve tinsel dünyayı algılayıp tanımlaması, kavraması ve çözümlemesi onun kaçınılmaz sorumlulukları arasında yer almaktadır. Bunu yaparken bu iki dünya arasında gidip gelmesi yeni bir düşüncenin ortaya çıkmasına neden olur. İnsanlığın var oluş nedeninin temel işlevi de budur zaten. Buradan hareketle doğayı algılayarak değiştirebildiği ölçüde yeni bir dünyayı bizlere sunar. Bunun da gösterimini sanat nesneleriyle ortaya koyabilir. May bu konudaki düşüncelerinde, “Yaratıcılık oluşun zorunlu bir devamıdır, kişiler bu dünyada ve kendi problemleri konusunda ancak dünyayı kendileriyle olan ilişki içinde yakalarsa bir şeyler yapabilirler, ancak dünyadaki kendilerine karşı tavır alabilip, kendilerini reddedecekleri duruma gelirse kendi varlıklarını olumlayabilirler”, ifadelerine yer vermektedir. Bu ifadeden hareket ederek, insanın zihninde oluşturduğu kavramlarla kendini yaratması ve buna koşut olarak aslında kendini ve benlik duygusu sunması olarak da açıklanabilir.
Yaratıcılık insanoğlunun, düşünme, üretme ve yaşama eyleminin bir ihtiyacı haline dönüşür. Yaratma eylemi bir dürtü veya gereksinim olarak ifade edildiğinde bunun bireysel bir çaba ve eylemi de gerektireceği ileri sürülebilir. Bundan dolayı yaratım ve üretim süreci içindeki kişiyi dış dünyada gördüklerini anlamaya, tanımaya ve kendi içerisinde yolculuk yaparak sentez yapmaya sevk edecektir. May bu konu üzerine,“Yaratıcılığı tanımlarken, bir yandan sahte biçimleri ile yani, yüzeysel bir estetizmle olan yaratıcılıkla arasındaki ayrımı ortaya çıkarmamız gerekir. Diğer yandan da yaratıcılığın otantik biçimini yani yeni bir şeye varlık kazandırma biçimini. Can alıcı ayrım, yapmacıklığı (“hüner” de, ya da “oyun” da, olduğu gibi) sanat ile has sanat arasındaki ayrım… Yaratıcı süreç, sayrılığın sonucu olarak değil, duygulanımsal (emotional) sağlığın en yüksek derecedeki betimi, normal kişilerin kendilerini gerçekleştirme edimlerinin bir dışavurumudur”, görüşlerini bildirir.
Yaratıcılık, sanatçının olduğu kadar bilim insanının, düşünürün emeğinde görülmelidir. Yaratıcılığın erimi, modern teknolojinin öncülerinde ya da bir annenin çocuğuyla olan ilişkilerinde ortaya çıkmakta olup, sınırlandrılamayacak kadar zengin ve farklılık özelliği taşır. Webster yaratıcılığı,“Yapma, varlığı ortaya çıkarma sürecidir”, sözleriyle yerinde bir açıklık getirmektedir.
İnsanoğlu yaşadığı çevreyi yorumlarken doğanın yansımalarını ortaya koymaya çalışmış, aynı zamanda da, gözlemden hareketle içsel çözümlerin sunumlarını ortaya dökerken çevresini ve ihtiyaçlarını yorumlama, algılama, anlama, tanıma ve tanımlama yolu ile varlıkları betimlemeye çalışmıştır. Buradaki ayırt edici özellik, ilk insanoğlunun ihtiyaç için yaptığı barınak ile bir imgenin yaratılması sürecindeki anlam varlık bakımından birbiri ile benzerdir. Ortaya çıkan eserler her ne olursa olsun doğada varlığını sürdürmek için üretilmiş ilk eserler olarak görmekteyiz. ilk insan için bunların oluşturulmasındaki neden gereksinimlerden dolayı ortaya çıkmış, ayrıca ilk insanoğlunun ortaya koyduğu sanat eserlerinin temelinde dinsel ve büyüsel etkilerin etkisi çok büyük önem taşımaktadır. Bu konu üzerine yazar,“İlkel insan için görüntü sadece bir taklit değildir. Görüntü ya da tasvir, modeli ya da ikizi olduğu varlığın canlı yetilerinin tıpkısına sahiptir ve dolayısıyla, insanoğlunun doğa üzerindeki egemenliğini ortaya koyduğu bir büyü çalışması ve etkinliğidir. Paleolitik dönemde (yontma taş dönemi) yasayan atamız, doğadaki formları, bir sanat eseri yapmak konusunda hiçbir niyeti olmadan resmetmiş ya da kazımıştır. Onun amacı, avının bereketli olmasını ve tuzağa yakalanmasını sağlamak ya da kendi amaçları için kullanmak üzere av hayvanının gücünü edinmektir. İlkel sanatçı, yaptığı çizimler ile bir büyünün ya da efsunun bütün gücüne sahip olan bir büyücüdür”, düşüncelerini öne sürmektedir. İlk insanın hayatta kalma ve hayatın devamlılığını sağlamak için doğaya yaklaşması onun doğa ile uyum sağlaması, uzlaşması toplum bilincinin yerleşmesine neden olmuş, kaynağı doğa olan ilkel insanın sanatı da, bununla bağlantılı olarak doğa olmuştur. Dolayısıyla evrendeki matematiksel düzenin belirli bir döngü ile devam etmesi yaşamsal anlamda doğayı taklit eden ilk insanın yapıtlarına da yansımıştır. Hem fiziksel hem de tinsel açıdan alış veriş içindeki bu süreç zamanla öğretiye dönüşmüş ve bu öğretiler onların yapıtlarında belli bir uyum biçminde ortaya çıkmıştır. Kaynak doğa ve yansıtmalarda doğanın düzeninin yansıtılması şeklinde olunca eser bu düzenin uyumunu üzerinde barındırmıştır. Worringer bu konuya,“Doğal örneğinin taklidini salt soyutlama elemanlarıyla; yani geometrik kristal kanunlarıyla ilgi içine koyma gereksinimi, soyutlama içtepisinin ikinci isteği olarak adlandırıyoruz bunun amacı; doğal örneğin taklidine ölümsüzlük damgası vurmak ve onu zaman ve keyfilikten koparıp almaktır… …ilkel sanat içtepisinin doğayı taklit etmekle hiçbir ilişkisi yoktur. İlkel sanat içtepisi, evrenin gösterdiği tablonun karışıklığı ve belirsizliği içinde biricik huzur imkanı olarak salt soyutlamayı ve içgüdüsel bir zorunlulukla geometrik soyutlamayı arar ve kendiliğinden yaratır. Bu geometrik soyutlama dünya tablosunun gösterdiği bütün zamansızlık ve tesadüflükten kurtulmanın yetkin ve insan için biricik dönüştürülebilir ifadesidir”, görüşleriyle yaklaşır. Ayrıca, ilk insanın ana tanrıça imgesin de görülebileceği gibi tüm ortaya çıkan yapıtlar, temelde doğanın kendi içerisindeki bilimsel döngüsü ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Aynı süreç mağara duvarlarındaki figürlerde de kendini göstermektedir. Yazının olmadığı bu dönemlerde ilk insanın resmettiği ya da üç boyutlu nesne olarak ortaya koyduğu, tüm imgelerde kendini betimlerken, aynı zamanda doğadaki geometrik düzeni de vermiş, buradaki yansıtma kaygısı ne sanatsal ne de bilimsel bir içerik taşımaktadır. Bilinçli olmadan salt görünen “Şey”’i kendi içerisindeki uyumla yorumlamışlardır. Burada anatomik bilgiler eksik olmasına rağmen, figürlerin modle edilmesi doğaya uygun gerçekçi bir yaklaşımla ele alınarak kendi kavrayışları doğrultusunda stilize edilip soyutlanmıştır. İlk toplumlardan sonra bu sürecin devamlılığı bütün medeniyetlerde kendini değişmez bir kural olarak sanat yapıtlarında matematiksel yaklaşım merkezde olacak şekilde ele alınmış ve tüm plastik uygulamalarda kendine yer bulmuştur.
Kavramları yansıtırken kullanılan dilin birbiri ile çok yakın ilişki içinde olduğu kesindir ve bu kavramların elde edilmesinin soyutlama işlemi ile gerçekleştiği görülür. Bunların sonucu olarak ortaya çıkan soyutlama işleminden sonra kavramlar ad kazanmaktadırlar. İnsanın yaşamında soyutlamaya uğraşacağı “Şey”e karşı bir ilginin yani bir yönelimin gerçeklemesi gerekecektir. Bu yüzden bilgi öncelikle ilgiden doğar ve ilgiyi, yaşamda bilgi edinme ihtiyacının ortaya çıkması olarak açıklayabiliriz. Bu bilgi edinme sürecinde, esas olan nesnelerin dış görünüşüyle insanın doğaya dair bilgi edinme sürecinde, bilincinin biçimlenmesinde, soyutlamanın önemli bir yeri ve önemi vardır. Bilgi her şeyden önce bir soyutlamadır, bu soyutlama istencinin öncesinde ilgili olan biçim değildir, genelde öze ilişkin “Şey”lerin soyutlanmasıyla oluşmaktadır. Soyutlamanın temeli bilgiye dayanmaktadır, aynı zamanda insanlığın var oluşuyla beraber nesnelere ait bilgilerin öğrenilmesinde soyutlama kullanılır. İnsanoğlu doğada var olanı, duyuları ve sezgileri sayesinde keşfeder ve duyularının, sezgilerinin olanağı çerçevesinde de kendisi tarafından yapılan nesneler haline döndürürken, kültürünü ortaya koyarken, sürekli olarak soyutlama yöntemini kullanmıştır.
Gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, hissettiğimiz, biriktirdiğimiz şeylerin içselleştirilmesini ve aşılmasını sağlarken, soyutlama bir tercih olarak ortaya çıkar ve sanat var olanı tekrarlamaz. Worringer konuya, “Soyutlama doğanın kopyası ve ya onun yinelenmesi değil, doğadan hareket eden, üretim sürecinin sonunda da yine doğaya gönderme yapan, ancak yepyeni bir bilgi ve biçim dilidir”, sözleriyle yaklaşmaktadır. Burada sanat yapıtının gerçekliğe ne kadar benzediği önemli değil, önemli olan gerçekliğin yeniden yaratılmasıdır. Bir anlamda sanatçının kendi gerçekliğini ortaya koymasıdır. Sanatçının sanat yapıtı ortaya koyması, içinde yaşadığı çevre ve çağdan izler taşıyan bir üretim halini alır ve bu üretimin nesne halinde somutlaşması da, gerçekliğin yeniden üretilmesi veya dönüştürülmesini ifade eder ki, bu da yeni bir gerçeklik ve sanatçının varlığının ifadesi olarak karşımıza çıkar. Sanatsal formu nesnel gerçeklerde değil, insanın iç dünyasında ve zihninin yaratımlarında aranması gerekir. Sanatçının kendi gerçekliğine yönelmesi sanatta biçim anlayışlarını doğurmakta, heykel sanatında soyutlama süreci ile biçimin özüne inme kaygısını taşıyan sanatçı kendi gerçekliğinden bir varlık yorumuna ulaşmak için, kendisini çevreleyen bir atmosfere varma ve kendi atmosferinin özüne inme kaygısını da beraberinde taşır. Sanatçı, doğada var olan gerçekliği gözün algıladığı gibi değil bütün duyuları ile içinde yaşadığı kendi gerçekliğiyle ortaya koymaya çalışır. Soyutlama tümü ile bireysel bir etkinlik olup, dış dünyanın görüntülerinden algılanan ya da gözlemlenen herhangi bir nesne ya da olayın yarattığı büyük bir iç tepkiden yola çıkarak ortaya konulur. Heykelde soyutlama, yalnızca biçim değişimi olmayıp soyutlanan nesnenin özündeki gerçeklik sorgulanmaktadır. Bunun başka bir açıdan değerlendirilmesi ise kişinin ya da sanatçının gerçekliği ya da doğayı algılayışı olarak tanımlanabilir. Worringer, sanatsal üretimin tanımını yapmak için iki kavram saptamıştır. Bunlardan biri natüralist eğilimli sanat yapıtlarının dayandığı “Özdeşleyim” iç tepisi diğeri de tüm anti-natüralist sanat eğilimli sanat anlayışlarının dayandığı “Soyutlama” içtepisidir. “İnsanla dış dünya olayları arasında panteist içtenlik gibi mutlu bir ilgi özdeşleyim içtepisinin koşulu olduğu halde, soyutlama içtepisi, insanın dış dünya olayları karşısında duyduğu büyük bir iç huzursuzluğunu gösterir ve kuvvetle trancendental (aşkın) bir renge bürünen düşünceleri ile dinsel bir ilgi kurar” sözleriyle Worringer, soyutlama iç tepisi ile insan ve doğa arasındaki ilişkiyi ve uyumu belirterek, bunun özellikle ilkel kavimlerde evren bilgisinin yetersizliğinden kaynaklandığı görüşünü ileri sürer. Yazara göre, ilkel toplumlar evren hakkındaki işlenmemiş, ham bilgilerinden dolayı soyut sanata yönelirken, uygar toplumlar evren hakkında yeterince bilgiye sahip olmalarına rağmen daha farklı sebeplerle soyutlamaya gitmektedirler.
Sanatsal yaratım sürecinde ele alınan varlığı soyutlayan düşünce mantığı, beraberinde farklı özgün ve özgür yorumlamalarla içsel dışavurumu da dile getirmektedir. Sanat tarihinin ve günümüz sanatının en etkili ve yalın olarak aktarılan (primitif dönem heykelleri de dahil olmak üzere) simgesel figürlere soyutlamalarla ulaşıldığı görülmektedir. Soyutlama içtepisine varlıkları içselleştirip tekrar ortaya somut bir gerçeklik olarak dışsallaştırmak denilirse, bu bağlamda aşırı öznellikle şiddetli duygulara yön verilmesi yaratıcının kendisini, iç dünyası ile bize tanıtmaya başlamasını olanaklı kılmaktadır.
Dünyayı kavrayıp algılamanın temelini, insanın nesnelerle kurduğu “Bilgi-Sezgi” ilgisi oluşturmaktadır. Estetik bir obje olan sanat yapıtı , bunun gibi bir varlık yorumudur. Katherina’nın , “Bilimde Soyutlama ve Sanatta Soyutlama” adlı makalesinde,“…Sanatçının sorunu, özel bir nesneyi soyut olarak ele almak; benzer nesnelerin sınıfına (ki bunların benzerliğini yansıtan biçim gelişimsel genellemenin mantıksal yöntemiyle soyutlanabilir) başvurmaksızın açıkça bir biçim örneği yapmaktır. Buna yönelik ilk adım, genellikle nesneyi, görünümünkinin dışında herhangi bir bakış açısında önemsizleştirmektir. Yanılsatma, kurgu gibi tüm düş unsurları bu amaca hizmet eder. Yapıtın, tüm gerçekçi bağlantılardan kurtarılması ve görünümün öylesine kendine yeterli kılınması gerekir ki, bir kimsenin ilgisi bunun ötesine geçme eğiliminde olmasın. Aynı zamanda, bu tümüyle açık seçik kimlik basitleştirecek gözün, kulağın ya da yaratıcı tasarlamanın her zaman için tüm örgeyi özümseyebilmesi ve her ayrıntının temel, yanılgısız bir çerçeve içinde görülebilmesi (ilintili görülmesi, görülüp de sonradan ussal olarak ilintilendirilmesi değil) gerekir. Ayrıntının az mı çok mu olduğu, neyin var olduğu toplam benzerliğin bir birlikteliği olarak görünmelidir... Yapıtın, belli bir amaca, bir algılama biçimine yönelik tasarlanması onun organik görünmesini sağlar; çünkü ayrıntının bölünmez, kendi kendine yeterli bir bütünden evrimleşmesi, canlılara vergi bir özellik, onların işlevinin, yani yaşamının içeriksel dengidir. Böylece, sanatın organik bir yapısı ve yaşam ritimleri var gibi görünür; oysa o gerçek bir organizma değil, cansız bir varlık ya da nesnedir. Eğer benzerlik yeterince güçlüyse, yani sanatçı başarılıysa, canlı varlık izlenimi egemenleşir; parçanın fiziksel özelliği cılızlaşır. Tüm yaşamsal işlevi karakterize eden organik sürecin biçimi, soyutlanmış ve bu soyutlama o zaman simgesel olarak yaratılabilen genel bir öğenin ortaya çıktığı birkaç örnekten yararlanmaksızın özel bir doğal olgudan doğrudan doğruya gerçekleştirilmiştir. Sanatta bu bir örnek, anlaşılabilir biçimde yaratılır ve onun boyanmış bez, titreşen hava ya da (bir ölçüde yalın olarak) görece değerleri sözlükte kayıtlı ,‟Sözcükler”denilen klasik işaretlerden oluşan gerçek yapısı baskılanıp silikleştirilerek bir simge kişiliği kazandırılır. Gerçek içeriksel niteliği ya da benliği organik yapının yanıltılması sonucunda ortadan kalkınca, doğal niteliği öne çıkar, böylece özgül nesnenin mantıksal formunu sergilemesi sağlanır”, görüşlerini dile getirmektedir. Bu durumu destekleyen May ise, “Yaratma Cesareti” adlı kitabında sanatçının cesaretinden ve toplumdan soyutlanmışlığından bahsetmektedir. Bununla bağlantılı olarak Erinç, “İnsanoğlunun bilinen tarihi boyunca sanatın konu edindiği alan ile insanın egemen olmaya çaba sarf ettiği alan hep aynı olmuştur, aynı kalmıştır. Bu alan insanoğlunun yaşamını sürdürmek zorunda kaldığı madde, doğa yani dünya ile güdülerimizin yönlendirdiği refleksiyonel davranışlarımızın ve idesel isteklerimizin ağır bastığı iç dünya”, düşüncesiyle konuyu desteklemektedir.
Mondrian 1924 yılında kaleme aldığı mektupta, ”Sanatta yıkıcılığının yeterince önemsenmemiş olduğunu sanıyorum”, şeklindeki sözleri doğayı yıkma, derinliği bulma anlamında kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Sanatçı için, “Sanatta Soyutlama”, kübistlerle başlanmış ve sanatçıya göre kübist sanat soyutlayıcı ancak soyut değildir. Nedeni ise, doğayla ilişkisini koparmamış ve hacme bağlı kalmış, bu yüzden Mondrian hacmi yıkmak zorunda kalmıştır. Mondrian ve Maleviç, evrenselliğe açılabilmek için, doğaya bağlı olan dünya görüşlerinin temelden yıkılması gerektiğine inanmaktadırlar. Wassily Kandinsky ise, doğadaki dinamik kuvvetlerle uğraşarak madde hakkında bilgimizi artıran bilimin yanında, sanatın görsel dünyanın ardındaki spiritüel güçleri göstermesi gerektiğine inanıyordu.
Bu üç sanatçı tasarladıkları özgür yaratıcı dünyalarına ulaşabilmek için de soyutlamayla işe başlamışlardır.
Modern Sanatı belirleyen temel kategori geometri olmuş, bu dönem ortaya konmuş olan, sanat yapıtlarında belirli bir düzen bulunmaktadır. Modern Heykel sanatı, öncelikle belirli bir düzen içinde bir araya getirilmiş geometrik soyutlamacı anlayışta ortaya konulan form, biçim, hacim, doku ve kompozisyondan meydana gelmiş plastik bir yapı sergilemektedir. Modern heykel sanatın geometrik bir yapı üzerine temellendirilmesi, sanatın yaşam ilgilerinden uzaklaşması anlamına gelir. Yaşam ilgileri deyince de, insan ile dış dünya arasındaki “Deneysel-Duyusal” ilgiler anlaşılmalı, bundan dolayı da geometrik sanat, yeni ilgiler ve düşünsel ilgiler düzeyinde varlık koşullarını bularak, salt soyut bir sanat olarak kendine özgü varlığını elde eder. Modern heykelin de, geometri ve belirli bir düzen içinde bir araya getirilmiş bir yapı olduğu ileri sürülebilir. Bu durumda, yüzeydeki hareket organizasyonu ile biçim ve form arasındaki ilişki nedir ve sanatçılar bunu nasıl sorgulamışlardır gibi sorular aklımıza gelebilir. Bu ilişkinin araştırılmasında, öncelikle modern sanatta, yapının analizi önemli rol oynamaktadır. Sanattaki geometrik soyutlama da, modern heykel sanatının bölümlerini, bu bölümlerin, birbirine bağımlı olmasıyla bütünün düzenlenmesi için, bütüne uygun olarak, kendilerini belirlemeleri veya dinamik ilişki gereğince ortaya çıkarmaları ölçüsünde bir araya getirmekten başka bir şey değildir. Böylelikle matematiksel ölçüler ve geometrik soyutlamacı kurgu, sanatçının eserini oluşturmada dayandığı temel unsuru oluşturmaktadır (Görüntü 1-2-3).
Biçimsel yaklaşımla değer yargılarının ya da beğeni önceliklerinin varlığı ile insanın kendini görmek istediği ve dış kaynaklı nedenlerin içsel sorun haline dönüştürülmesi sorgulanabilir bir tutumdur. Dünyayı sıradan değerlendirmelerden değil de farklı bir açıdan doğayı sadeleştirip soyutlayarak ele almak, sanat plastiğinin modern yaklaşımıyla ilişkilendirilmiştir. Benzetmenin simgesel gücünü yansıtmakla, neye benzediği ya da nasıl olduğundan öte bir duruşun olabileceği sorgulanarak modern tavrın temellendirilmesi önemlidir. Her şeyin hayal edilebilir ya da gerçekleştirilebilir olabileceğini ve bunu anlatmanın bir yolunun da sanatsal imgelerin varlığının farkına varılmasında yatmaktadır.
Kaynaklar
Cahit Kınay, Sanat Tarihi, K. B .Yayınları, Ankara, 1993
Germain Bazin, Sanat Tarihi, Çev. Üzra Nural, Selahattin Hilav, İstanbul, 1998
İsmail Tunalı, Felsefenin Işığında Modern Resim, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1992
Kazım Artut, Sanat Eğitim Kuramları ve Yöntemleri, Anı Yayıncılık, Ankara, 2009
Mehmet Yılmaz, Sanatın Felsefesi Felsefenin Sanatı, Ütopya Yayınları, Ankara, 2004
Rollo May,Yaratma Cesareti, Çev. Alper Soysal, Metis Yayınları, İstanbul, 2000
Sıtkı M. Erinç, Sanat Psikolojisine Giriş, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1998
Wilhlem Worringer, Soyutlama ve Özdeşleyim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993
http://www.msxlabs.org/forum/sanat/10772-soyut-sanat.html#ixzz2uya2ZmHuKAYNAKLAR
Prof.Dr. Atatürk Üniversitesi GSF, Öğretim üyesi
Yorum
Mustafa Bulat hocanın makalesi hakkında.
Teşekkürler Mustafa Bulat hocam yazınız çok düşündürücü ve kapsamlı.
Yeni yorum ekle