
Kırgızistan- 2
Kurtlar Yok mu Bu Dağlarda?
Fotog: Brigitte ve Frank Gorille
Sabah erken kalktık. Bişkek'te zengin bir kahvaltıdan sonra heyecan verici keşiflerimiz devam ediyor. Sovyetler döneminde büyük kentlere inilir, oradan da dönülürdü. O büyüleyici metropoller de çekiciydi kuşkusuz, ama köyler, kasabalar hep merak ettiğim konuydu. O merakı bir ölçüde dostların yardımıyla Azerbaycan’da gidermiştim. Kırgızistan'ın ve Orta Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarında da sayısız kültürel kalıntı, zengin ve verimli topraklar olduğunu, halkın sıcacık ilişkiler kurduğunu biliyordum. Şimdi onları göreceğim için içim içime sığmıyordu. Üstelik yıllardır merak ettiğim Balasagun’u görecektim, Yusuf Has Hacib’in ayak izlerini aramak nasıl heyecan vermezdi insana?
Otobüsümüz Çuy ırmağını bazen sağda bazen solda bırakarak Çuy vadisinde ilerliyor. Göl kıyısından Uygur sınırına kadar gideceğiz. Vadi çok verimli, at yılkıları, sığır ve koyun sürüleriyle dolu her yan. Üstelik çobansız yayılıyorlar. “Yahu kurtlar yok mu bu dağlarda?” diye soruyorum. Eldiyar gülümseyerek: “Kurtlara da yeter bu hayvanlar, bize de!” diye yanıt veriyor. Et ve süt ürünlerinin neden bu kadar ucuz olduğunu bu sürüleri görünce daha iyi anlıyorum. Etin kilosu 3-6 Dolar arasında, tavuk eti 2-3 Dolar. Zaten herkesin kendi sürüleri var. Kırgız yönetiminin başardığı en büyük şey: Halkın toprakla bağını korumuş olması. Çiftçilik yapmak isteyene 50 hektar karşılıksız toprak veriyor devlet. Ekip biçmesi için olanak sağlıyor. 5 yılda verim alamazsa toprağı geri alıyor. Halkın kendisi de kaderine boyun eğen bir halk değil. 1995 yılından beri ayaklanarak 3 kez devlet başkanını değiştirmiş. Şimdiki Cumhurbaşkanı Sadır Çaparov’dan memnunlar. Rüşvet ve yolsuzluğun üstüne acımasızca gidiyor Çaparov. Mafya ile mücadele ediyor.
“Daha öncekiler mafya ile mücadele etmiyorlar mıydı?” diye soruyorum. “Askar Akayev’in kendisi mafyaydı zaten. Ülkeden kaçtı, kızı hapishanede.”
Mola verdiğimiz yerlerde köylülerle konuşma fırsatım oluyor. Ayda 2 Dolar elektirik, 4 Dolar gaz, 5 Dolar internet ücreti ödüyorlarmış. Ev kendilerinin. Herkesle Türkçe anlaşıyoruz. Üç-dört ay burada kalsak, Kırgızcayı tam kavrayacağımızı fark ediyoruz eşimle.
Göçebe yaşam tarzının hâlâ Kırgızların kanında dolaştığını görüyorum, geleneksel binicilik gösterisinde hayret edebileceğiniz becerikli biniciler öyle etkili bir gösteri yapıyorlar ki, hayretler içinde kalıyoruz. Dörtnala giden atların üstünde ayağa kalkmak, atın karnına inip yerden bir şey kaldırmak, atın yan tarafına saklanmak... Tomris Ana’nın atlılarını anımsıyorum. Alp Er Tunga’nın katili Pers Kralı Kiros ordusuna karşı verdiği akıllara durgunluk veren savaş. Tek kelimeyle muhteşem! Onların torunu bunlar.
Ve işte önünüzde deniz gibi uzanan dünyanın en büyük ikinci dağ gölü. Efsanevi IssıkKöl –Sıcak Göl-. Kristal berraklığında bir dağ gölü!: 182 km / 60 km. boyutlarında. Buzulların kapladığı Tanrı Dağlarının arasında sıcak bir göl. Çünkü çok derin (698 metre) ve alttan mağma tabakası ısıtıyor gölü. Göl, Sovyet döneminden beri popüler bir tatil yeri. İnce kumlu plajlar ve arka plandaki heybetli ve karlarla kaplı Tanrı Dağları -UNESCO Dünya Mirası Listesinde- Yukarıda beyaz dağlar aşağıda çok özel çimerlik atmosferi: İnsanın hayali kanatlanmaz da ne olur?
Ülke baştan aşağı tertemiz. “Bu emirle mi sağlanıyor?” diye soranlar oluyor. “Hayır, halkın terbiyesi bu!” diyor Eldiyar. Eşim yere küçük bir kâğıt parçası atıp: “Nazar değmesin!” diyor.
Birkaç molanın dışında saatlerdir yollardayız. Akşama doğru göl kıyısında çok özel bir şey bekliyor bizi: Sadece bölgenin tipik yurta (çadır) kamplarından birinde bol yıldızlı gökyüzünün altında yemek yemekle kalmıyor, geceyi de burada çekirge cıvıltıları, rüzgârın sesi, kurt ulumaları ve kamp ateşinin çıtırtısıyla geçiriyoruz! Bu otantik göçebe atmosferinde gözümüzü gökyüzünden ayıramıyoruz. Yıldızlar kayıp yitiyor gecenin karanlığında. Rüya gibi. Çocukluğuma dönüyorum. Yayladayım sanki. Hanım Sultan nine bütün çocukları başına toplamış, masal anlatıyor. Çocukluğumdan kopup çadır aşevinde yapılan sünnet düğününe katılıyor, humus çalıp türkü söyleyenleri dinliyoruz. Biz de onlara eşlik ediyoruz. Düğün bitince su şırıltıları duyuluyor serin havada. Tanrı dağlarından süzülüp gelen seksenden fazla çay katılıyor IssıkKöl’e. Kırgızistan %80 elektrik ihtiyacını su enerjisinden karşılıyor.
Gece geç saatte yatmaya gidiyoruz. Yurtamız (çadır) tabandan ısıtılıyor, ama kara iklimi, hava soğuyor. 1.600 metrenin üzerinde bir yükseklikte uyumak yeşil dağ yamaçları ve karla kaplı zirvelerle çevrili yüksek bozkırların engebeli güzelliğine uyanmak unutulamayacak bir anı! Buradan Doğu Türkistan’a geçip Uygur kardeşlerime bir merhaba demek, bağımsız kalmalarına yardım etmek isterdim. Ama Balasagun’a dönüyoruz.
Tanrı Dağları'ndan Balasagun’a
Dağ zirvelerinden Moğolların yerle bir ettiği Balasagun'a iniyoruz. Bin yıl önce ekonomik geliriyle, kültürüyle, kervansaraylarıyla gelişmiş İpekyolu kentlerinden Balasagun’dan geriye kalan sadece tek bir Minare var. Burana minaresi diyorlar. Moğollar faşist Hitler’in tankları gibi kentin üstünden geçmişler. Geriye kocaman bir harabe, yıkıntı, ölüler ve yaralılar kalmış. Bu yıkımın üstüne bir de veba bindirmiş. Kalanları da o salgın hastalık süpürüp götürmüş. İyi ki o dönemde Balasagunlu Yusuf Has Hacib yaşamıyormuş. Şimdi bu düz ovada onun ayak izlerini arıyorum. İlk yazarımız, ilk bilgemiz, yol gösterenimiz, kadir kıymet bilenimiz. “Kutadgu Bilik” onun eseridir. Kaşgarlı Mahmut ilk sözlüğümüzü bitirirken o Kutadgu Bilik’i yeni yayınlamıştı. İyi bir yönetim, adalet, doğruluk, hoşgörü, dünya ve ahiret ilişkileri, dili iyi kullanmanın yararları ve mutluluk konularında kişiye öğüt veren bir kitaptır. Yusuf Has Hacib’indoğduğu evin yerinde şimdi küçük bir müze var. Müzede o dönemden kalan günlük eşyalar ve yıkılmış evlerden fayans ve sütun parçaları. Bir de kendisinin yazdığı sayfalar. “Bin yıl gecikerek sana geldim ey bilgem, bağışla beni!” diyerek saygıyla yanında duruyorum. Frank ile Birgitte fotoğrafımızı çekiyor. Dışarıda insanlar var. Yeni nişanlananlar, evlenenler mutlu olmak için burayı ziyaret ediyorlar. Kaynaşıyoruz hemen, birlikte halay çekiyoruz. Türkiye’den geldiğimizi duyunca kucağıma meyve dolu bir torbayı bastırıyorlar. Otobüste yolculara verin diyorlar, ayrılıyoruz.
Gelecek Yazı: Nasıl da Habersiz Geçti O Güzelim Yüz Yıllar...
Yeni yorum ekle