Bilim, Sanat, Edebiyat Üçgeninde Ödüller
Referanslarınız Kadar Ödüle Yakınsınız
Ümit Yaşar Gözüm
Issız evrende kurdu olmadan çok önceydi sanırım, insanın insana ödül olması halleri. Zaman değişiyor azizim, artık referansları kadar ödüle yaklaştırılıyor insanlar diye serzenişte bulunan o kadar çok insan var ki! Kimileri yaş almışların gençlere kapı aralamadığını, kimileri de yaş almışlar arasında aslında görünmeyen bir ödül kavgası olduğuna işaret ediyor. Masanın dört yanında bulunmuş bir isim olarak gelin bu kangrenleşen duruma nesnel bir bakış atalım.
Sözüm meclisten dışarı diye kitabın tam ortasından başlarlardı Anadolu bilgeleri konuşmalarına. Aslında tariz, dokundurma, iğneleme, taş atma o meclisin içerisindekilerle ilintilidir. Dolayısıyla sözcükler meclisin dışına asla çıkmaz yaren odalarından, köy odalarından, arkadaş meclisinden, entelektüel sofralarından…. Biz de böyle başlayalım sohbete, iğnenin ucu bize dönsün, dönsün ki, çuvaldızı ötekilere batırabilmenin sorumluluğunu öğrenebilelim!
Doymayan ruhumuzu zevk ve statü atlama adına geçici heveslere kurban etmeyi seçtiğimizde kaybettik gerçekliği. Kimi zaman acıyı paylaşır gibi yaptık, kimi zaman inançlarımızı. Haksızlıklar karşısında öyle bir hüzün giyindik ki, haksızlığa uğrayanlar utandı ‘benim hakkımdı' demekten.
Serüven böyle başlayıp ilerleyince de arsızlar, hak yiyiciler, ödül avcıları daha da şımardılar. Bir gün geriye dönüp baktık ki, insanlığa bir dirhem faydası olmayan metinler ödüllere boğulmuş. Ar damarları çatlamış pişkinlerin alkışları bastırmış, hak dediğimiz kutsal değeri.
Boşluğa düşünce hep birlikte, birileri çıkıp ne oldu insanlığımıza diye sorgulamaya başladığında fark ettik ki, ‘anlam’ denilen yüceliği kurban etmişiz şarlatanları alkışlayarak. İşte ödül terazisi de al gülüm ver gülüm, cancağızım anlayışında kantara çekildiğinden, işler hiç düzgün gitmez olmuş. Önce hak edecek yetkinler çekilmiş arenadan, artlarında oluşan boşluğu ihtirasları akıllarının önünde gidenler doldurmaya başlamış.
Mikrofon başına-kamera karşısına geçip, hayretler içerisindeyim, bu ödülü nasıl kazandım hiç anlamadım diyenleri de gördük, en iyisi bensem vay haline ülkenin diyenleri ya da ödülü hak ettiğimi düşünüyorum ama yine de hayretler içerisindeyim diyenleri de….
Uzayan bu türden cümlelere, çok bilinen ama birkaç cılız ses hariç bilip gerçekle yüzleşmek istemeyenlerde yanı başınızda homurdanmıştır. Ne hikmetse hiç birisi de o anlık söylemlerin dışında en iyi bilim, sanat, edebiyat ödülü sahibiyim diye böbürlenirken, “benim bu dünyada neden kalıcı bir etkim, yerim yok” demesi gereken bu acı soruyu sormayı akıl etmediğini, edemediğini hayretle izlediğiniz olmuştur.
Her şey yolundaymış gibi davranmak, hak etmediğini fili yutan piton gibi sindirmeye çalışarak uzun uzun avunmak büyük bir beceri olsa gerek….
Ötekine yapılan haksızlığın acısını hissetmeden her şey yolunda ve normalmiş gibi hakkın üstünü çizmek politize olmuş ilkesiz tavrın vazgeçilmez önceliği olduğundan beri konuşması gerekenler suskun, susması gerekenler sahne sahne dolaşır olmuş. Ne garip hiç kimse de bundan dolayı üzgün değil… Ama herkes ötekilerine kırgın ya da kızgın. Ancak bu kırgınlık aramızda kalsın gibi riyakar derin göndermelerle dolu uzaklara bakışlar… Kendinin dışında herkesin bildiği bir gerçek hangi arada, kimlerin arasında kalacaksa…Bu da ayrı bir riyakarlık…
Doğrulukta yarışamayanların, -o da kalmadı mı ki yer yüzünde zaten- eğrilikte at başı yol almaları artık kimseyi şaşırtmıyor.
Sana kimse ödül mü vermiyor, yoksa asla ödül alamayacağını mı düşünüyorsun!
Unut gitsin; veren elin, alan elden daha kutsal olduğunu. Her sorunun bir çözümü varsa, ödül sorununun da mutlak bir çözümü vardır: Yeni ilke; alan el veren elden daha mahirdir diye haykırarak kendini ödüllendirebilirsin. Üç, beş ahbap çavuş bir araya gelir tumturaklı bir ödüllü yarışma açar, kendinizi birinci, ikinci, üçüncü ilan edersiniz, hatta diğer iki ahbapta açıkta kalmasın diye onları da mansiyonla onurlandırırsınız olur biter…
İnsanın midesi açlığı kaldırıyor da, doyumsuzluk duygusu asla hakkı savunmayı kaldırmıyor.
İstemekle değil, çabayla, emekle, birikimle geliyor ödüller. İstemek eğer dilek olarak ilerliyorsa emek de peşinen karşılığını buluyor normal zamanlarda. Ancak istemek bir ihtirasa dönüşüyorsa -sınırlı iradeyle kaç sınır zorlayabilir ki insan- işte orada ayak oyunları, çıkarlar, kişilik erezyonu devreye sokularak ödüle erişme kutsal bir amaca dönüşüyor.
Kimseler sormuyor hangisinden daha fazlayım, kimlerden daha azım diye. Bir ödül romantizmidir alıp başını gidiyor. Çoğunluk gamsız, yanı başında ağzını açanı, karşısındaki yamyamlar yeme çabasında.
Hak edenin yüreğinde derin bir boşluk. Zamanla yerini aklın sorgulamalarına bırakıyor. Koca koca ünvanlı insanlardan oluşan jüriler, asla haksızlık etmezler diye düşünürken, denize karpuz kabuğu düşüveriyor birden. Ah insan kardeşlerim bir bilseniz ki, ulufe dağıtır gibi unvan dağıtılan bir ülkenin çıkmaz sokaklarında celladına yakalanmış bir avsın. Bu yıkımı eyvanından seyreden gamsızların arenaya çevirdiği çıkmazda sıkıştırılmışsın. Sen ödül almak için o yarışmada değilsin aslında, ama ödül senin üzerinden atlayarak ötekine ulaşsın diye vazgeçilmez bir basamaksın. İhanetle romantizmin el ele yürüdüğü ne başarılı bir ilişki değil mi? Hak yok, adalet yok, kuşakların hatta toplumun cehalete sürüklenmesi düşüncesi yok….
Dönüp bakın bilim, sanat ve edebiyat ödüllerine, -diğer disiplinlerde bundan farklı değil- ne veren razı, ne alan ne de alamayan. Bir yerlerde bir yanlışlık pardon kayırma var ama işin neresinde, kim yapıyor, niçin yapıyor, yaparken ‘hak’ kavramı hiç masa etrafında dolaşıyor mu, insan bunu sahiden derin derin merak ediyor.
Kimileri kıs kıs sevinirken, kimileri üzüntülerini içine atmanın utancını yaşıyor, birileri de gevrek gevrek alkışlayarak sırf bu yeni algıya taraftar olabilmek adına ellerini nasır bağlatıyor. Bütün bunlar yaşanırken haksızlığın yüzölçümü giderek genişliyor. Bu aymazlığa dur diyecek irade milletin bağrından fışkırmadıkça-ki hala ödül müessesesini denetleyecek kurumları yok ülkemizin- dijital çağın alet, edevat ve şişirilmiş egosuyla gece gibi çökecek üzerine insanlığımızın.
Hiç uğruna okumalar yapıp, hiçin ödülünü taşıyacağız salonlarımızın köşelerine…
Uzun sayılacak bir ömür farklı disiplin ve alanları yönetmekle geçince o kadar şey birikmiş oluyor ki, geçmişe dair. İlk okuldaki çuval yarışlarını anımsıyorum. Fit ve güçlü olanlar -şayet birileri altı kesilmiş çuvalla yarıştırılmıyorsa- kamuoyunun önünde hakkıyla kazanırdı.
Kimin en iyi olduğu belirlenen entelektüel dünyada işinin hakkını verenlere saygı, çuvalın altını kesip hak etmeyeni kayıranları da sövgüyle anmak istiyor insan. Bazen ödülü koyan ödül yabana gitmesin diye işini şansa bırakmadan yolun başında ipleri elinde tutup seçiyor “seçici kurul” unu, bazan da iyi niyetle çıkılan yolda seçici kurulun dengesi kayıyor. Kısaca ödüllerde-yarışmalarda süreç seçici kurullarla başlıyor. İnsanlar ödülden daha çok seçici kurulların açıklanmasını bekler oluyor. Kim kimi kayıracak, kim kimi asla kürsüye yaklaştırmayacak diye merakla bekleniyor. Bir de hiç değişmeyen kurul üyelerinin yanı sıra kendinden sonra gelecek üyenin yerini hazırlayanlar da işin cabası.
Sanırım burada bir ödüller kurumu oluşturup, onlarında çıkıp yahu durun, kendi yazınıza, konuşmalarınıza, imzalarınıza ya da işinize zaman bulamazken, bu zor ve meşakkatli hatta pek ekonomik getirisi de olmayan bu jüri üyeliği unvanını niye üstlenmek istiyorsunuz diye sorarak başlaması yerinde olurdu sanırım. Seçici kurullar sorununda istisnalar var ki, onları öpüp başımızın üstüne koyalım, ancak çoğunluğunda değişim diye bir gelenek oluşmamış. Belki de “ödüllerin kalıcı, geleneksel ve değerli olması, seçici kurulların tahtta kalma süreleriyle orantılıdır” diye kuyuya kendi taşını atanların bu ulvi düşünceleri sonucunda değişim dediğimiz demokratik kavramın oluşmasına şans tanınmamış.
Bir kuralsızlık silsilesi alıp başını giderken, birileri de çıkıp -her sav karşı savıyla vardır- ilkesine sadık kalıp aynı isimlerin hem birkaç seçici kurulda hem de sürekli yer almaları ödüle gidecek yolun çeşitlenmesinin önünde en büyük engeldir diye haykırmasına sebep oluyor. Ama hepsi o kadar, ilerisi görünmüyor. Lakin herkes bildiğini-ben sana sen amcama, ya siyasi, ya etnik ya da dini yandaşlıkla-okumaya devam ediyor.
Roman yazarları roman, öykücüler öykü jürilerinde boy gösterirken ödülü koyanlarda bunlar arasında olumlu ya da bir çıkar ilişkisi olabileceğini dikkate alarak, jüriyi çeşitli alanlardaki yetkin isimlerden oluşturmak faydalı olur demiyor. Oysa böyle bir sorumluluğun altına elini koyanların “hak kavramı kadar, bindikleri dalın geleceği kaygısı, insani değerler vb.” önceliği olmalı. Mesela edebiyat jürilerinin yazar, eleştirmen, yazar ajanı, kitapçı, yayıncı ve de kütüphaneci gibi meslek temsilcilerinden oluşması çeşitliliğin ötesinde bir ortak değer yaratmayı da güçlendirecektir.
Sanatta eser üzerinden ilerleyen süreç edebiyatta ve bilimde metin ve yazar üzerinden ilerleyebiliyor. Burada önemli olan genç, yetkin ayırdında olmak koşuluyla sanatçı, bilim insanı ve yazarları desteklemeyi hedefleyebilen ödüller kadar, düşünsel arka planı, dilsel ahengi ve örgü ağı olan metinler/yapıtlar üzerinden seçim yapılabileceğidir.
Sanat ödüllerinde esas olan sanatsal yaratıyı ortaya çıkarmak iken, bilimde yeni buluşun evrensel değer taşıyıp taşımadığına, edebiyatta ise o alanda ay/yıl… ortaya çıkmış olan/olanların geleceğe kalacak olanlarını seçmektir. Seçici kurulların derdi başarının değil ama öncesiyle birlikte iyinin üstüne daha iyiyi koyarak alanın niteliğinin yükselmesine zemin hazırlamak olmalıdır. Yoksa iyinin ve yetersizin göreceliliği diye aylak, içi boş bir söylemle topa tutulmaktan kurtaramaz ödül kendisini. Bazı ödüller genç beyinleri verimliliklerini artırmaya yöneltip özendirirken, bazıları o disiplinin kanonik değerlerini besleyecek yeni bir kaynak olabilmelidir.
Yazar, sanatçı ve bilim insanının yaşamını sürdürebilir kılmanın yolu onları yüreklendirmekten, desteklemekten ve başarıyı ödüllendirmekten geçiyor. Kimileri için prestij olarak görülen, kimileri manevi tatmin, ama çoğunluk için bunlara ek olarak yazarak, sanat veya araştırma yaparak yaşamını sürdürmek demek. Ödüllerin, toplumun farklı kesimlerine yeni kapılar aralayan yanlarının olduğu ortada. Yayıncı, yazar ve sanatçı ajanları, eleştirmenler, kitapevleri, okur ve araştırmacılar için birçok kolaylık ve faydası var.
Israr etmeyin: Kediler oynamaktan, ödüller ise hırpalanmaktan yorulur:
Kurumsallaşan ama bir miktar taraflı duranların bile masaya yatırıldığı, işini yapmaktan ziyade ötekinin işi üzerine ahkam kesmeyi marifet sayan ortamda birçok ödülün işlevini yitirdiğini kısacası yediği vurgunlardan yorgun düştüğünü görüyoruz. Henüz sanat ve edebiyatta kendi kanonunu belirleyememiş, dili yetkin ve salt üst araştırmacı akıl niyetine özerk kurumlarını henüz oluşturamamış olmanın kaçınılmaz sonucu bu.
Yeri gelmişken bir seçici kurul için, yetkin sinema ve tiyatro yönetmeni önerdiğimde çok garipsenmiştim. Yahu azizim burada film mi çevireceğiz ya da oyun mu sahneleyeceğiz diyen anlı şanlı isme koyduğum tepkiyi anımsadım bir an: Evet girişiniz yanlış oldu ama ne yapalım algınız ve kaygınız o kadar demiştim. Fakat “mı” dediğiniz şey çok su kaldırır doğrusu; seçilecek yapıtların, tiyatro ya da sinemaya uyarlanabileceğini dikkate alırsak, seçiminde aynı şekilde yapılmasından daha doğal ne olabilir. Ki, zaten disiplinler arasılığı dediğimiz şey de bu değil mi, diyerek kendileriyle baş başa bırakmıştım.
Kimi ödüllerin yorgunluğunda/işlevini yitirmiş olmasında popüler kültüre ödün vermenin yanında, seçici kurulların ve dolayısıyla ödülün kurumsallaşamamasının payı büyük. Bir de temel zaafımız; gün gelir bize de düşer mantığı.
Kimi kiminle yarıştırdığımızın bir ölçüsünü koyarak, kuşaklar arasılığın mutlaka gözetilmesini, hatta kuşakların birbirini besleyecek ölçüde yüreklendirilmesi önceliğimiz olmalı.
Masaya yatırmamız gereken bir başka sorunda, önüne gelen kişi veya kurumun bilim, sanat, edebiyat ödülü koyması/yarışma açması. Hedefi anlamsız tarafgirlikler ve kayırmalar, niteliği öldürüyor. Son birkaç on yıla baktığımızda en uygun tabir aslında hepimiz öldük ama yalnızca hakkı olanları gömüyoruz dedirten türden bir sınavdan geçiriliyoruz sanırım.
Bilimde, sanat ve edebiyatta dibin dibine yuvarlanmadan toplum olarak ivedilikle yapmamız gerekenler var: Henüz vakit varken ışığı içeri almak ve önce kendimizi aydınlatmak. Toplum olarak iyileşmeye duyduğumuz ihtiyaç sokaktaki insanımızın gözlerinden okunuyor. Entelektüel dünyanın darmadağın hali, aydınların çaresiz kaldığını düşünmesi… Hepsi büyük sorunu toplumumuzun. Bunun için de ortak iyi/iyiliği, evrensel doğruyu arayıp bulmayı öncelikli görev saymalı aydınlar, yönetenler ve bilimi, sanatı ve edebiyatı desteklemeyi görev sayanlar.
Yorum
Üstat önemli bir sorunumuz…
Üstat önemli bir sorunumuz ödüller ve haksızlık yapılan isimler.
Parayla kitap basanlar şimdilerde kendi büyük ödül ağlarını da kurmuşlar . Entelektüel düşünce için çok kötü sonuçları olacak. Yüreğinize sağlık. Zorbatv.com ekibini kutluyorum.
Üstat güzel hir yazı derin…
Üstat güzel hir yazı derin göndermeler ironik yaklaşım ve sanatsal bir dil. Ne kadar uzun yazsanız okadar çok okumuyorsunuz. Tebrikler saygılar.
Yeni yorum ekle