Dünden Bugüne Ayakkabının Tarihçesi

Kültürel Miras

Dünden Bugüne Ayakkabının Tarihçesi-4

Mini bebek ayakkabısı Patikle başlayan hayat yürüyüşümüz, ölünce kapı dışına bırakılan ayakkabıyla sona erermiş.

Safevi Devletinin 1599 yılında Avrupa’ya göndermiş olduğu heyettekilerin giydiği topuklu çizme ile Topuklu ayakkabının Avrupa’da ilk görülmesi ve yaygınlaşmasının, askeri bir buluş olan üzengi sayesinde olduğu rivayetinden bahsetmiştik.

Başka bir rivayete göre Papa VII. Clement Guilio de Medici’nin kuzeni, Urbino Dükü ve Floransa hükümdarı Lorenzo di Piero de’ Medici ile Fransa Kralı I. François’nın kuzeni olan Madeleine de la Tour d’Auvergne’nin kızları, Fransa Kralı I. François’ın oğlu ve Fransa tahtına en yakın aday Orleans dükü Henry ile Florasa’da görkemli bir düğünle evlenecek olan ve geleceğin Fransa Kraliçesi ve 3 kral çocuğuna 30 yıl kadar naiplik yapacak, Rönesans İtalya’sından koleksiyonuna dâhil ettiği ve sahip olduğu binlerce resim, heykel ve haritalarla Fransız sanat anlayışının tarihsel mirasının oluşmasını, yemek takımlarının, mobilyaların ve duvar süslemelerin de dâhil olduğu bu zengin koleksiyon hem sanatsal bir birikim oluşmasını hem de gelecek olacak devrimsel gelişmelerin düşünsel altyapısını oluşturmasını ve aynı zamanda İtalyan sanat anlayışının yanında Fransa’ya 1540 yılında Floransa’dan getirttiği Panterelli isimli ekmek ustası ile Fransız mutfağını tatlı ekmek ile tanıştıran ve bu sayede dünya damak lezzetlerine ‘Ekler’ ve profiterol tatlılarının kazandırılmasını sağlayan, Fransız mutfağına zeytinyağı, kuru fasulye, şarap, ekmek lezzetlerinin yanında çatal kavramını da tanıştıran mini minnacık 14 yaşındaki Catherine de Medici’nin görkemli düğünü yapılacaktı.

Bu görkemli düğünün can sıkıcı bir problemi vardı, çocuk sayılacak 14 yaşındaki Catherine fiziken çok ufak tefek ve bir hayli de çelimsizdi. Bu görkemli düğün töreninde çelimsiz ve ufak tefek görünümüne bir çare bulmak ve geleceğin Fransa kraliçesini gösterişli bir hale sokmak gerekiyordu. Catherine bu görkemin altında kalmamalı ezilmemeliydi. Aile bir çözüm bulmak için birçok kişiye başvurur. Aristokrasinin zirvesindeki bu küçük, çelimsiz asil kıza yardım tabii ki şanına yakışır bir şekilde olur.

Rönesans döneminde sanata ve sanatçıya çok büyük maddi ve manevi desteklerde bulunan Medici ailesinden Büyük Lorenzo, sanata ve sanatçılara karşı büyük desteği vardı. Himayesine aldığı sanatçıların hemen her türlü ihtiyacını karşılayan Lorenzo’nun himayesinde;

Ressam, heykeltıraş, mimar ve şair olan, Rönesans döneminin ve hatta sanat dünyasının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden bir tanesi olan, bugün bile Hıristiyan dünyasının en görkemli eseri kabul edilen Sistina Şapeli’nin duvarlarına resim ve ünlü Davut heykelini yapmış olan Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni,

Sanatında Yeni-Platonculuk felsefi akımın etkisinde olan, Rönesans resim sanatının gelişmesinde büyük rol oynayan, güzelliğe tutkun, hastalık derecesine varan zarafet duygusu ile eserlerine şiirsel bir hava veren, eserlerinde hareket ve duruşun inceliği, ince uzun bedenli, uzun boyunlu ve ciddi ifadeli kadının zarifliği zengin bir doku oluşturan, ‘’Venüs’ün Doğuşu’’ adlı tablonun sahibi ressam, asıl adı Alessandro di Mariano Filipepi olan Sandro Botticelli,  

Rönesans sanatının ilklerinden, en gözde kişilerinden İyi bir heykel sanatçısı ve İtalyan stili mimarinin değişimine çok önemli katkıları olan, 15 yy dönemi Floransa mimarisinin, hatta Rönesans dönemi mimarisinin yaptığı eserleriyle başladığı, ‘Rönesans mimarisinin babası’ olarak kabul edilen, heykeltıraş, doğrusal perspektif kullanarak ilk matematiksel çizimi yapan Rönesans mimarı ve sanatçısı mucid, mühendis Filippo Brunelleschi,

 

Erken Rönesans’ın en önemli en yaratıcı ve çok yönlü İtalyan heykeltıraşlarından yenilikçi eserleriyle Michelangelo da dahil olmak üzere sonraki kuşaklar üzerinde büyük bir etki yaratan ve, İtalyan Rönesans tarzını yaratan Donato di Niccolò di Betto Bardi, yani Donatello.

Rönesans döneminde yaşamış, döneminin önemli bir filozofu, astronomu, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı, rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapısına değil, çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından ve dehalarından biri kabul edilen Leonardo di ser Piero da Vinci gibi sanat ve bilim tarihinde yerine konulması neredeyse imkânsız sanat ve bilim insanları Medici Ailesinin himayesinde yer alıyordu.

Lorenzo De Medici, Leonardo Da Vinci’ye ayrı bir önem veriyor ve Da Vinci’yi önce yanına danışman olarak almış ve sonra onu dost olarak kabul etmiş ve her türlü çalışmasına aşırı destek vermiştir, Lorenzo ve ondan sonra gelen Medici sülalesi Leonardo da Vinci’yi yalnızca bir ressam olarak değil, bir bilim insanı olarak da gelişmesi konusunda çok büyük destekler sağlamışlardı.

Geleceğin Fransa Kraliçesi olacak Kraliçe namzeti Catherine’nin Orleans dükü Henry ile Floransa’daki görkemli düğüne Avrupa aristokrasisin yüksek sosyetesinin icabet etmesi kaçınılmazdı. İmparatorlar, Krallar, Arşidükler, Grandükler, Dükler, Prensler, Kontlar, Baronlar, Lordlar, şövalyeler ile Papa ve Kardinallerin davetli olduğu bu son derece yüksek tansiyonlu görkemli düğünde bu evlilikten doğan akrabalık ilişkisinden, hanedanlar arası birleşmelerden nasıl bir Avrupa siyasi haritasının oluşacağı, siyasi, askeri ve ekonomik gelişmelerin, hanedanlar arası ittifakların nasıl oluşacağı konuşurlarken bu yüksek soylu unvanlara sahip insanların eşleri, İmparatoriçeler, kraliçeler, Grandüşesler, Düşesler, Markizler, Prenssesler, Baronesler, Leydiler için başat reel politika ise bambaşkaydı.

Avrupa aristokrasisinin zirvesindeki soylu kadınların o görkemli düğünde baktıkları tek şey Fransa’nın müstakbel kraliçesi Catherine’nin ne giydiğiydi. Yok Avrupa’nın siyasi geleceği, yok askeri ve ekonomik ittifaklar, yok yeni oluşumlar gibi anlamsız şeyleri düşünecek, o gereksiz şeylere kafa yoracak zaten kocaları vardı. Önemli olan Catherine’nin gelinliği nasıldı, acaba hangi modacı tasarladı, saçları nasıldı, gelin başı yapılırken hangi kuaföre kaç para ödendi, gelinin akrabaları da kuaförde bedavadan saç yaptırdı mı, hangi mücevverleri taktı, kayınvalidesi acaba ne takacak, görümcesi, eltileri ile ilişkileri nasıl olacak gibi son derecede önemli konuları, ellerinde şampanya kadehleri ile minik minik guruplar oluşturup fiskos tadında meraklarını gideriyorlardı.

Yüksek sosyeteye dahil olmuş aristokrat kadınların görkemli düğünde gelinin üzerindeki gelinlik olsun, mücevherler olsun daha önce görmedikleri türden şeyler değildi, benzerlerini yada çok daha gösterişli olanları görmüşler, sahip olmuşlardı. Ancak daha önce hiç görmedikleri, ilk defa görecekleri bir şey vardı ki olacak şey değildi. Müstakbel Fransa kraliçesi Catherin’in ayağında daha önce hiç görülmemiş yüksek topuklu bir ayakkabı vardı. O andan sonra zaman durmuş gibiydi, ne gelinliğe ne saçına, nede mücevherlere bakılıyordu, tüm kadınlar o muhteşem sayılabilecek, gelecekte şıklığın, zarafetin ve hatta erotizmin çok güçlü bir simgesi, tutku seviyesinde kadınların yüzlercesine sahip olacağı topuklu ayakkabıya öylece paralize olmuş bir biçimde bakıyorlardı.

Çocuk sayılacak bir yaşta evlenen, ufak tefek, çelimsiz Catherin’in tüm bu olumsuzluklarını, zafiyetini giderecek bir çözüm aranmış ve yıllarca Medici ailesinin himayesinde sanat ve bilim araştırmalarına oldukça yoğun destek verilen ve ailenin danışmanı sıfatındaki Leonardo Da Vinci’ye başvurulmuştu. Catherin kısa boyunu belli etmeyecek şekilde Leonardo Da Vinci tarafından tasarlanan yüksek topuklu, kalın tabanlı ayakkabı, İtalyan ustalar tarafından üretilen ve bu görkemli düğünde uzun boylu gösteren bu özel tasarım ayakkabıyı giyer ve olanlar olur.

İlk kez bir kadın, topuklu ayakkabıyı kullanır. Düğünde bu yeni tasarım bir ayakkabıyı gören tüm yüksek aristokrat sınıfının kadınları aynısından giyebilmek için adeta sıraya girer; kadınlar arasında hızla yayılır ve günümüzün stilettolarına uzanan topuklu ayakkabı serüveni böylece başlamış olur.

Çok etkileyici ve film tadında bir hikâye, bir sanatçının fiziksel bir yetersizliği örtecek bir buluş yapmasıyla dünya tarihine, moda dünyasına kazandırılan topuklu ayakkabının muhteşem hikâyesi. Ama gerçekten böyle yaşansaydı diyesi geliyor insanın. Ayakkabıyı tasarladığı rivayet edilen Leonardo Da Vinci için aslında yaratılmış bir efsane gibidir bu yaşanan olay. Çünkü göbeğine kadar uzamış ve ak düşmüş sakallarıyla nur yüzlü Anadolu erenlerine benzemiş Leonardo Da Vinci düğünün yapıldığı 1533 yılından 14 yıl önce 1519 yılında Hak’ka yürümüş ve Allahın Rahmetine çoktan kavuşmuştu. Yani o düğündeki ayakkabıyı tarihsel olarak Rahmetlinin tasarlaması olanaksızdı.

Rönesans’ın en önemli temsilcilerinden, her yönüyle mükemmel bir bilim insanı ve sanatçısı olan ve helikopterden tank’a, köprülerden robotlara kadar tasarımlar yapmış bir dehanın,  ‘’ Pedis humanus magisterium ipsum opus etiam artis est ‘’ yani ‘’ İnsan ayağı mühendislik şaheseri aynı zamanda da bir sanat eseridir.’’ diyen Leonardo Da Vinci bu kadar önemsediği ayak için de onu koruyacak, dış etkilerden sakınacak bir topuklu ayakkabıyı da tasarlayabileceği ve bunu yapsa yapsa Leonardo Da Vinci yapar diye düşünülmüş olacağını düşünüyorum, aynı şekilde ilerideki sayfalarda anlatılacağı gibi, evden kaçan karısı, yaban ellerde kimseye muhtaç kalmasın diye ayakkabısının içine bir tomar para koyan Aşık Veysel hikayesi gibi bazı efsaneler ithaf edildiği kişilere oldukça yakışıyor.

İnsan şöyle bir düşünce, kadınlara has sezginin ve sanatın gücünün ne kadar çok önemli olduğunu şu yaşanan düğün olayından anlayabiliyoruz. Küçük bir kız da olsa, boy problemini giderebilmek için bir arayış çabasına girmesi, bu sorunu ancak bir sanatçı tarafından giderileceğini düşünmesi sonucunda bundan 500 yıl önce yaşanmış çok önemli iki hanedan arası düğünden yalnızca akıllarda kalan ve hala konuşulan Da Vinci’nin tasarladığı iddia edilen topuklu ayakkabı ve Catharine’in davranışı. Ne iki hanedan arası yapılan evlilikle o dönem Avrupa’sının alacağı siyasi şekillenmeler, ne yapılan ittifakların oluşturacağı durumlar ve hatta ne de Orleans Dükü ve geleceğin Fransa kıralı Henry’i bile kimse hatırlamaz, araştırmazken hala varsa yoksa Catherine ve topuklu ayakkabısı.

Bir ayakkabının 500 yıl sonra dahi konuşulması çok doğaldır ki sanatın gücünü de ortaya koyması açısından çok önemli. Da Vinci gibi bir bilim ve sanat insanının adının bile geçmesi tarihe not düşülmesi açısından ne kadar önemli ki bu yazıda dahi onun adını anmadan yapamıyoruz. 800 yıl kadar önce, tıp alanındaki engin bilgisi sayesinde ün kazanmış olsa da matematik, fizik, kimya, jeoloji, felsefe, eğitim, şiir ve müzik alanlarında da çalışmalarıyla günümüze ışık tutan, çok yönlü özelliği ve kıvrak zekâsıyla tarihin önemli dehaları arasına girmiş olan büyük bir filozof ve bilim insanı Batı'da saygıyla anılan ve ismi Avicenna olarak bilinen. Fransız Tıp Akademisinin giriş kapısında tıp tarihinin vazgeçilmezleri olan Hipokrat ve Galen ile birlikte temsili tablosununda yer verilen İbn-i Sina ‘’ Bilim ve sanat, itibar görmediği toplumları terk eder’’ demekle bu iki unsurun ne kadar önemli olduğunu dile getirirken bezer bir düşünceyi Charles Darwin’de dile getirir " Bilim ve Sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar, uçar ve özgür olurlar. Uçmayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz” der.

Sanatı, bilimi destekleyen, himaye eden devletler tavuk olmaktan kurtulup adeta kartal olup göklere yükseldiklerini geçmişten bu zamana kadarki yaşananlardan çok iyi görebiliyoruz. O dönemdeki Avrupa aristokrasisi sanatı desteklerken daha çok kendi aile saygınlığını ön plana koymuşlar ve bu destekledikleri sanatçılar vesilesiyle kendileri için bir övünç durumu ortaya çıkmış ve hanedanlar arası tatlı bir rekabet içerisinde bu destek ve himaye olayını yaşatmışlardı.

Bu kurumsal olmayan daha ziyade kişisel tutum İtalya’daki doğmuş olan Rönesanssın gelişmesi ve desteklenmesi açısından en iyi örneklerden biri olurken, o dönem ve daha sonraki dönemlerde Avrupa aristokrasisinde ve diğer bölgelerde hanedanların benzer davranışlarını görmekteyiz.

Sanat dünyasında günümüz teknolojisinin sağladığı faydalardan birisi de kameraların sahip olduğu filtrelerden dolayı söz konusu sanatçının daha ipeksi bir tene, daha uzun bacaklara, daha zayıf fit bir vücuda sahip olduğunu göstermesidir. Ya da çekilmiş olan fotoğrafların bilgisayarda çeşitli programlarla ufak mucizevî dokunuşlarla izleyicide yanılsamalar yaşatarak çok farklı görünümler elde edilmesidir. Avrupa aristokrasisinin o zamanlarda böyle imkânları yoktu ama destekledikleri sanatçıların, ressamların da mucizevî dokunuşları yapacakları fırçaları vardı, o fırça dokunuşları bazen toplum mühendislerinin yapmış olduğu algı operasyonları gibi, toplumu değişik algılamalara yönelttiği olmuyor değildi hani, parıltılı ve şaşalı hayatına tezat bir görüntü verip toplumda imajını yenilemek isteyen Fransa’nın yaşantısıyla tüm şimşekleri üzerine çeken imparatoriçesi Marie Antoinette sarayın ressamı Elisabeth Lousie Vigée Le Brun’a bir aile portresi yaptırır. Ressamın maharetli fırçası Antoinette’yi elbise ve mücevverleri konusunda oldukça mütevazı gösterirken, ciddi bir eda içerisinde çocuklarına ve ailesine parıltılı hayattan daha çok önem veren bir anne imajı resmetmişti.

Kurumsal ve sürekliliği olmayan, daha ziyade kişisel tatmin için sanat ve bilim insanlarına destek veren, himayesi altına alıp kol kanat geren, her türlü ihtiyacını karşılayan o dönemlerin siyasi aktörlerine ve bu şartlarda destek gören sanatçılardan örnek vermek gerekirse, yukarıda bahsettiğimiz Medici ailesi en önemli figür olarak karşımıza çıktığını görürüz. O dönem ve daha sonraki dönemlerde sanata, sanatçıya ve bilim insanına kol kanat geren, himayesi altına alan yönetici ve iktidarlardan kısaca bahsetmek gerekirse;

Kutsal Roma-Cermen İmparatoru I. Maximillian 1512'de Nürnberg'de bulunduğu sırada himayesine aldığı ve 1519 yılında ölünceye kadar koruması altına aldığı, Alman Rönesansının en önemli sanatçısı, özellikle tüm Avrupa'ya yayılan gravür ve gravür baskı resmi, çizimleri ve boyalı portreleriyle tanınan ressam, matematikçi ve matbaacı Albrecht Dürer (1471 – 1528),

Barok döneminde portreleriyle ünlenen, resimlerinde ışık ve gölgeyi ustalıkla kullanan ‘gerçeğin gerçek ressamı" olarak da anılan, kendine özgü ressamlardan İspanya Kıralı IV. Felipe’nin himayesinde sarayın baş ressamı olarak çalışan ve bu sayede birçok soylunun ve saray hayatının resimlerini yapan  ‘’Nedimeler’’ tablosuyla sanat tarihinde unutulmazlar arasında yerini alan Diego Rodríguez de Silva y Velázquez (1599 –1660),

Fransa Kralları ise İtalya’da yaşanan Rönesansı 1494-1516 yılları arasında İtalya ile savaştıkları zamanda tanımışlar ve bu anlayışın, İtalya mimarisinin, heykellerinin görkemi ile çok etkilenmişler bu etkileşim Fransız Rönesans’ının doğup gelişmesine sebep olmuştur. Fransız kralları İtalya’nın sahip olduğu bu medeniyet anlayışını Fransa’ya taşımak için ünlü İtalyan sanatçılarını saraylarına davet etmişlerdir.

İtalya’ya gidip erken İtalyan Rönesans’ını ilk öğrenen ve Fransa’ya Rönesans sanatını ilk getiren, Papa Eugenius IV portresini yapmasıyla tanınmaya başlayan Fransa’nın birçok soylusunun portresini yapan ve Fransız soylusu Agnes Sorel’in ve Etienne Chevalier himayesinde çalışmalarını sürdüren Fransız resminin en önemli adı Jean Fouquet(1420-1481), VII. Charles ölünce XI. Louis’in himayesine girmiş ve saray ressamı olarak çalışmalarına devam etmiştir

Fransa Kraliçesi Marie Antoinette 1887 yılında sarayın ressamı Elisabette Louise Vigée Le Brun’a aile portresini yaptırmıştır.

İngiliz Rönesans’ı dönemi resim sanatının yanında edebiyat ve oyun yazarlığı daha revaçta olsa da resim sanatına da önem veriliyor ve Kral VIII.Henry ‘nin saray ressamı Hans Holbein kralın himayesinde çalışmalarına devam ediyordu.İngiltere’de sanat ve sanatçılar Tudor Hanedanı zamanı daha fazla itibar görmüştür.

Rusya’da ise 16.yy.da Çar Boris Godunov İngiltere, Fransa ve Almanya’ya öğrenci göndermiş, Çar Michael zamanında ise Oxford ve Cambrige Üniversitelerine öğrenciler gönderilmişti. Bizim, Deli dünyanın ise Büyük dediği Çar Petro’nun babası Çar Aleksey Mihalioviç bir çeşit devlet sanat akademisi kurarak en iyi ressamları devlet hesabından burada çalıştırmaya başlamış ve burada tiyatro ve bale okulları kurmuştu. Büyük Petro ise yapmış olduğu reformlar diğer Avrupa aristokratlarından daha farklı çalışmalardı. Yaptıkları ile her alandaki çalışmaları Rusya üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. Yurt dışına batı tarzı sanatı öğrenmeleri için ressamlar gönderilmiştir.

 Sanatı ve sanatçıyı destekleyen, himayesi altına alan Avrupa Kraliyeti ve Aristokrasisi klasik müziğe ayrı bir önem veriyordu, klasik müziğin yaşamasına ve yaygınlaşmasına yadsınamaz bir desteği vardı. Saray sanatı olarak da adlandırılan Barok Döneminde birçok besteci sarayın ve aristokrasinin çatısı altında unutulmaz eserler vermişlerdi.

Antonio Vivaldi’ye  1741’de Kutsal Roma İmparatoru VI. Karl destek olmuş ancak kısa süre sonra VI.Karl vefat edince bu himayede sona ermiş,

Handel, İngiltere’de önce Aristokrat Lord Burlington’un himayesinde çalışmalarını gerçekleştirmiş ve dahaKraliyetin çatısı altına girmiş ve 1713 yılında Kraliçe’ye yapmış olduğu beste ile ödüllendirilmiş, Kraliçenin ölümü üzerine tahta geçen I.Geroge ve sonrasında II.Georgo Handel’e sahip çıkmış ve . 1720-1728 yılları arasında Kraliyet Müzik Akademisi’nin yöneticisi olarak rahat bir yaşam sürmüştü.

Joseph Haydn ise1761'de Aristokrat Esterházy ailesinin himayesinde ömrünün 30 yılını bu ailenin yanında ve desteğinde bu soylu aileye hizmet ederek geçirmiş ve bu konfor içerisinde İşi, onların istekleri ve ihtiyaçlarına uygun müzik bestelemek olmuştu.

Beethoven'ın muazzam yeteneğini fark eden başpiskopos Maximilian Friedrich Beethoven’i maddi ve manevi yönden desteklemiş daha sonrasında bu himaye Almanya'nın soylularından Count Ferdinand von Waldstein tarafından devam ettirilir.

Yaşadığı dönem içerisinde bir takım maddi zorluklar ile boğuşmaya başlayan Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı. Richard Wagner’in yardımına da tahta yeni çıkan Bavyera Kralı II. Ludwig koşmuştur.

Avrupa Aristokrasisi ve Hanedanları sanata, sanatçıya ve bilim insanlarına göstermiş olduğu bu yakın ilgi, benzer şekilde doğu hanedanlarında da görülmedik bir şey değildi.

Özellikle Osmanlı Devletini İmparatorluk seviyesine çıkaran çağının çok ötesinde bir insan olan Fatih Sultan Mehmet bu konuda en önemli aktör sayılmalıdır. Arapça, Farsça’nın yanında İlyada’yı orijinalinden Antik Yunancadan okuduğu, iyi derecede Latince bildiği ve döneminin gelişmelerine oldukça yakından ilgi gösterdiği bilinen Fatih, Avrupa resim sanatına duyduğu hayranlık sebebiyle Gentile Bellini ve Costanzo da Ferrara gibi meşhur Rönesans sanatçılarını İstanbul’a davet ederek kendi resmini yapmalarını ve burada öğrenci yetiştirmelerini istediği bilinen bir gerçektir. Ancak bu ilgi Fatih’in ömrü ile sınırlı kalmış ve yerine gelen II.Bayazit babasının sanat,din ve devlet anlayışını kavramaktan çok uzak bir yönetim göstermiş olduğundan istenen sanat anlayışı ölü doğmuştur.

Aynı dönemlerde Osmanlı’nın doğu komşusu Türkmen Safevi Devleti döneminde İran resim tarihi adeta bir dönüm noktası teşkil etmişti. Şah Abbas, sanatçıları, bilim insanlarını ve filozofları himayesi altına alıp İran tarihinde kültürel bir devrim yapmıştı.

Şah Abbas’ın sarayında İtalyan, Alman, Hollandalı sanatçılar çalışmaya başlamış, Şah Abbas’ın desteği ile İranlı öğrenci sanatçılar batı tarzı resim yapmayı öğrenmeleri için özellikle Rönesansın doğum yeri Avrupa’ya Roma’ya eğitilmeleri maksadıyla gönderilmiş birçok Avrupalı sanatçı Şah’ın himayesinde sarayında çalışmış ve başkent yaptığı İsfahan şehri İran’ın siyasi olduğu kadar sanat ve kültür alanlarında da en önemli şehri olmuştu.

Safevi Devleti’nin sanat alanında gösterdiği bu atılımda birçok yetkin sanatçı yetişmişti bu sanatçılardan bazılarını anımsayacak olursak;

Şah Abbas tarafından Roma’ya İtalyan resim sanatını öğrenmek için gönderildiği söylenen Muhammed Zaman’la beraber, Ali Kulu Cabbadar 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıl başlarında Safevi resminde görülen Avrupa tarzının en önemli temsilcileriydi.

Timurlu Rönesansı veya Türk Rönesansı da denen Timur İmparatorluğu zamanında bilim ve sanata gösterilen ilgi ile yaşanan gelişmeler 15. yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Orta Asya'da Timurlu hanedanı tarafından yönetilen Timur İmparatorluğu, sanat ve bilimin yeniden canlanmasına ön ayak olmuş ve Timur Rönesansı, Avrupa'daki Rönesans hareketiyle eş zamanlı olarak İtalyan Rönesansıyla görkem açısından eşit derecede olduğu söylenmiştir.

Moğol istilaları sırasında daha önce tahrip edilen ve bilimsel bir araştırma merkezi olan Semerkant, Timur döneminde yeniden yapılanma sayesinde genel olarak Timur Rönesans’ının merkezi olmuştur..

Timurlular bir şehri fethettikten sonra yerel zanaatkârların hayatlarını bağışlayıp başkent Semerkant'a getirirlerdi. Timur’un 1400 yılında Memlüklü’lülerin elindeki Şam’ı kuşattığında, geleneksel çağlarda yaşamış ve modern sosyolojinin kuruluşundan yaklaşık 450 yıl önce “ilm-i umran” olarak adlandırdığı toplum bilimini kurmuş olan Sosyolojinin ilk kurucularından olan İbn-i Haldun. Timur ile Şam’da dört kez görüşmüş ve İbn-i Haldun’dan etkilenen Timur, İbn-i Haldun’u başkenti Semerkant’a götürmeyi teklif etmiş ama İbn-i Haldun kibarca gelemeyeceğini ifade etmişti.

15. yüzyılın ortalarında imparatorluk, başkentini Timur dönemi sanatının odak noktası haline gelen Herat'a taşıdı ki Herat İtalyan Rönesans’ının Floransa'sına eşdeğer bir şehir haline geldiği bilinmektedir. Semerkant'ta olduğu gibi, İranlı zanaatkârlar ve aydınlar Herat'ı kısa süre içinde sanat ve kültür merkezi haline getirmişti.

Timur’dan sonraki hükümdarlardan Sultan Hüseyin Baykara hükümdarlığı sırasında sanata ve sanatçıya çok fazla destek vererek bu konuda tarihe önemli bir iz bırakmıştır.

İmparator Şahruh hem de karısı Gevher Şad Begüm Sultan bilim insanlarını muazzam desteklemiş bu teşvik ve yardımlar o dönemde birçok akademik başarının oluşmasını da sağlamıştır.

Sultan Uluğ Bey'in döneminde imparatorluk bilimsel olarak adeta zirveyi görmüştü. Uluğ Bey Semerkant'ta kısa sürede ünlenen ve bir üniversite haline gelen bir enstitü kurmuş ve  Orta Doğu'nun her yerinden ve ötesinden öğrenciler, saltanatın başkentindeki bu akademiye akın etmişti.

Gıyaseddin Cemşid, matematik ve astronomi alanlarında en etkili katkıda bulunanlardan biriydi. Ali Kuşçu ise yapmış olduğu çalışmalarla, astronomiyi tamamen deneysel ve matematiksel bir bilim haline getirmişti.

Timur Rönesansı ya da Türk Rönesansı çağının çok ötesinde bilim ve sanat üretmiş, İtalya’daki Rönesansa eşit rakip olmuş özellikle matematikte ve astronomide inanılmaz ilerlemeler kaydedilerek günümüz uzay fiziğinin neredeyse temelleri atılmış, ancak kurumsal bir yapıya ulaşamadığından bu gelişmeler bilim ve sanata değer veren liderlerin ömrü ile sınırlı kalmış ve yıkılmaya mahküm olmuştu. 500 yıl önceki Afganistan’daki Timur İmparatorluğunun Rönesansın başkenti Herat ile şimdiki karanlığa mahküm kalmış Herat’ı kıyaslarsak bilim sanatın değeri ve bu olgulara kıymet veren liderlerin değeri ve anlamı çok daha iyi anlaşılacaktır.

Osmanlının son zamanlarında II. Abdülhâmid devrinde sanatçıyı destekleme, çeşitli vesilelerle yapılmıştır. Bunlar arasında doğrudan sanatçı istihdamı yanında, sanatçıların ve sanat kuruluşlarının desteklenmesinde okullar, müzeler, atölye ve sergiler açma, sanatçıya destek olma konusunda sponsorluğa benzer organizasyonların teşviki gibi modern sayılabilecek yöntemler görülmüş ve hiç olmazsa bir derece kurumsallık adına önemli girişimler yapılmıştı.

II. Abdülhâmid’in desteklediği ve uzun yıllar sarayın baş ressamlığını yapan Fausto Zonaro iş ve diğer çalışmalar için Yıldız Sarayı’nda sultan tarafından şahsına tahsis edilen köşkte çalışmış ve emrine onlarca saray görevlisi verilmişti.

Sanat ve sanatçılar hükümdarların prestijini yüceltmek için gerekli öğeler olarak kabul edilmiştir Sanatın himaye edilmesi ya da patronajı, ilk bakışta basit gibi görünen bir mantığa sahiptir: Sanatçının yeteneği vardır, sanatı himaye edenin ise parası. Genellikle az paraya sahip olan sanatçılar, kendilerine verilen destek sayesinde zaman, zaman zenginler gibi ve zenginler arasında yaşayabilmişlerdir. Destekçileri olan hamiler ise onların yetenekleriyle hayatlarına güzellik, görkem ve itibar katmışlardı, bu durum kurumsallıktan ziyade karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içerisinde yaşanıyordu.

Avrupa ve diğer ülkelerin yöneticileri, sanat ve sanatçıya, bilim insanlarına gösterdikleri ilgi çoğunlukla desteği veren kişinin ömrü kadar devam etmiş daha sonra ise bu durum bir daha görülmemiş ya da istenen derecede etkili ve sürekliliği olmamıştı.

Hanedanların bu tutumu kurumsallıktan uzak, toplumsal değil daha çok kişisel tatmin derecesinde bir uygulama gibiydi. Bu destek ve himayeyi kurumsal hale, sürekliliğe kavuşturan ve toplumsal bir içeriğe sahip olmasını tabii ki ön görüsüyle, yüzyıl sonrasını görebilen Mustafa Kemal Atatürk gerçekleştirmiştir.

Atatürk’ün sanatçıya verdiği önem kişisel değil toplumsal ve kurumsal süreklilik arz eden devlet yönetim anlayışı olduğunu gösteren en önemli olay 1915 yılında her bir metrekareye binlerce top ve tüfek mermisinin düştüğü ölümün yaşamdan daha yakın olduğu Çanakkale Arı burnu Cephesinde yaşanmıştır.

Arı burnu cephesi komutanı Yarbay Mustafa Kemal cephenin en uç noktasına kadar gidip savaşan askerleri ile birlikte olur onlara moral verirdi. Dolaştığı siperlerin duvarında Kurân’ı Kerim’den ayetler ve Allah’ın isimleri olan elle yazılmış kağıtları görür ve derhal bu yazıları yazan askerin getirilmesini emreder. Gelen askere;

- ‘’ Sen hemen siperden çık ! ve İstanbul’a dön, güzel yazı yazmaya devam et.

    Senin yerine siperlere girecek binlerce gönüllü Mehmetçik var;

   ama bu kadar güzel yazı yazabilen sanatçıyı bu millet çok az bulur’’  der ve o askeri İstanbul’a gönderir.

   Yetişmiş bir sanatçının vatan meselesi olsa dahi cephede değil, gelecekte verilecek olan eğitim / kültür savaşının bir neferi olmasını düşünen ve bunu savaş şartlarında dahi gerçekleştiren Atatürk’ün her konuda olduğu kadar sanat ve sanatçıya verdiği değer açısından çok etkileyici bir davranıştır.

 Atatürk’ün cepheden İstanbul’a gönderdiği o asker Türkiye’nin en ünlü hat sanatçısı olacak olan Macit Ayral’dan başkası değildi. Türkiye’de birçok öğrenci yetiştirmiş yazdığı hat sanatının en nadide eserleri özel koleksiyonlara girmiş, İstanbul’daki camilerde yazıları olan ve bu hat sanatındaki başarısı ile Arap yazısının güzel örneklerini Araplara öğretmek için Irak’a davet edilmiş ve Bağdat Güzel Sanatlar akademisinde dört yıl dersler vermişti.

Çanakkale Cephesinde Atatürk’ün bu hassasiyeti olmasa büyük sanatçı Hattat Macit Ayral’da belki de binlerce vatan sevdalısı Çanakkale şehitleri arasında meçhul askerlerden biri olacak; hayatını kaybedecek ve sanat dünyası bu müthiş hat üstadını tanımayacaktı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün sanata ve bilime yaklaşımı kişisel olmaktan ziyade sürekliliği olan ve kurumsal bir yapıya kavuşarak yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ana ülküsü olmasıdır. Milli Mücadele mücadelenin silahlı safhası bittikten hemen sonra, en önemli safha “Türk kültürünü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak” olmuş ve bunu bir hayat davası olarak görmüştür.

Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışı içinde güzel sanatlar, Türk İnkılâbı’nın tamamlayıcı bir unsurunu ve önemli bir aşamasını oluşturmuştur. Atatürk, ancak güzel sanatlarda ilerleyen ve eser veren milletlerin çağın ileri uygarlıkları arasında yer alabileceklerini belirtmiştir. Atatürk: “Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, bilimin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Oysaki bizim ulusumuz, gerçek nitelikleriyle uygarlığa erişmeye lâyıktır, uygarlığa erişecektir ve ilerleyecektir.” şeklindeki söylemiyle bu konu hakkındaki düşüncelerini özlü bir şekilde ifade etmiştir.

Batı’da güzel sanatlardaki değişim ve gelişim süreciyle doğmuş olan Rönesans’ın benzeri, Atatürk’ün kurduğu çağdaş Cumhuriyet’in ilkeleri ve ışığı ile Anadolu topraklarında da yaşanmıştır. Böylece Türkiye’de sanatsal ve onun bağlamında bilimsel faaliyetler yeni bir ivme kazanmış, bilim ve sanat kısa zamanda hızlı bir gelişim göstermiştir.

10. Yıl Nutku’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin Türk kültürü olduğunu beyan eden Atatürk: “Türk milletinin tarihi vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyerek inkişâf ettirmek millî ülkümüzdür.” diyerek millî hedeflere doğru yürümenin akılcı ve bilimsel yolunun güzel sanatları sevmekten ve bu alanda ilerlemekten geçtiğini belirtmiştir.

 Cumhuriyet daha yeni kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nın dumanları hala tütmekteyken 1923 yılında Galatasaray Lisesi’nde açılan resim sergisine Atatürk kendini temsilen Hamdullah Suphi Tanrıöver’i göndermiş ve sanatçılara hitaben yazmış olduğu mektubu ona okutarak sanatçıları her daim takdir ettiğini belirtmiş ve seçici heyetin belirlediği 3 tabloyu satın alarak sanatçıların desteklenmesi yolunda ilk adımı atarak örnek olmuştur.

Atatürk’ün sanatçıları kutlaması onlardan resim satın alarak örnek bir tutum sergilemesi sanatçılar arasında büyük bir memnuniyet yaratmıştır, Atatürk’ün bu örnek tutumu yaygınlaşır ve diğer yıllarda devam eden sergilerde Bakanlıklar ve diğer kamu kurumları, belediyeler sergilenen tablolardan satın alırlar ve bu durum resmiyete bağlanır.

Yayımlanan “Resmî Sergiler Yönetmeliği” ne göre, sanatçılara ödül olarak altın, gümüş, bronz madalyalar verileceği ve müze oluşturmak amacıyla Türk sanatçılarından her yıl belli sayıda eser alınacağı belirtilerek sanatçılar taltif edilmiş; böylece devlet, sanatçıları destekleyici bir role bürünmüştü. O dönemin Banka ve diğer resmi kurumlar ile  bakanlıklar, belediyeler Cumhuriyet döneminin en iyi yapıtlarından oluşan koleksiyonlara bu anlayış sayesinde sahip olurlar.

Yeni kurulmuş olan Modern Cumhuriyet, yapılmış olan bu hamlelerin kalıcı ve kurumsal olabilmesi için cumhuriyetin daha birinci yılında İstanbul’da 1883’te açılmış olan “Mekteb-i Sanâyi’-i Nefîse-i Şâhâne” okulunu İstanbul-Fındıklı’daki sarayın tahsisi ile “Devlet Güzel Sanatlar Akademisi”ne dönüştürülürve aynı yıl 1924’de yıl bilim, teknik ve sanat alanlarında bilgi birikimi sağlamak amacıyla yurt dışına 22 kişilik bir öğrenci grubu gönderilmiştir.

 Bu öğrencilerden Hayrullah Örs, Mâlik Aksel, Şinasi Barutçu, İsmail Hakkı Uludağ ve Mehmet Ali Atademir Refik Fazıl (Epikman), Cevat Hâmit (Dereli), Mahmut Fehmi (Cûda), Muhittin Sebati ve Ratip Aşir (Acudoğu) vb. 1928-29 yıllarında Türkiye’ye dönmüşler ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde “Resim İş Bölümü”nü kurmuşlar ve burada öğretmenlik yaparak yeni sanatçıların yetişmesini sağlamışlardır.

Atatürk’ün çağdaş Türk Cumhuriyeti’nin doğmasını sağlayan reformları diğer sanat alanlarında da kendini göstermiş ve müzik alanındaki atılımları resim ve heykelde olduğu gibi hemen daha ilk yılda Sultan 2. Mahmut döneminde (1808-1839) teşkil edilen Muzıka-yı Hümâyûn’un Saray Orkestrası’nı 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya getirterek, “Riyâset-i Cumhur Musiki Hey’eti” adıyla bugünkü “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”nı kurdurmak olmuştur. Modern müzik eğitimin verilebilmesi maksadıyla Ankara’da “Musiki Muallim Mektebi”nin açılışı takip etmiştir. Bu okulda hem Türk hem de Batı tarzında müzik eğitimi yapılmıştır. Müzik alanında da başarılı gençler yurt dışına eğitime gönderilmiş ve cumhuriyetin kültür alanındaki reformlarına bir yenisi daha eklenmişti. Bu gönderilen öğrenciler Türk müziğinde çığır açmış ünlü bestecilerden Ekrem Zeki Ün, Ulvi Cemâl Erkin, Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar ve Ahmet Adnan Saygun gibi önemli müzisyenler vardı.

Resim,heykel ve müziğin yanında Atatürk’ün çok yönlü çağdaşlaşma anlayışı ile Opera ve bale sanatlarında da önemli atılımlar gerçekleşmiş ve 1936 yılında Devlet Konservatuarının ilk temelleri atılmıştı. Bu çalışmalara nezaret etmesi için Alman tiyatro sanatçısı ve bilim insanı Prof. Carl Ebert, Türk Hükûmeti tarafından davet edilmiştir. Netice itibariyle Devlet Konservatuarı’nda tiyatro ve opera bölümlerinin kurulması, ders programlarının hazırlanması ve operaya bağlı bale sınıflarının oluşturulması konusunda bu bilim insanından yararlanılmıştır. 1936’da Ankara’da açılan “Millî Musiki ve Temsil Akademisi” içinde ilk baştan itibaren programa alınan “Bale Bölümü” ise arzu edilen gelişmeyi 1948’de Devlet Konservatuarı içinde “Devlet Bale Okulu”nun açılması ile gösterebilmiştir.

Türkiye’nin bale sanatını benimseyen ilk Müslüman ülke olmasının gerekçesini, başarısını anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum.

Sanat alanında tiyatro, opera, sinema, edebiyat ve halk dansları konusunda da Atatürk’ün yapmış olduğu atılım ve girişimler bu alanda da kendini göstermiştir. 1936’da açılan “Millî Musiki ve Temsil Akademisi” musikiye olduğu kadar diğer sahne sanatlarına, tiyatro ve operaya da çok önem vermiş ve sahne temsilinin her dalında bilgili elemanlar ve öğretmenler yetiştirmek amacıyla 1936 da Tiyatro Bölümü açılmış ve devamında Akademi 1936’da “Ankara Konservatuarı” adını almıştır

Atatürk Türk Sineması için gerekli destekleri sağlamış, dönemin yönetmenleri, Muhsin Ertuğrul, Fuat Uzkınay gibi başarılı sanatçılarla yakından ilgilenmiş, o yıllarda belgesel film konusunda başarılarıyla tanınan ünlü Sovyet yönetmen Sergey Yutkeviç ve yardımcısı Lev Oskaroviç Türkiye’ye davet edilerek 1934 yılında gösterime giren ve Cumhuriyetin ilk On yılında nelerin başarıldığını gösteren dünyada oldukça ilgi çeken ‘’Türkiye’nin Kalbi; Ankara” adlı belgesel filmin çekilmesi sağlamıştır.

 Yeni kurulan Cumhuriyetin ilelebet yaşaması için Atatürk’ün uygulamaya başlattığı ve desteklediği bilim ve sanat insanlarının gelecek nesillerde de sürdürülebilmesi, uygulamanın kurumsal bir yapıya dönüşmesi için çok çaba sarf edilmiş ve gelecek nesillere bu bilgi birikimlerini aktarabilecek yetkin sanat ve bilim insanlarının yetişmesi için yurt dışına öğrenciler gönderilmeye başlanmıştır. III.Selim ve II. Mahmut zamanında da yurt dışına bu şekil öğrenci gönderildiyse bile kurumsal ve kalıcı olamamıştı.

Gönderilen öğrenciler her biri kıvılcım olarak gitmiş alev olarak geri dönmüşlerdi. Sanat alanından matematiğe, kimyadan fiziğe, edebiyattan sosyal bilimlere kadar çok geniş bir yelpazede öğrenciler bu eğitimleri almak için gönderilmişlerdi. İlk akla gelenlerden, tarih alanında Enver Ziya Karal, Afet İnan, Edebiyat ve tiyatro alanında Cahit Sıtkı Tarancı, Mahir Canova, arkeolog Ekrem Akurgal, Matematik de Cahit Arf vb. gibi aydınlar Avrupa’dan ülkeye döndüklerinde hem kendileri hem de yetiştirdikleri öğrencileri ile Türk aydınlanmasına hizmet etmişlerdi.

Rönesans ve sonrasında sanat ve sanatçıya, bilim insanlarına verilen değerin, iktidarların ve önemli ailelerin himayesine aldığı sanatçıların neler ürettiğine kısaca değindik. Bu desteklerin önemli bir kısmı kişisel ve kurumsal olmayan bir destek olduğunu ve desteği veren kişilerin ömürleriyle sınırlı olduğu, kurumsal desteğin ne kadar önemli ve kalıcı olduğunu ve bunun ayırdına varabilen Mustafa Kemal Atatürk’ün her şeyde olduğu gibi bilim ve sanata olan desteğinin nasılda kalıcı değerler oluşturduğunu yaşadığımız an da bile fark edebiliyoruz. Bir sanat ve bilim insanının tasarladığı rivayet edilen topuklu ayakkabıdan yola çıkarak sanatçı ve bilim insanının desteklenmesinin önemine kısaca değindik.

Ayakkabı, özelliklede kadınların şıklığının bir göstergesi olan, modanın olmazsa olmazı haline gelen, birçok kadının vazgeçemediği topuklu ayakkabının tarihini incelediğimizde çeşitli rivayetlerin olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Da Vinci’nin ölüm tarihi ile düğünün yapıldığı tarih arasında bir uyumsuzluk olsa da çoğu kaynakta, bahsettiğimiz gibi Catherin’nin kısa olan boyunu ve bu yüzden yaşadığı sıkıntıyı giderebilmek için Da Vinci’nin özel bir topuklu ayakkabı tasarladığı ve bu düğünde giyilmesiyle Avrupa’da topuklu ayakkabının tanınması ve moda olması rivayet edilmekte.

Her ne kadar o yıllarda erkeklerin giyim aksesuarı olarak daha yaygın kullanılan topuklu ayakkabı, geçen yıllar içerisinde kadınların hâkimiyetine geçmiş ve kadınların olmazsa olmazı bir aksesuarı olmuştu. Şimdi bu önemli değişimin zaman içerisindeki sürecine bir göz atalım.

DEVAM EDECEK…

 

Yorum

Özcan Kara (doğrulanmamış) Çar, 15 Mayıs 2024 - 10:01

Değerli Şenol kardeşim, çok değerli bilgilerle bizı aydınlattığın için çok sağ ol. Eline emeğine sağlık

Salih Sarısoy (doğrulanmamış) Çar, 15 Mayıs 2024 - 18:10

Tebrik ederim ayakkabı gibi spesifik bir konu özelinde sanat tarihinin kısa bir özetini vermek engin bir entelektüel alt yapıya ve sade bir edebi dile sahip olarak bu kadar güzel ifade edilebilirdi.

Nesrin (doğrulanmamış) Çar, 15 Mayıs 2024 - 21:52

Bilgi dolu bir yazı, araştırılarak yazılmış, akıcı ve güzel bir yazı, emeğinize sağlık

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.