Büyük Mirasın Mirasyedileri miyiz?

Felsefe

100.Yılında Cumhuriyetimiz-1

Büyük Mirasın Mirasyedileri miyiz?

Ümit Yaşar Gözüm

zorbatv

1923 de temeli atılan Cumhuriyeti zaman içerisinde kuşatan siyasi kadrolarının yetkinliği, ilkeli ve ulusal duruşları, siyaset felsefesinin yöntem ve terminolojisi bakımından sorgulanmaya muhtaçtır.

Her eylem, arkasında niçin-neden ve nasıllar dizisi taşır. Siyasete karşı soğuk veya uzak duruşumun temelinde; 40 yılı aşkın yönetme erki içerisinde bulunmamın ve bu süreçte ailenin siyasi kanadı aracılığıyla aşağı yukarı Türk siyasi hayatının yarım yüzyılına tanıklığım yatıyor.

Bu bağlamda okur açısından “hükmü” başlangıçta açıklanan metinlerin yaratacağı önyargının farkındayım. Ancak okurun da önemli bulduğu başlıklarda hükmün gerekçesini anlamak için, istisnalarının olabildiğini de biliyorum.

Ortadoğu bataklığına komşu olmanın handikaplarının beslediği koca bir yüzyılda henüz kurumsal kimlik oluşturamamış  (sizce taraflı davranmamak kaydıyla şayet istisnaları varsa yorumlayarak bir tartışma zemini hazırlamış oluruz.) Türk siyasetinin hem aktörleri hem de fevriliği hep tartışılır.

Devletler, kurumsal yapıları aracılığıyla köken kültür, milliyet, varoluş kaynakları ve üzerinde yaşadıkları topraklarda şekillenen kısa-orta-uzun ve değişemez  ilkeler yumağı diye tanımlayabileceğimiz siyaset kurumunu oluştururlar. Bu ilkeler demokrasinin olduğu yerde siyasi kurumsal yapılar üzerinden geliştirilir, korunur ve toplumsal bilincin parçası olurlar. Öyle ki, bu kurumsal yapılar siyasi partiler ve onları yöneten kadrolardır. Ki, beklenmedik durumlarla karşılaştıklarında siyaset tarihine baş vurmak ve çağın gerçekleriyle yüzleşmek suretiyle dersler çıkararak iç ve dış politikada milletlerinin varlığına ve çıkarlarına yönelik bir duruş sergilerler.

Cumhuriyeti kuran iradenin tükenişten varoluşa geçişi sağlayan; aklın, bilimin ve Türk tarihinin zengin siyasi birikiminden oluşan siyasi yetkinliğini kullanma becerisi,  Mustafa Kemal Atatürk sonrası dönemlerde tartışılır olmuştur. Özellikle Türk tarihi ve üzerinde bulunduğumuz coğrafya özelinde  ortaya çıkan siyasi yapıların ve aktörlerin varlıklarını anlamlandırmada zorlanıyoruz. Geride bıraktığımız 100 yılın bir değerlendirmesini yaptığımızda, yetersizlik, taraflılık, yönetme erkini kullanamama, aklı duygu ve dürtünün önüne geçirememe, refah, özgürlükler ve ümmetten birey olma sürecini yönetememe vb. bir çok başlıkta yetkin davranamadıklarını gösteren binlerce örneğe yenilerini ekleyebiliriz.

Bu arada “güncel ile günümüz” sözcüklerinin anlamlarının farklılığı üzerine okurun önyargı oluşturmaması bakımından bir açıklamanın yerinde olacağını düşünüyorum: Günümüz dediğimizde içinde yaşadığımız anı ve dönemi kast ederken, güncel; her eylemi-kişi-kurum ve benzerlerini kendi dönemi içerisinde değerlendirmek için kullandığımız, bugünü de kapsayan geniş tanımlamadır. Bir başka açıdan yaklaştığımızda ise günümüz somuttur, güncel ise soyut zaman tanımlamalarını da kapsayan her dönemin kendi güncelini yaşadığını tanımlar. Bütünsel metinlerde güncel sözcüğünü kullanmak yerinde bir ifadelendirme biçimidir.

Bu bağlamda Cumhuriyetimizin 100. Yaşını esas alarak birkaç başlık altında felsefi sorgulamalar yapalım:

Yönetme erkini kullanmak bir sanat mıdır?

Bu soruyu sormak, her iki yakanın ‘yönetmek-sanat’ neyi ifade ettiğini bilmeyi, bunun sağladığı birikimden sonuç çıkarmayı zorunlu kılar. Bundan dolayıdır ki, bu sorular kitlenin sorup yanıtlayabileceği türden sorular değildir.Yönetmek, insanlık tarihi kadar eski bir kavram. Sanat ise, ilkel atalarımızın  doğayı ve yaşama anlama çabasını ifade etme ihtiyacı duyduğu mağara resimlerine kadar uzanıp günümüzü kuşatarak, sonsuza akan kadim bir kavram.

Sanatın insan ve doğa üzerindeki estetik algı ve kaygısı sonucunda cemaatten cemiyete erişen insanlığın bu serüvenini devamlı kılan şey ise yönetme- erk’i kullanmadır. Yönetmenin katı, yavan ve tartışılamaz ilke ve söylemlerine insanı, doğayı vb. katıp ahenkli bir geçişle disiplin altına alan şey; duymayı, hissetmeyi ve kendi dışındakilerin varlığını ötelemeyen sanattır.

Yukarıda sorduğumuz soruyu şüpheye düşmeden “evet” diye yanıtlayabilmeliyiz… Bu tanımlamalar ışığında Cumhuriyet tarihine bakıp: Türk siyasetinin yönetme ve sanat kavramlarını bir araya getirebildiği söylenebilir mi? Diye yeni bir soru ile yanıtını okura bırakalım!

Cumhuriyetin aydınlık ve karanlık yüzü mü var?

Her rejimin, sistemin, yönetme biçiminin karanlık yüzü vardır. Elbette ki, cumhuriyetin de bir arka cephesi var! Ancak diğer yönetim biçimlerinin bir görünen, bir de kitleye tamamen karanlık yüzü varken, cumhuriyetin görünen aydınlık yüzünün ışığı, arka tarafına da düşer. Burası önemlidir. Çünkü totaliter veya adını cumhuriyet koyarak ömrünü doldurmuş gelenekçi yönetim anlayışlarının görünen ve görünmeyen iki yüzü de erki kullanan otoriteye çıkar.

Oysa cumhuriyet bir yönetim şekli olarak halk adına, halk içindir. Cumhuriyetin tek yüzü ve onun yansıması vardır. Kitlenin görebildiği ve kendine açık, görüp eriştiği “kendi kendine yetki verip yönetildiği erk” asıl olandır, diğer yanı kurumların onun adına kullandığı, varlığını ve geleceğini sağladığı temsil erkidir. Ki bu da kendi içinden seçtiği siyasilerin ve atanmışların onun adına yönettiği güvenlikli arka planıdır.

Cumhuriyetin, siyaset eliyle oluşturulan özellikle de koruma güvenlik  erkini elinde bulunduran kurum ve kuruluşları aracılığıyla zaman zaman bir karanlık yüz yaratma hevesine kapılabildiğini ve eyleme geçebildiğini ne yazık ki sıkça gördük! Darbeler, siyaset üzerinden kurumları ele geçirme mücadeleleri, dönem dönem bireyi ve toplumu koruma amacıyla kurulmuş yapıların işkence, hak gaspı, tarafgir tutumları vs. devletin kurumları üzerinden cumhuriyete ilintilemeye çalıştıkları yeni bir yüz/karanlık arayışına kalkıştıklarına tanık oluyoruz.

Cumhuriyetin iyi niyeti mi, demokrasinin sanallığı mı var?

Nasıl da akıl karıştırıcı bir soru değil mi? Aslında öyle değil, ancak açıklamaya ihtiyaç duyan bir soru!

Sanırım sorun da tam burada Cumhuriyet bir rejimdir. Her hangi bir halk-millet kendini yöneteceği rejimi seçerek, erkin kaynağı olmak kaydıyla, seçtikleri aracılığıyla kendisini yönetir. Demokrasi ise sadece devletlerin yönetilme biçimi değildir. Bütün alt özel ve tüzel kuruluşlar için uygulanabilen tamamlayıcı ve denge kurucu yönetim biçimidir.

Cumhuriyet bir iyi niyet rejimidir. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için varız demeye gelir. Demokrasi ise; bireyin, cemaatin, sivil toplum kuruluşlarının, tarikatların, hırs ihtiras, kin vb. bir çok nedenden dolayı, bu ilkelerin kendiliğinden işlemesinin mümkün olamayacağını öngörerek, başta anayasa, kanunlar, yasalar, tüzükler, yönetmelikler vb. ilkelerle bir denge kurmayı hedefler.

Bu öngörü, her rejimden nemalanan parazitlerin türeyebildiği gerçeğine dayanır. Özellikle de kuruluş amacından uzaklaşmış sistemlerde bunun kökleri çok daha derinlere iner. Yakın tarihsel sürecimize baktığımızda 1930’ların ortalarından itibaren devlet kurumlarının nasıl tek taraflı çalışmaya başladığını, giderek aşınan ilkelerin artık ayar tutmadığını her on yılda bir rahatlıkla görebildik. Askeri darbelerle ayar verilmeye çalışılan sistemin, bir öncekinden daha ayarsız hale geldiğini görüyoruz. Ne anayasa yapanlar aydınların ana kitleyi kucaklamak, devletle halk arasında oluşan kırgın ve kızgınlıkları gidermek, ne de yönetenlerin kendilerine sunulan nimetlerden vazgeçme gibi ilkeleri oluşturulamadı. İşleyiş böyle olunca da cumhuriyetin bütün iyi niyetli varlığı, demokrasimizi sanallığın ötesine taşıyamıyor, taşıması da olası görünmüyor!

O halde yeni bir soru daha sormak durumundayız:

Neden sistemi tartışıyoruz. Toplumda sosyal sorumluluk bilinci oluşturabildik mi?

Kitle düşünmez, sadece görebildikleri ve anlatılanlar üzerinden yorumlar yapar. Halk dilinde güzel bir deyim vardır.  “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.” Gerçekten de kitle her şeyin ucunun dayandığı  derinlerde görünmeyen bir Ali Babanın olduğuna inanır, inandırılır.

Bu deyimde olduğu gibi tek başına yiyenlere karşı üstü örtülü, iki dünyalı bir tehdit vardır. Sen yeme haramdır, haksızlık etme günahtır, hak halkındır ve modern insanın onurudur demek yerine, birlikte yersek sorun kalmaz, kıyamette kopmaz, günah da olmaz demeye getirir sözü.

Bunlar genelde üçüncü şahısların olmadığı, hak gaspında epey bir zamandır hakkı yok sayan cemaat denilen çağdışı örgütlenmelerde, tarikat olarak dine yaslanan ticari yapılarda, etnik, siyasi ve dini cumhuriyet ve demokrasi karşıtı yapılanmalarda toplumun gözüne baka baka yaşanıyor günümüzde.

Kitle; iletişim -dijital çağla birlikte olan biten her şeyi görür, duyar, işitir konuma geldi. Bütün bunlar sanki önceden yokmuş gibi, bir anda ya da bir döneme has gibi algılanmaya başlanınca bir taraf, bakın değerler, inançlar, insan hakları vs… yerle bir ediliyor derken, diğer taraf “bal tutan parmağını yalar” deyimini “yalamalı” ya yücelterek,  ne insanın ne dinin asla kabul edemeyeceği yeni bir ilke ortaya koyar oldular.

Bütün bunlar olup biterken, yüz yılda toplumda bir sosyal sorumluluk bilinci oluşturamadığımız gerçeğiyle karşı karşıya geldik.

Bütün bu yaşananların temelinde sanki cumhuriyet ve demokrasi varmış gibi, toplumun bir kesimi bu değerlere karşı cephelenirken, diğer bir kesim de bütün bu etik yoksunluğunu, muhafazakar yapılar din temelli bir devlet istiyor temeline bağlama çabasında. Oysa sorunun gerçek kaynağı, ne Cumhuriyet ve demokrasi ne de bütün benliği ile iman etmiş müslümanlar… Aksine görülmesi gereken bu kesimlere yapışan  “ …mış gibiyi kusursuz oynayan asalak aktörler”.

Belki yeni bir soruya ihtiyacı var toplumun; Hangi demokrasi ve hangi din?

Cumhuriyeti kuran iradenin söylem ve eylemlerini amacından saptıran ve kendi putlarını yaratanların karşısına, daha pragmatik, kişiye hizmette sınır tanımayan, dine dayandığı izlenimi veren, ancak dinin başvuru kaynaklarını yok sayarak kendini tanrılaştırma çabasında olanların peşine takılan sürünün ortalarda dolaştığı bir coğrafyadayız. Ne yazık ki, gerçeği arayanlar kadar, ondan uzaklaşmamış olanların çaresizliği çatışıyor uzun zamandır bu coğrafyalarda.

Bugün yaşananlar sadece iletişim çağının nimetlerinden faydalanan her iki tarafın kendisini daha görünür kılma, ya da ötekini ifşalaması sonucu ortaya çıkan yeni oluşumlarmış algısını yaratıyor. Oysa gerçek cumhuriyetle birlikte, yeraltına çekilen etik dışı yapıların buldukları ilk fırsatta toplumu kemirmek için yer üstüne çıkmaları hadisesinden başka bir şey değil. Tarih bize iman etmiş kitlenin, ne cumhuriyet ve demokrasi ile ne de başkalarının inancıyla hiçbir dönem sorun yaşamadığını ve toplumun hassasiyetlerine ihanet etmediğini gösteriyor.

Toplumun bir kesimi ‘dindar ile dinci’yi birbirinden ayıramamakta bir yüz yıldır ısrarlı davranıyor. Yüzde doksan dokuzu Müslüman bir ülke tanımında kendisinin de olduğunu - artık bundan pek de emin değiliz- hatta inanan ile inancı kendine rant kapısına çevirenleri ayırmanın topluma yapılabilecek en büyük katkı olacağını göz ardı ediyor. Kabalada olduğu gibi, tarlaya dalar gibi topluma dalmak, aşağılamak veya yok saymak kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Kaldı ki, inanç tacirleri ortaya çıkana kadar dindar- inanan kesim ile laikler arasında örgütlü bir çatışma söz konusu olmamış tarihimizde. Tam tersi sürekli kader birliği yapanlar, Anadolu Müslümanlığını özümsemiş kitlenin kendisi.

Şimdi sormadan geçemeyeceğim bir soru daha kafamı kurcalıyor. Sanırım ihanetin kuşaklararasılığı yok. Bir nesil/kuşak çekilirken kendi ihanet ağını örmüş olarak giriyor toprağın altına. Yoksa her yeni kuşağın Cumhuriyetin bütün çabalarına rağmen yediği kabı kirletmesi aklın ve vicdanın kabul edeceği bir şey olmasa gerek.

Değişim; bir kuşaklararasılık mı yoksa bireysel bencillik mi?

Değişim belki moderniteden beslenen kitlenin bir kesimi için bir yenilenme, gelişme ve gelenek dayatmasından uzaklaşma iken, bir kesim aydınlığa sırtını dönerek yetiştiriliyor. Durum böyle olunca da tebaa ya da bir gruba tabi olma arayışındaki insanı, çıkarlarına hizmet edecek ilke ve dayatmalarından şekillenen kişilikler yetiştiriyorlar.

Buradan çıkarsamam: Elitlerin bireysel bencilliği yüzünden, kitlelere ulaşamadan cumhuriyetin sinerjisi tüketirken, karanlık yapılar yeni kuşakları rahatlıkla ele geçirip sisteme düşman/hainler yetiştirmeyi sürdürüyor.

Sırf bu yüzden Türkiye, öncelikle aydınlarının aydınlatılması gereken bir ülkeye dönüşüyor. Buna bir de her iki tarafın sivrilttiği kuşaklararası çatışma isteği eklenince, doğru ile yanlış aynı kirletilmiş nehirde yıkanmaya başlıyor…

Bütün bunların ardından sorulması gereken soru:

Kime neyi yeterince anlatamadık?

Hiç birimiz bu cehalette payının olmadığını söyleyemez, söylememeli. Bir toplumun aydınları hem devlet hem bireysel gelişme için ufuk açıcı görüşler, düşünceler üretmekle sorumludur. Aydının kitle üzerindeki rolünü yok sayan ilginç bir tavır ortaya çıkmaya başladı birkaç on yıldır: Bir kısım aydın herkesten bağımsız ve halka ve topluma karşı hiçbir sorumluluğu olmayan bireyler olarak kendilerini tanımlamaya başladılar.

Karanlık yapıların tam da istediği şeydir bu duruş. Akademi yetiştirdiği öğretmenlere toplumsal sorumluluk bilincini aşılayamadı, onlarda gencecik dimağlara. Zaman/mesai zilinin çalması kadar kısa ve yakın görülmeye başlandı. Toplum önderi olarak eğitim kadrosunun mutlu olacağı amacı olmayınca, aydınlığı yaratması gerekenlerin devre dışı kaldığı her toplumda olduğu gibi, cehaletin yarattığı karanlık önce varoşları kuşattı, sonra eğitim kurumlarını ve nihayetinde toplumu…

Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk “ Eğitimdir ki bir milleti; ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” Derken, devraldığı mirasın aslında tutar yanının kalmadığını, koca bir imparatorluğun yok oluşunu hazırladığını çok iyi gözlemlemişti. Bu gerçekten hareketle eğitimin kurumsallaşması ve çağdaş uygarlığın gerekleriyle ışığını akıl ve bilimden, tarihsel köklerden almasından asla taviz verdirmedi.

Moderniteden beslenenlerin, Anadolu Müslümanlığıyla -ki yaratandan ötürü yaratılmışa hoşgörü kaynaklı- iman etmiş olanları hakir görmesiyle başlayan çatışma, kendi yarattığı dini ritüelleri inanç diye dayatanlar tarafından kafirlikle itham edilmeye kadar uzandı.

Oysa durum çok açıktı, Osmanlının son iki yüzyılında medreselere egemen olmaya başlayan Arabi ve Farisi milliyetçilik, imparatorluğun yıkımı için kurgulanmış bir oyundu. Sonrası günümüz Türkiye’si. Birçok dini cemaat veya tarikatta Kuran ve Peygamberin adı bile neredeyse anılmazken, hiçbir akademik/bilimsel arka planı olmayanların ortaya koydukları Lafonten hikayeleri aktarılıp duruyor. Dün sağ- sol diye ayrıştırılanlar, bugün dinli dinsiz, aydın cahil, alaylı mektepli, öteki mahalleli vb. büyük ayrışmaları kolaylıkla yapabiliyorlar.

Toplumsal bilinç yaratma çabamızın başarıya ulaştığını söylememiz giderek zorlaşıyor. Biliyoruz ki birlikteliği sağlayan şey, ayrışmalar değil, ortak paydalarda buluşmalar, kenetlenmelerdir. Bu bağlamda dilediğiniz kadar temel soruyu sıralayın ve yaşananlar ışığında önce kendinize sorarak başlayın sorgulamaya, bir toplumsal mutabakat olup olmadığını!

Ulaşamadığınız yer, dokunamadığınız yürek kalmışsa geride dışlananların kinle güçlendiği dönemlerle, ihanet çeteleriyle ve büyük ihanetle karşılaşmanız kaçınılmaz olur.

Bakın yarım yüz yıldır bitiremediğimiz terör bataklığına ve dönüp bakın yine yarım yüz yıldır devletin bütün kurumlarını sızıp kendi halkına, devletine saldıran soysuz zihniyete! Buraya akşamdan sabaha gelinmediğini çok iyi göreceksiniz. Ya da okumuşların cehalete sığınmasını, feraseti cehalette araması gibi, çağdaş eğitimde yeri olmaması gereken bir zümrenin türemesine ne demeli! Milletin bin yıllık imanını kendi lağım çukurlarında kirletmekten geri durmayan, inananları dinden uzaklaştıran yapılara bakın, Cumhuriyet kadrolarının neyi nasıl ve niçin başaramadıklarını günışığı gibi göreceksiniz. Erki elinde bulunduran halkın temsilci olarak seçtiklerinin ve atananların; varlığını borçlu olduğu halka karşı erki nasıl kullandığını ve toplumsal güveni nasıl sarstığını bu uzun serüvende açıkça göreceksiniz.

Sonuç olarak, bir dünya imparatorluğunun külleri arasından  yeniden doğan bir milletin-devletin, devraldığımız mirasını, mirasyedi tavrıyla nasıl da harcamaya çabaladığımızı görmemiz gerekiyor. Binlerce yıllık tarihsel varlığımızı, zengin kültürel birikimimizi ve devlet kurma ve yönetme becerimizi yeniden hatırlamak durumunda kalmış olmamız ne hüzün verici.

Orta Asya steplerinden at sırtında dünya imparatorluğuna uzanan serüveni çağı yakalayamadığımız için yok ettiğimizi bilmek ve anlamak durumundayız. Günümüzde ise var artık var olmak veya heder olmak çok uzun zaman aralığı gerektirmiyor. Kültürel yozlaşmaya zemin hazırlayan her oluşuma karşı, varoluş değerlerini geliştiren yeni bir bilinç yaratmak durumundayız. Hemen, şimdi, genç kuşağı daha fazla örselemeden, inancından ve milliyetinden soğutmadan yapmalıyız bunu.

Ve tek umut verici yanımız ise, kültürel asimilasyona çok yatkın olmayan damarımızın yeniden açılabileceği.

Umut Türkün diriliş destanının özü, varoluş öyküsü.

zorbatv

 

Yorum

Ilgın Derelioglu (doğrulanmamış) Per, 19 Ekim 2023 - 18:41

Üstat ne çok soru var konu üzerinde düşünüp bizi aydınlattığınız için teşekkür ederim. Yine sanat dili ve akıcı cümleler. Sevgilerimle

2. Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Pa, 05 Kasım 2023 - 00:30

YAHUDİLİK VE CUMHURİYET
"özet"

ZorbaTv Dergi' ye yazmak istedim çünkü bu deneyi bu ortamda gerçekleştirip sonuca varmak istiyorum.

Fransız Devrimi' nden önce Amerkan Devrimi' ni ve Hollanda denemesini hatırlatmak istiyorum çünkü bunlar derinlemesine bilinmeden Cumhuriyet fikri anlaşılamaz.

Yahudi kültürüne/kültürlerine büyük saygı duyarım fakat dinine kesinlikle inanmam ve kabul etmem. Bu başka bir dine inandığım anlamına gelmesin. Din bana göre inançların müessesleştirilen nizamıdır ve zamanı çoktan geçip sürecini geri dönmemek üzere tamamlamıştır. Yerine duygu, sanat, felsefe, bilim vs geçmelidir. Aksi boşa geçen insan yaşamı olacaktır.

Pekiyi, din ile kültürün farkının altını çizerek ne yapmaya çalışıyorum: Günümüz dünyasının ve yakın geleceğin SAVAŞA varan çözümsüzlüğünü çözüyorum.

Örnek vererek ilerlersek daha kolay anlaşılacaktır. Bugün ciddi tartışma ve savaş nedeni olan Siyonizm en kestirme tanımlama ile "Yahudi/İsrailoğulları Dağ Kültünün" bir ESERİDİR. İstisnasız tüm farklı kültürlerin benzeri Dağ Kültleri vardır: Türklerin Tanrı Dağı, Ermenilerin Ağrı Dağı, Arapların Arafat Dağı gibi Yahudilerin de Siyon Dağı onların kültürlerinin temellerinden biridir. Toplum veya nation/millet oluşur/oluşturulurken bu ve benzeri temeller üzerinde yükselir. En belirgini ise dildir. Dışında Ağaç, Su, Toprak, Hava, Rüzgar, Can, Canlı, Ruh, Ziyafet ve benzeri onlarca kült, insana aittir yani insan ürünüdür.

Cumhuriyetler saltanatları/hanedanları yıkarken yepyeni ilişkiler ağı ve içiçe sistemler kurar. Devlet dediğimiz en üstteki organizasyon da cumhuriyet oluşumudur. Cumhuriyetin demokratik veya başka olması kültürle alakalı değildir. Türkiye Cumhuriyeti içinde farklı pekçok kültür barınır fakat bunların tümü içinden Türk kültürü öne çıkıp en üst kültür haline gelmiştir. Bu tepeden inme, zorlama, dayama veya dayatma bir gerçeklik değil aksine enaz bin yıllık kıran kırana bir mücadelenin sonucudur. Bu gerçeklik değiştirilemez. Birleşik devletler modellerinde bile üst kültür olmazsa olmaz.

Yine basit bir soru ile bitireyim: Yakın geleceğimizde kültürü mü, dini mi tercih edeceğiz? Yoksa "din kültürü" gibi uyduruk, saçma, saçma sapan bir sentez seçip çözümü bin yıl daha ileriye mi öteleyeceğiz?

zorbatv Pa, 05 Kasım 2023 - 12:15

Azizim Erkan Yazargan,

Son yorumunuz insanlığın geleceğinin kara deliği.

Konu üzerinde temel başlıklarla bir tartışma açmakla kalmamış can alıcı soruyu da sormuş bulunuyorsunuz.

Kültür mü, din mi yoksa din kültürü mü?

Dinler tarihi aynı zamanda insanlık tarihinin acı, gözyaşı, kin nefret ve haksızlıklar tarihi. İnsanın insana kıydığı bir kaç çıkar başlığından birisi ne yazık ki.  İnanç kavramı üzerinden; dine baktığımızda kişinin kendisini bir mezhebe, tarikata vb. ait hissetmesi, kendi yetersizliğini, aczini, yaşama tutunma çabasının ifadesidir. Oysa inanç kültürel bir kavram olarak insanlığın ortak yazgısına ırkların, coğrafyaların, düşünsel yaratıların oluşturduğu yaşam biçimidir. Dinde bireyin yeri ve katkısı yok veya varlığı tartışılırdır. 

O zaman geleceğe yönelik temel soru, insanlığın tarihinin dijital çağla birlikte nasıl evirileceğidir. İnsanların din ayrımı yapmaksızın bir kopuş yaşadığı ortada, hepsi içinde bulunduğunu çağ dışı bularak hareket ediyor. Kimisi birinden ötekine kayıyor, kimisi güncel tanrılar yaratarak peşine takılıyor, kimisi deist anlayışta karar kılıyor. Zaman tercihleri ve evirilmeyi hangi yönde etkileyecek insanlığın önemli sorunu bu kanımca. 

Yüzyıl savaşları, dinler savaşları, mezhep ve tarikat savaşları içinde insan adına barışı ve sevgiyi barındırmayan birer çıkmaz sokak olarak duruyor karşımızda. Durum böyle iken içinden etik ve ahlak değerinin yok saydığı hangi din veya hangi din kültürü insan-insanlık için kurtarıcı olabilir ki?

Cehalete karşı bilgiyi egemen kılmalıyız, toplumuz için ve insanlık için. Başka çıkış yolu yok, tanrı adına can alıp yaşamları karartanların insana dair bir dertlerinin olduğunu, ya da aydınlık yüzlerinin olduğunu nasıl söyleyebiliriz!

Düşüncenin aydınlattığı sevginin, sanatın ve yazının ışığında buluşalım.

Ümit Yaşar Gözüm

Felsefeci Yazar

Kevser Olga M. (doğrulanmamış) Pa, 05 Kasım 2023 - 18:22

Üstat cumhuriyetin kazanım ve nimetlerini nasılda örseledigimiz ortada.
Anlatım ve dilinizin berraklığı okuru içine çekiyor. Kaleminiz kurumasın. Saygılar gönderiyorum

Alına Gönül (doğrulanmamış) Pa, 05 Kasım 2023 - 18:39

Üstat sorgulamamiz gereken cumhuriyetimizin büyük önder sonrası kadroları mı... Teşekkürler

Ezgi Alkan (doğrulanmamış) Pa, 05 Kasım 2023 - 18:42

Siz şiir mi yazıyorsunuz beyefendi yoksa sanat felsefesi mi yapıyorsunuz. Okurken insan kendinden geçiyor. Tebrikler

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.