Ressam Rukiye Garip'in İçine Sanatın Aşk Ateşi Düşmüştür Bir Kere
Gülseren Sönmez
Samimiyet yürekte gerek
Dil’de ne gerek
Ciddiyet fikirde gerek,
Yüz’de ne gerek…
Ahlak özde gerek,
Söz’de ne gerek…
Diğer sanatçı arkadaşlarıma makale yazarken yaptığım gibi, Rukiye Garip’le de telefonla tanıştım. O sanatını tüm coşkusuyla anlattı, ben dinledim. Bu konuşmamızda, karşımda kendini çok samimi bir dille anlatan sanatına âşık bir kadın vardı.
Samimiydi, yürektendi, ciddiydi, fikirleri açık seçik ortadaydı. Sanatında dürüsttü. Sanatındaki dürüstlüğü ile gurur duyuyordu. Konuşması ırmak gibi akıyordu. Dinledikçe, sanatçımızı sevdim, ona saygı duydum. Çocukluğunda sevmişti resim yapmayı; neredeyse bebekti. Bir kez daha inandım ki sanatçı sonradan olunmuyor, doğuluyor. Gayretle, çok çalışmayla da kalıcı olunuyor.
Rukiye Garip, resim tekniklerinin en zor, en lirik, en şiirsel, en berrak olan suluboya tekniğiyle çalışıyordu; yurdumuzu yurt dışında temsil eden usta ressamlardandı. Resimlerini daha önce tanıyor, çok beğeniyor, bu ustalığın güzelliğine saygı duyuyordum.
Bu güzelliği bir de sanatçısından dinlemek istiyordum. Onu tanımak için; resmin içindeki birbiriyle konuşan çakıl taşlarına kulak verdim.
“Sanatçım fotoğraftaki kirli atıkları üzerimden aldı. Pırıl pırıl oldum. Biliyorum sanatçım doğanın temiz olanını sever. Yaptığı resimler de düşünceleri gibi tertemiz pırıl pırıldı. Resimleriyle insanlara pırıl pırıl bir doğa bırakmak istiyordu.”
Küçük taş... “Sanatçımız seni de beni de çok güzel çizdi, boyadı, anlattı. Üzerimizdeki renklerin güzelliğine bak. Senin biraz yukarımda olman nedeniyle bana gölgen düştü. Çevremizdeki çakıl taşlarının üzerine doğanın ışığını koydu. Işıkla hepimiz çok parladık. Bir de üzerimizden su geçirdi. Su geçirirken çok heyecanlıydı. Bak bak şu kenarda duran sonbahar yaprağına bak, ne kadar da renkli; sanki güneş tayfının tüm renkleri var üzerinde. “
“Sanatçımız insanlığa temiz bir doğa bırakmayı düşündüğü gibi, temiz doğayı anlatan resimler de bırakmak istiyor. Resim yaparken kuş gibi çırpınan kalp atışlarını duyar gibiyim. Vücudunun ısısını, ruhundan gelen ışığı hissediyorum. Fırçasını nasıl da itinayla kullanıyor. O, bizleri ruhuyla seviyor.
Bize bakanlar ne güzel taş resimleri diyor, beğeniyorlar. Nasıl beğenmesinler ki; bizi taş olduğumuz için seviyorlar. Dünyayı var eden ateş topundan var olmadık mı? İçimizde magmanın enerjisi var. İnsanlar dört element ve bir de ruhtan olmadı mı? Bizde olan ateşi hissediyorlar, içleri ısınıyor. Bizi oluşturan hava, su, toprak, ateş de onları heyecanlandırıyor. İçimizdeki renk pigmentleri rengârenk görünmemizi sağlıyor. O nedenle de bizim olduğumuz resimlere “çok güzel, çok güzel resimler” diyorlar.
Biliyor musun biz çakıllar, yüzyıllarda, binyıllarda oluştuk. Dağların doruklarından yuvarlandık. Rüzgârla savrulduk, sularla yıkandık. Sular bizi dere kenarlarına kadar sürükledi. Yan yana gelerek çakıl taşları bütününü oluşturduk. Kimi zaman suyun gelgitleriyle yıkandık. Suyun altındayken güneş ışıklarıyla parladık. Sanatçımız da fotoğrafladı. Sonra da kâğıt üzerine suluboya ile boyadı.
Biz çakıl taşları suların içindeyken ancak tusunami olunca yerimizi değiştiriyoruz. Her zaman bulunduğumuz yerden memnunuz. İnsanlarsa ruhlarında tusunami yaratıyorlar, içlerindeki tusunamiyi karşılarındakilere yansıtıyorlar. Çok güzel resimlere bile bakmaya zaman ayırmıyorlar, sanatçılarımızın kalplerini kırıp ruhların da tusunami yaratıyorlar. Önceleri sanatçılarımız tusunamilerden etkilenip yorulurken, tusunamilerin nedenlerini öğrendikçe etkilenmekten vazgeçiyorlar. Çünkü sanatçılar yükseklere çıktılar. Tusunami yaratanlar sanatçılara ulaşamadılar.
Zan, kendi ayaklarıyla yıllarca koşsa, gene de burnunun direğinden ileriyi göremez. Mevlana
Çünkü “zan” bilginin, bilmenin önündeki en güç perdedir. Enerji yüklü partikül olan bilgi, ancak bilinç antenleri tarafından çekilir. Bir frekans buluşmasıdır bu. Tüm perdeler bu noktada aşılır. Kendi gücünü bilen Rukiye Garip gibi…
Dost eli dar günde gerek,
Bol günde ne gerek…
İnsanlık icatta gerek,
Lafta ne gerek
Canında bir can var, o canı ara,
Beden dağında bir mücevher var,
Bu mücevherin madenini ara,
Ama dışarıdaki değil,
Aradığını kendinde ara.
Mevlana
Bedenindeki cevheri arayıp bulanlardan biridir Rukiye Garip. O kendi içindeki cevheri ararken, en büyük öğretmen olan doğanın içindeki cevheri de bulmaya çalışır. O, doğa içinde tanrının ışığını, ısısını arar. O ışık ki kişiye hele ressamsa tüm hayatın valörünü öğretir. Açık-koyu, ışık-gölge, perspektif, uzak-yakın, yükseklik-derinlik, tüm doğadaki açık-koyu renkler, gece-gündüz…
Bazen hava olaylarından etkilenen, oksitlenen demir raylarındaki çivinin duruşu, pasıdır onun dikkatini çeken. Bazen de kışın soğuğudur içini ve içimizi titreten… Kimi zaman da hiç düşünmeden sıradanmış gibi üzerine basıp geçtiğimiz, otlar, çalılardır; çiçekler, meyveler, balıklar (yüzen canlı veya plastik leğendeki ölmüş balıklar), uçuşan şeffaf elbisesinin içindeki genç kız, yılların buruşturduğu yüzle “ben de bir değerim, yüzümdeki çizgilerde yaşanmışlığı taşıyorum” diyen ihtiyarlar, yaşlanmasına rağmen hayata çalışarak emeğini katmaya çalışan insanlar… Kişilikli, formu çok güzel ağaçlar…
Rukiye Garip hep arayış içinde. Ruhu neyi seviyorsa, gerçekçi yaklaşımla o konuda resim yapıyor. Sanatçımız sürekli arayış içinde.
Bu arayış sürecinde insan kendini tanır. İçindeki dünyayı ve renk skalasını görür. Onu korumaya çalışır. Korumakta geç kalmamışsa şanslıdır. Bu şanlı kişilerden bazıları da sanatçılardır. Rukiye Garip gibi…
“Oku” diyerek başlamışsa yaşama… “OkuMA” diyemez. Sanat yapıyorsa okuyacaktır. Okumaları onu dünya sanatçısı yapar.
Resim yapmaya başladığı günden bugüne tarzını ve tekniğini değiştirmeden yol almış bir sanatçıdır. Rukiye Garip’in tekniği kendine has ve özeldir.
“Sanatın amacı, varlıkların dış görünümlerini değil, onların içsel önemlerini temsil etmektir.” - Aristoteles
Rukiye Garip sanat yazılarında kendi tekniğini şöyle anlatıyor:
“Arkadaşlarımdan çoğu resimlerimin çok sabır gerektirdiğini, kendilerininse çok sabırsız olduklarını söylüyorlar.
Benim sabırlı olmam gerekmiyor, çünkü önceliğim resmi bir an önce bitirmek değil. Her aşamasını yapmaktan, o anları yaşamaktan hoşlanıyorum. Dolayısıyla, resmim ben ikna oluncaya kadar devam edebilir. Hatta yeniden yapılabilir. Resmin bitiş süresinden çok, nasıl olduğuyla ilgileniyorum. Yaparken mutluluk duyduğumuz her ne var ise, onu bir an önce bitirmekten çok, onunla geçen saatlerin kıymetini bilmek gerek… Tüketmek değil çoğaltmak, daha iyisini yapmaya çalışmak en doğrusu bana göre… Zevk aldığımız bir eylem için sabırlı olmamız da gerekmez bu durumda…”
Rukiye Garip suluboya resim yapmak için genelde ton-sürton tekniğini kullanır. Aynı anda ‘tuz’la resminin üzerinde doku ve efekt oluşturur.
Auguste Comte'un ortaya atmış olduğu pozitivizm felsefesinin edebiyata uyarlanması ile ortaya çıkmış olan sanatta gerçekçilik akımına realizm ismi verilmektedir. Realizm gözleme ve deneye önem veren bir edebiyat akımıdır. Resimlerinde realizme yer veren sanatçılar vardır. Realizm akımı, genel olarak gerçekleri her şeyden üstün olarak gören bir akım türüdür. Bu akım pek çok ayırıcı özelliklere sahiptir.
Rukiye Garip resimleri de realisttir. Yalnız gerçeklerin çirkinliklerine yer vermez. O doğadaki güzellikleri görür, çirkinlikleri atar, güzellikleri çizer, suluboya ile boyar. Amaç yaşananları nesnel bir tutarlılık ile gün yüzüne çıkarmaktır. Bir diğer deyiş ile izleyeni renklerle mutlu etmektir. Sanatçı yaptığı eserle önce kendini mutlu eder, sonra da elbette ki toplumu. Biçimde kusursuzluğu hedeflemiştir, abartıdan ve süsten kaçınır. O nedenle de onun resimleri kendine hastır, özeldir.
“Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı dünyayı katlanılmaz kılardı.” - George Bernard Shaw
Gerçekçiliğin kabalığını ve çirkinliğini hiç sevmez, o nedenle de suluboya tekniğini seçmiştir. Onun şiirselliğini akıcılığını, yumuşaklığını kullanır. Hayrandır.
İlk çağlardan bu yana insanoğlu doğadaki olaylardan, yırtıcı hayvanlardan korktu; mağaralara sığındı. Sığındığı mağaralara kâh korktuğu hayvanları, kâh tanrılaştırdığı hayvanları, genelde de av hayvanlarını ve avlanmayı çizdi boyadı. Çizdiği resimleri boyarken; toprak oksitlerine, ağaçların özü olan zamkları sulandırarak kattı, boya haline getirdi. Mağara duvarlarını süsledi çizimleriyle… Bu çizimlerin örneklerine 35 bin yıl önce rastlandı İspanya – Fransa sınırındaki Altamira Mağaralarında, 9.500 yıl önce Çatal Höyük yerleşim yerinde… Hatta Mısır’ın Krallar Vadisi’ndeki büyük tapınak duvarlarında… Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Dünya genelinde... Bizim için önemli olan bu mağaralarda kullanılan boyaların su bazlı olması… Eğer duvar üzerine yapılan resimlerin boyaları yağlı boyalı olsaydı. Oksitlenme sonucu dökülür bu güne, tek bir boyalı resim kalmazdı.
O nedenle suluboyalı resimlerde zaman aşımıyla sadece hafif sararma olurken, yağlıboya tablolarda çatlamalara, dökülmelere rastlıyoruz. Bu resimler restorasyonla ayakta kalıyor. Viyem Tuner’in (1775-1851) suluboyalı resimleri hiç bir özelliğini kaybetmezken yağlıboyalı resimlerinde çatlamalar olmuştur. Bu durumda suluboya tekniği tekniklerin hasıdır. Zordur, şeffaftır, liriktir, insanı yürekten etkiler.
Rukiye Garip potansiyel aklın sınırlarını zorlayanlardan. İpi göğüsleyinceye kadar kendini ve dünyayı tanımaya çalışanlardan. O evreni kucaklamak için araştırıp çalışmakta, çok çalışmakta… Araştırırken de kendisini ileriye götürecek adımları korkusuzca atmakta. İşin içinde ışık hızına ulaşıp dağılmak da var. Ama biz neyiz ki?
Sadece anlayıp yaşamak kalıyor geride. Anlayıp çözebilmek hayatı. Yönetilmeden kendin olarak. Kendin olarak var etmek sanatı, sanat eserini.
Misyonu ağırdır sanatçının…. Güzeli bulmak için baş kaldırır kurallara, kuralsızlara.
İnsanoğlu ilk çağlardan bu yana hep bilinmeyenin peşinden koştu. Bilineni görmezlikten geldi. Bilinmeyeni biliyormuş gibi göründü. İşin tuhaf tarafı buna kendi de inandı. Bu duruma bakıp hepimize kolay gelsin demek geliyor içimden…
Mevlana “Işık saçmak kolay değil, önce yanmak gerek,” demiş. Yanarak ışık saçan sanatçılarımızdan biri de Rukiye Garip'tir. Onun içine sanatın aşk ateşi düşmüştür bir kere... Yanar da yanar...
Sanatına aşkla sarılan arkadaşlarımı kutluyor, kendisine yolun açık olsun diyorum.
Rukiye Garip Kimdir_?
1964 yılında Bartın’da doğan sanatçı, Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Resim Bölümü'nden mezun oldu. Ülkemizin çeşitli şehir ve okullarında yirmi yıl resim öğretmenliği yaptıktan sonra emekli oldu. Sekiz yıldır Balıkesir’de kendi atölyesinde resim çalışmalarına devam ediyor. Bütün tekniklerde resim yaparken 2014 yılında suluboyaya geçiş yaptı. Çeşitli ülkelerde düzenlenen jüri seçimli 77 uluslararası sergi, bienal ve festivalde yer aldı. Amerikan Suluboya Derneği (AWS) imza üyesi ve Uluslararası Usta Suluboyacılar Birliği (IMWA) üyesi olan sanatçı çok sayıda ödül aldı. Sanatı üzerine yayınlanmış çok sayıda yazı bulunmakta.
Yorum
Gülseren sönmez
Muhteşem bir anlatım
Yeni yorum ekle