“Siyaset Cambazhanesinin Cazgırı” Erkal Zenger

Kültür

“Siyaset Cambazhanesinin Cazgırı” Erkal Zenger

15 Başbakan ve 8 Cumhurbaşkanını Seslendirdi

Röportaj: MURAT ÖZSOY - 1996 Mayıs

 

Erkal Zenger (1934-2003)… Başkentin tanınmış ses sistemleri teknisyeni ve siyasi liderlerin vazgeçemediği tanıtımcısı. DTCF Coğrafya Bölümü’nü bitirdi. 1958’den beri meydanlarda, salonlarda 15 başbakan ve 8 cumhurbaşkanı için seslendirme yaptı. Guiness Rekorlar Kitabı’na başvurdu. Ancak böyle bir kategori olmadığı için rekorlar kitabına giremedi. Umudunu yitirmedi. “Siyaset Cambazhanesi'nin Cazgırı” kitabını yazdı. “Siyasetten iğrendiği için” siyaseti bırakıp televizyonda müzik programları yaptı. Eşi ile iki kere evlendi, iki kere boşandı…

- Siyasetçilerin sunucusu olduğum için cambazlıkların hepsine çok yakından şahit oldum…

- Ankara Hacıbayram’da 1.Şube vardı, orada eşek sudan gelene kadar bir temiz dayak yedik Cumhurbaşkanı Celal Bayar sayesinde. O temiz dayakla birlikte de siyaset cambazhanesine adımımızı atmış olduk…

- Siyasetin kendini bir düzene sokması lazım. Biri bankayı tokatlayıp kaçıyor, öteki antika kaçırıyor, beriki vergi vermiyor. Kimi siyasetçinin ise hırsız, arsız, ahlaksız, şerefsiz olduğunu başbakanlar da biliyor ama onların da işine geldiği için ses çıkarmıyorlar. Kısacası, kabahatin büyüğü dükkânların camlarını kıran varoş gençlerinde değil, devletin soyulmasına göz yuman yöneticilerde…

- 1988’de Kartal Demirağ’ın Başbakan Turgut Özal’a iki el ateş etmesinden sonra Bakan İmren Aykut’un ve gazetecilerin olduğu tarafa ateş edenlerin çoğu milletvekiliydi. O sırada ben çıktım, anons ettim salona, ‘Yatın… Ateş etmeyin!’ diye, herkes ateşi kesti. En az 50-60 kişi panikte ölecekti. Paniği önleyip insanların hayatını kurtardım diye Özal bana altın kaplama tabanca hediye etti…

 

- Kitabınızın adını neden “Siyaset Cambazhanesi’nin Cazgırı” koydunuz?

- 38 yıldır meydanlarda siyasetçileri halka sundum. Hani cazgırlar ortaya çıkar, pehlivanları anons ederler, “Şu pehlivanın şu huyu var, bu pehlivanın bu huyu var! Şu pehlivan şöyle şöhrettir, bu pehlivan böyle şöhrettir!” diye. İşte ben de siyasetçilerin sunucusu olduğum için cambazlıkların hepsine çok yakından şahit oldum. Siyaset baştan aşağı bir cambazhaneye benziyor. Palyaçolar var, yağcılar var, yalakalar var, şarkı söyleyenler var, eğlendirenler var.

- Kitabınızda “Gerçek yağcılar, size gönül borcum var! Siz olmasaydınız, bu kitap olmazdı. Bu destanı yaratan sizlersiniz!” diyorsunuz. Siyaset sahnesinde yağcılığın ulaştığı boyutları nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Siyasetçilerin yüzde 80’i yağcı. Mesela şu anda Başbakan Mesut Yılmaz’ın da etrafında bir torba yağcı var. Başbakan Tansu Çiller’in de etrafında vardı. Hatta mesela Esat Kıratlıoğlu için “Yağcılıktan Sorumlu Devlet Bakanı” nitelemesi yapılıyordu. Mesela Çiller Siirt’e gidiyor. Halk, başbakanın konuşmasından hiçbir şey anlamıyor ama yağcının biri kürsünün altında vatandaşa Kürtçe “Ben elimi kaldırınca siz şaplak vuracaksınız, elimi indirince susacaksınız!” diyor. Başbakan konuşuyor, yağcı elini kaldırıyor, konuşmadan hiçbir şey anlamamış vatandaş da elin kalkmasıyla tezahürat yapıyor. Yağcı da başbakana dönüp, “Efendim, bakın buradaki insanı bile nasıl etkilediniz. Siz bambaşka birisiniz, bir dehasınız, Türkiye için bir yıldızsınız, güneşimizsiniz!” diyor ve başbakanı yanıltıyor. Başbakan Adnan Menderes’in asılmasına neden olanlar da işte bu yağcılardır. Bunlara karşı durabilmek çok zor.

- “Siyasetten iğrendiğinizi” yazıyorsunuz. Neden?

- Siyaset öyle kokuşmuş hale geldi ki... Mesela, bir siyasetçi için “Bu adam şöyle karaktersizdir, böyle şerefsizdir!” diye yazılar yazılıyor. Adam cevap bile vermiyor. Çünkü o da biliyor kendisinin ne kadar karaktersiz ve şerefsiz olduğunu. Ama umurunda bile değil ki. Adam, Türkiye’yi soymaya, hırsızlık yapmaya devam ediyor. Kimi siyasetçinin hırsız, arsız, ahlaksız, şerefsiz olduğunu başbakanlar da biliyor, ama onların da işine geldiği için ses çıkarmıyorlar. Bir de dokunulmazlıkları var tabii. Milletvekilinin dokunulmazlığı fikirleri için olmalı. Yoksa onun, bunun ırzına geçecek, ama dokunulmazlığı olacak. Efendim milletvekili üç dönem daha seçilirse, ırzına geçilmiş şahıs da beklesin ki üç dönem bitsin de mahkemeye vereyim diye. Dolayısıyla Türkiye’nin her tarafı kamburlarla dolu… Türkiye’de siyaset cambazhanesinde korkunç bir kokuşmuşluk var.

- Siyaset ve hırsızlık döngüsünü sık vurguluyorsunuz?

- Bizim memleketimizde hırsızlık hep vardı. Cumhuriyetten önce de, cumhuriyetten sonra da... Yani padişahlar değişti, tarzımız cumhuriyet oldu ama değişmeyen tek şey hırsızların varlığı idi. Eskiden mesela şalvar giyiyordu, sonradan smokinli ve redingotlu oldu. Bugün bir seçim olsa, bir milletvekili adayının, 10 milyar ile yöresine göre 100 milyar arasında para harcaması gerekebilir. Bunun için de ya babadan kalma zengin olacak ya da havadan para kazanan biri. Sırf bu paranın hatırı için de parti, bunu listeye alıyor. Üç, dört tane parasının nereden geldiği belli olmayan adam ortaya çıkıp bir belediye başkanını destekliyor. Çok para pul sahibi adamların desteklediği insanlar da genellikle biraz namus kavramı gevşek olan, memleketini kolayca satabilecek nitelikte oluyor. Belediye başkanı olur olmaz da ilk iş olarak kendisini destekleyen üç, beş zengine kıyıları yağmalatıyor, peşkeş çekiyor.

- 1958’den beri siyasetçilerin çok yakınındasınız. Size göre en büyük yolsuzluklar hangi dönemlerde yapıldı?

- En çok yolsuzluk ANAP döneminde göze çarptı. Öncekiler hem hırsızlık yapıyorlardı, hem bir iş yapmıyorlardı. ANAP döneminde çok büyük iş yapıldı, büyük de yolsuzluk, hırsızlık oldu. Mesela Özal döneminde, Çankaya Belediyesi’nin kaldırımları belki elli kere yapıldı. Döşeniyor, bastın mı su, ta suratına kadar sıçrıyor! Altı ay sonra siyah taşları söktüler, pembe taş döşettiler. Ardından, pembe taşları söküp tekrar siyah taş döşettiler. Ankara’nın o güzelim eski granit taşları vardı. Melih Gökçek hepsini değiştirdi. Onlar yüz sene dursa bir şey olmazdı. Aldı onları, yerlerine beton döktü. Şimdi gidin bakın, yüzde 80’i eridi gitti. O güzelim granit taşların hepsi atıldı. Hâlbuki onların hepsi bir tarihi eserdi. Onlar söküldü, yerine her yağmurda çürüyen, dökülen uyduruk şeyler getirildi.

- Siz, görüldüğü kadarıyla, “siyaset cambazhanesi”nin pek de sözünü esirgemeyen bir aktörüsünüz. Bu açık sözlülük, “cambazhane” olarak nitelediğiniz siyasette geçerli kurallarla çelişmedi mi?

- İsteseydim bakan bile olabilirdim. Mesela Özal döneminde benim bir dediğim iki olmuyordu. Teşvikler yeni başlamıştı, turizm yeni başlamıştı. İsteseydim bugün trilyonluk olurdum. Ama ben hiçbir yerden rüşvet almadım. İşte bunun içindir ki, Turgut Özal’ı da Mesut Yılmaz’ı da devamlı eleştirirdik. Açık sözlü olduğumuz için istenmeyen adam oluyorsun, uzağa itiliyorsun. Ne olacak yani, Tansu Çiller’in yüz yatı olsa, bilmem ne kadar katı olsa ne fark edecek? Bir sürü insan ona beddua ediyor. Bir sürü insan Türkiye’de açken, açıkken, varoşların o beğenmedikleri insanları etrafa saldırıyorsa, bu, büyük çapta politikacıların ahlâksızlığından dolayıdır. Köyde ot yok, ocak yok. Ekiyorsun bir sene oluyor, iki sene ürün vermiyor. O da köyden göç edip gecekonduda üst üste yaşama savaşı veriyor. Ahlak kuralları şehirde temelli değişmiş. Televizyonlar ayrı bir ahlaksızlık kaynağı, insanımızı daima tüketime sevk ediyor. Devamlı fırınları gösteriyor, tatlıları gösteriyor, piliçler kızarıyor. Bizim insanlarımızın yüzde 70’i bunları hiç alamayacak durumda. Bana göre bunların hepsi vatana ihanettir.

- Siyasete ilk girişiniz nasıl oldu?

- 1958’de Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın konuşmalarını seslendirerek başladım. 1954’te ünlü gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ı 79 yaşında içeri atmışlardı, bütün ülke kaynıyordu. Öyle zamanlardı ki, Rus Sefareti’nin önünden bile geçsen, maazallah karşıdaki dilenci kılığındaki siyasi polis hemen seni “Komünisttir!” diye yakalatabilirdi. Öylesine korkunç bir dönemdi. Göl Gazinosu’nda komiklik yapıyordum. Diyordum ki, “Milletvekili seçilirsem, gazetecilerin serbest çalışmasını temin edeceğim.” Sahne arkadaşım Fikret de “Sen öyle diyorsun ama daha geçenlerde çok ünlü bir gazeteciyi apar topar hapse attılar. Ondan ne haber!” diyordu. Ben de, “O senin dediğin, gazetelere yazı yazanlar, biz gazete satıcılarının serbest çalışmasını temin edeceğiz!” diyordum. Cumhurbaşkanı Celal Bayar da aşağıda oturuyordu. Tabii, gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ı içeri attıran Celal Bayar’dı. Herkes de bunu biliyordu. Ben de öyle deyince bütün halk ayağa kalkarak Celal Bayar’a bakarak alkışlamağa başladı. Gazinodaki yedi, sekiz yüz kişi hep birden ayağa kalktı. Celal Bayar’ın yaveri koştu, “Şerefsizler, sizi şöyle yapacam, böyle yapacam!” dedi. Biz kaçtık, gittik. Ertesi günü beni yakaladılar. Ankara Hacıbayram’da 1.Şube vardı, orada eşek sudan gelene kadar bir temiz dayak yedik Celal Bayar sayesinde. O temiz dayakla birlikte de siyaset cambazhanesine adımımızı atmış olduk.

- İsmet İnönü ile de hayli anınız olsa gerek?

- İsmet Paşa ile 1972 yılında Olağanüstü Kurultay’da idik. CHP’liler Paşa’ya çok büyük ilgi gösteriyordu. Kıyamet alkışlar İnönü’yeydi. Buna rağmen kurultayı kaybetti. Bülent Ecevit genel başkan oldu. İsmet Paşa öğleden sonra ikinci konuşmasını yapıyordu. Eşi Mevhibe Hanım da Paşa’nın yanında oturuyordu. İsmet Paşa, “Türkiye’nin en büyük meselesi,” diye sözlerine başlamışken, tuvalete gitmek üzere kalkmış olan Mevhibe Hanım gözüne çarpınca, cümleyi “yahu bizim hanım nereye gidiyor?” diye tamamlayıverdi. İsmet Paşa o sıralarda bayağı yaşlanmıştı ama etrafındaki Kemal Satır gibi siyasetçiler İsmet Paşa’yı “Siyasete devam edin” diye yönlendirmeye çalışıyordu. Bu insanlar, artık yerine oturup tarafsız davranması gereken İnönü’yü etkileyerek olağanüstü kurultayda Bülent Ecevit karşısında mağlubiyetine sebep olmuştur. Olağanüstü kurultayda insanlar İsmet Paşa’yı ayakta alkışladılar ama gözyaşları içinde oylarını Bülent Ecevit’e verdiler. Hakikaten gözyaşları içinde verdiler. İnönü seçilemeyince de hepsi birden hüngür hüngür ağladı. Gazeteci-yazar Mete Akyol da ağlayanlardan biriydi. Düşünün ki bir tarih devriliyor. İşte, etraflarındaki insanların siyasetçileri olumsuz etkilemelerine en güzel örneklerden biri de budur. Hâlbuki İsmet Paşa çekilmeli ve onursal başkan olmalıydı. 1972’deki kurultayda aldığı bu yenilgi İsmet Paşa’nın siyaset hayatının sonu oldu.

- Bülent Ecevit’i “Tüm dönemlerin en güzel konuşmacısı” olarak niteliyorsunuz. Meydanlardaki o atmosferi anlatabilir misiniz?

- Ecevit meydanlara çıktığı zaman yüz binleri topluyordu. Bugün en büyük mitingde 20 25 bin kişi oluyor. Ama Ecevit meselâ bir Adana mitinginde, bir Mersin’de en az 70-80 bin kişi, kimi kez 100 bin kişi topluyordu. Yollarda insanlar otobüsün önüne atlıyordu. Ecevit’i görebilmek için, sahiden atlıyordu otobüsün önüne. En az elli kere kaza atlattık. Adam fırlatıp atıyor kendini otobüsün önüne, “Feda olayım, yolunda öleyim!” diye. Çok kalabalıklar topluyordu. Ecevit, tabii dürüst adam. Kendisi siyaset cambazlığı yapmazdı. O mitinge gelmezden evvel etrafına toplanan siyaset cambazları Ecevit’in halka katiyen söylemeyeceği şeyleri söylerlerdi. Hiç unutmuyorum bir keresinde, Çankaya’da bir kahve toplantısı yaptılar, kapıcıları topladılar. Ben de gittim ses tesisatı kurdum. Ecevit gelmezden evvel, o cambazlardan biri çıktı ve aynen şunları söyledi: “Kapıcılar, sizler bu memleketin en has adamlarısınız. Siz, kazan dairesinin yanında altı metrekarelik bir odacığa sığışıp üç, dört tane çocuk büyütüyorsunuz. İşçiyi de, askeri de memlekete veren sizsiniz. Yukarıdakiler de 150-200 metrekare bir dairede oturuyor. Bir karı koca, bir çocuk. O çocuk da bir işe yaramaz, altında bir araba Bağdat Caddesi’nde yarış ediyor. Ama pazar günü seçim var, bugün son gün. Bugün gidin, müracaat edin. Kapıcılara, apartmanda beğendiği daireyi seçimi kazanınca, hemen pazartesi günü vereceğiz!” Ama Ecevit böyle şeyler yapmazdı tabii.

- Süleyman Demirel’le ilgili anınız var mı?

- Demirel’le 1976 yılında çalışmaya başladık. Bir gün Menemen’e gittik. Menemen’in girişinde bir dana yatırmışlar kurban kesmek için. Dana da büyük, yağız bir hayvan. Demirel’in ekibinde de Kaya diye biri vardı. Kaya şimdi Sabah gazetesinin idari işlerine bakan şişman biri. Kaya da çok şakalar falan yapardı. Süleyman Bey böyle fazla cıvık adamları pek sevmezdi ama Kaya’nın basınla ilişkileri iyi diye sesini çıkarmıyordu. Kaya, otobüsün önüne çökmüş, ayakkabısının fermuarını çekmeye çalışıyordu. Bir yanda davul zurna çalıyor, bir yanda anonslar yapılıyor, öte yanda tekbir getiriyorlar. Kasap da elini dananın kafasına sürüyor. Süleyman Bey otobüsün önünde şapkasını halka sallıyor. Böyle heyecanlı bir anda kasap bir yandan “Allahu Ekber, Allahu Ekber” derken eliyle de dananın kafasını sıvazlıyor. Kalabalık, itiş, kakış derken kasap farkına varmaksızın, dananın hemen yanında oturan Kaya’nın kafasını sıvazlamaya başladı. Ben içerde Süleyman Bey’e bunu anlattım. Süleyman Bey de güldü, “Kasap demek ki danayla Kaya’yı karıştırmıştır. Kasap danayı bırakıp da Kaya’yı keserse ses etmeyelim!” deyiverdi.

- Ya Necmettin Erbakan?

- 1974 yılıydı. Erbakan’la Mardin’e gittik. Mitingde öğrenciler “Yobaz Erbakan, yobaz Erbakan!” diye tempo tutuyorlardı. Erbakan onları polise kovalattırdı. Ardından, ikinci bir grup bir evin balkonundan yine “Yobaz Erbakan, yobaz Erbakan!” diye bağırdı. Güvenlik kuvvetleri onları da kovaladı. Ama Erbakan çok sinirlendi. Tüm miting boyunca, bir yandan konuşuyor, bir yandan da gözüyle tempo tutanları araştırıyordu.

- Duvarda Arafat’ın imzalı bir fotoğrafını görüyorum. Yabancı liderlerle de anılarınız var mı?

- 1990’da İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher gelmişti. Gelibolu’da konuşma yapacaktı. İngilizlerin ses tesisatı bozuldu, uğraştılar yapamadılar. Ben o zaman koştum, bizim üç yüz metre ötedeki tesisattan iki hoparlör, bir amfi getirdim. Kabloları taktım, tesisatı hazırladım. Thatcher’in konuşması bittikten sonra Avustralyalı gazeteciler İngiliz başbakana dönüp “Eşiniz elektronikte ne kadar bilgili imiş!” dediler. Başbakan Thatcher önce anlamadı, sonra “Bu centilmen mi? O, kocam değil, Özal’ın tanıtımcısıdır.” dedi. Avustralyalı gazetecilerin beni Thatcher’in kocası sandığını duyan İngiliz gazeteciler gülmekten yerlere yattılar.

- Kitabınızda Başbakan Turgut Özal’a playback yaptırdığınızı söylüyorsunuz?

- Özal rahmetli, boğazına çok düşkündü. Bir şehirde uzun uzun konuştu. Ben de biliyorum acıktığını, gittim taze ekmeğin içine köfte yaptırdım, domates, biber kızarttırdım. Turgut Bey konuşmayı yaptı, indi aşağıya, otobüsün önüne oturdu. Fakat halk bir türlü bırakmıyor. Ben Özal’a ekmek içine köfteyle biber koydum. Özal yiyor, halk bağırıyor, Özal’ı istiyor. Ben Özal’a, “Siz sol elinizle mikrofonu tutun, sağ elinizi sallayın, bu arada da köftenizi yiyin, ben konuşurum” dedim. Yere eğildim, ikinci mikrofondan “Merhaba, merhaba, nasılsınız, teşekkür ederim, balkondan el sallayan hanımlar, sağ olun…” dedim sanki Özal’ın sesi imiş gibi. O sırada Özal köfte ekmeği bitirmiş, dedi ki “Hüseyin köfte ver!” Elindeki mikrofon da açıktı. Ben hemen, “Aman başbakanım, siz konuşmayın!” dedim. Yani, böylece ilk defa bir başbakana playback yaptırmış olduk.

- Siz 1988 ANAP Kongresi’nde Başbakan Turgut Özal’a yapılan suikast girişimini yaşadınız. Böyle bir suikastı Kartal Demirağ’ın tek başına planladığına inanıyor musunuz?

- Esasında planlamaya bile lüzum yoktu zaten. Türkiye’de başbakanlık korumalarının hepsi çok zayıf… Bugün kafası çalışan birisi istese başbakana bile suikast yapabilir. Çünkü hiçbir disiplin yok. Ayrıca, Türkiye’nin o dönemde en büyük partisi olan Anavatan Partisi tam bir başıbozukluk içindeydi. Mesela, salona girişte, saat 11’e kadar arama yaptırdık biz. 11’de Mustafa Taşar geldi kendi adamlarıyla beraber. Kapıdaki polislere bir bağırdı, “Ne karışıyorsunuz siz!” diye... Kapıdaki polisler de bu hakaretten sonra “Açın kapıyı, insanlar girsin!” diye kapıları açtılar. Çiçekçiler de dâhil, herkes hiç aranmadan salona girdi. Kartal Demirağ da o sırada girmiş salona. Milletvekillerine önceden, “Silah sokmayacaksınız salona” denmişti. Kimse dinlemedi ve milletvekillerinin hepsi silahlarıyla girdi içeri. Nitekim Kartal Demirağ’ın Özal’a iki el ateş etmesinden sonra Bakan İmren Aykut’un ve gazetecilerin olduğu tarafa ateş edenlerin çoğu milletvekiliydi. O sırada ben çıktım. Anons ettim salona, “Yatın… Ateş etmeyin!” diye, herkes ateşi kesti. En az elli, altmış kişi panikte ölebilirdi. Paniği önleyip insanların hayatını kurtardım diye Turgut Özal bana bir altın kaplama tabanca hediye etti.

- Siyasetin “cambazhane” olmaktan çıkması için ne yapılmalı?

- Türkiye’de siyaset tıkanmış. Politikacılar üç, dört sene dişini sıkacak ve hırsıza, arsıza bir “Dur!” diyecekler. Birisi çıkıyor, “Babamdan 400 bin lira kalmıştı, şimdi şu kadar trilyon oldu.” diyor; ona kimse hesap sormuyor. Mesut Yılmaz KDV’yi artırmaya çalışıyor. Oysa Türkiye’de binlerce kalem var ki faturasız işlem görüyor. Dolayısıyla siyasetin kendini bir düzene sokması lazım… Biri bankayı soyuyor, tokatlayıp kaçıyor, öteki antika kaçırıyor, beriki vergi vermiyor. Gençlerimize ümit verebilmemiz lazım. Kısacası, kabahatin büyüğü dükkânların camlarını kıran varoş gençlerinde değil, devletin soyulmasına göz yuman yöneticilerde...

 

Röportaj: MURAT ÖZSOY - 1996 Mayıs

Yorum

Cevdet (doğrulanmamış) Pt, 14 Temmuz 2025 - 20:40

Varlığından bugüne kadar şahsen hiç haberdar olmadığım Erdal Zenger beyefendi ile yapılan röportajı büyük ilgi ile okudum. Röportaj 25-30 yıl önce yapılmış olsa da, bugün için bile geçerli olan ibret verici şeylerin söylenmiş olması çok hüzün verici.
Yazarı bu değerli yazısı için kutluyorum.

Yalçın Ilgaz (doğrulanmamış) Sa, 15 Temmuz 2025 - 18:14

Türkiye’de ki siyasilerin birçoğu ile mesleği gereği tanışmış olan ilginç bir kişilik.. Başarılı bir röportajla değişik bir perspektiften döneme tanıklık eden Zenger beyi kayıtlara geçiren Murat beyi tebrik ederim.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.