AYAKKABI_Tarihi_VI_ Hikâyelerle Ayakkabı

Sanat

AYAKKABI_Tarihi_VI_ Hikâyelerle Ayakkabı

 

Ayakkabının oluşum, gelişim evrelerini anlatmış ve ayakkabı da topuğun hangi maksatla,hangi hizmete cevap vermek için geliştiğini örnekleriyle bir önceki bölümlerde hikâyeleriyle, rivayetleriyle ifade etmeye çalışmıştık. Velhasıl ayakkabı da topuğun Fransa’ya dolayısıyla batıya gelişi bir vesileyle gerçekleşmişti.

Ayakkabı modası Romalılar tarafından başlatılmıştır. Bizans İmparatorluğu Roma ayakkabılarını hemen hiçbir değişiklik yapmadan kullanmıştır. Bizans’ın ayakkabı modasına en büyük katkısı, ayakkabılarda görkem ve ince işçilik olarak kabul edilmektedir.Helenler gibi evlerin de çıplak ayakla gezinen Romalıların zengin bir ayakkabı kültürü olduğu bilinmekteydi. (Ceyhun Berkol,Helen, Roma ve Bizans Ayakkabılarının Moda Tarihi Üzerindeki Etkileri )

Ayakkabı da topuk modası ya da uygulaması birçok şekilde tarihte kullanılmışsa da bilinen rivayetlere göre Avrupa, dolayısıyla Fransa’ya gelişi ve aristokrasinin topukla tanışması, kadınların, şıklığının bir göstergesi, modanın olmazsa olmazı, birçok kadının vazgeçemeyeceği bir tutkusu haline dönüşen topuklu ayakkabı 1533 yılında Floransa’nın ünlü ailelerinden birinin kızı olan müstakbel Fransa Kraliçesi CetherineMedici’nin,geleceğin Fransa Kralı olacak olan Orléans Dükü 2.Henry ile muhteşem düğününde giymesiyle olduğu söylenegelir. Cetherine için üretilen özel kalın tabanlı ayakkabılar sayesinde, bir moda akımı başlamış o gece sonrasında birçok kadın tarafından bu moda taklit edilmişti.

Aristokrasinin teveccüh ettiği muhteşem düğün ile topuklu ayakkabı da rivayete göre Fransa’da görücüye çıkmış ve hemen kabul görmüştü. Ancak topukluların daha çok görülmeye başlaması biraz daha sonra 1600’lerin başına denk gelir. Öncelikle erkekler daha erkeksi ve sert olmak için topuklu giyerken,kısa süre sonra da kadınlar erkek modasına özenerek erkek ayakkabısı yani topukluları giymeye başlamıştı.

Kral 8. Henry ve idam edilen ikinci eşi Anne Boleyn'in kızı, Tudor Hanedanı'nın beş hükümdarının sonuncusu 1558'den 1603'teki ölümüne kadar 45 yıl boyunca İngiltere ve İrlanda kraliçesi olan ve devletinin bekasını düşündüğünden hiç evlenmediği söylenen ama çocukluk aşkı olan Robert Dudley’ide hiç unutamayan hatta ölüm döşeğinde bile elinde Robert Dudley’ in kendisine yazmış olduğu mektubun bulunduğu rivayet edilen ve bu özelliğinden dolayı ‘’Bakire Kraliçe’’ olarak da bilinen Kraliçe 1.Elizabeth (1533 - 1603),  (wikipedia.org/wiki/I._Elizabeth ) daha erkeksi görünmek için topuklu ayakkabı giydiği bilinir. (www.diken.com.tr/topuklu-ayakkabinin-sasirtici-tarihi-kadinlar-icin-icat-edilmedi). Elizabeth’in topuklu giymesinde ki amaç tabi ki güçlü görünme isteğiydi. Bu isteğin temelleri;

Antik Yunan’da kothorni adı verilen, tiyatro oyuncularının sahnede daha görkemli görünmek için kullandığı yüksek tabanlı (platform benzeri) ayakkabılar Yunan trajedisinde tanrıları, kahramanları canlandıran aktörlerin, seyircinin gözünde daha heybetli bir figür oluşturmak amacıyla giymesi kültürel olarak onaylanan bir yöntemdi. 

.

Benzer şekilde Roma döneminde de kalın taban veya yükseltilmiş sandaletlerin izleri görülür. Bu dönemde ayakkabılar zaman zaman sosyal statüyü yansıtan bir simge olarak da kullanıldığından, taban yüksekliği zenginliği ve itibarı işaret edebiliyordu. Tüm bu örnekler, topuk kavramına giden yolda erken dönemde yer alan “yükseltilmiş ayakkabı” fikirlerine işaret ediyor. Her ne kadar bugünkü anlamıyla ince veya bildiğimiz bir topuğa benzemese de insanlığın yerde yükselme ihtiyacının oldukça köklü bir geçmişi olduğu açık.

Orta Çağ boyunca ayakkabı konusunda büyük bir çeşitlilik yoktu ve genelde koruma amacıyla, dayanıklı malzemelerle üretilen düz modeller revaçtaydı. Fakat yüksek taban veya topuk fikrinin bir başka adımı, özellikle askerî ve binicilik amaçlarında karşımıza çıktı. At sürenlerin ayağının üzengide kaymasını engellemek için topuk bölümü yükseltilmiş botlar kullanılmaya başlandı. Bu tür ayakkabılar, topuğa eklenen belirgin bir çıkıntı ile ayağın sabit durmasına yardım ediyordu. Böylece topuk bir bakıma savaş ve askeri disiplinle, hatta maskülenlikle de özdeşleştirildi.

Başlangıçta topuklu ayakkabılar kadınların değil erkeklerin ayağındaydı.Ancak etrafındaki erkek güçlerinden geri kalmayan Kraliçe 1.Elizabeth, kısa sürede kendine bir çift topuklu ayakkabı alır ve şu meşhur sözü söyler. "Zayıf ve güçsüz bir kadının bedenine sahip olabilirim, ama bir kralın yüreğine ve midesine sahibim..

Topuklu ayakkabılar onun yükselişinin simgesiydi, onu tam anlamıyla yerden kaldırıyordu.( www.bbc.co.uk/programmes//nine-show-stopping-facts-about-high-heels)Tarihi gelişimi içerisinde ayakkabı da topuk, heybetli, güçlü ve ihtişamlı görüntü vermesi, statü sahibi olmayı ve güçlü, erkeksi bir tavır göstermesi sayesinde kadınlarında tercih sebebi olmuş ve bu bağlamda Kraliçe Elizabeth’de güçlü görünmek adına topuklu ayakkabı giymişti.

Kraliçe 1. Elizabeth erkeksi ya da güçlü görünebilmek için sadece topuklu ayakkabı giymedi. Topuklu ayakkabı giyerek görünüşte erkeksi bir hava vermiş olabilir ancak 1. Elizabeth yürekli bir komutan edasıyla 1588 yılında İspanya’nın İngiltere’yi işgal etmesi için gönderdiği yenilmez bir armada’yı yani en yeni, en büyük savaş gemilerinden oluşan muhteşem donanma İngiltere’yi işgal etmesine çok az kala,1.Elizabeth, Tilbury'de toplanan askerlerinin karşısına Beyaz bir elbise ve gümüş bir göğüs zırhı giymiş olarak çıkar ve cesaretlendirici bir konuşma yaparak biraz önce yukarıda yazdığımız o ünlü söylevini askerlerine aktarır. Sonuç; tabi ki yenilmez İspanyol Armadası darmadağın olarak geri çekilir. (https://www.britannica.com/summary/Elizabeth-Is-Achievements)Demek ki liderlik böyle birşey. Cesurca memleketinin lideri olmak, gerektiğinde ordunun başına kahraman bir komutan olarak çıkmak için testosteron hormonu salgılayan organa gerek yokmuş, illaki de olması gerekmiyormuş. Olanları da gördük, sadece hormon salgılayan, virtualimage yani zahiri bir görüntüsü olan şeklen bir organ.

Topuklu ayakkabıların asıl büyük patlaması 17. yüzyılda, Avrupa aristokrasisi içinde olmuştur. Bu dönemde, özellikle Fransa’da topuklu ayakkabılar bir statü sembolü haline gelmiştir. Fransa Kralı 14. Louis’nin kırmızı tabanlı topuklu ayakkabıları, bu modanın en belirgin simgesi olmuştur. 14. Louis, sadece soyluların ve saray mensuplarının kırmızı topuklu ayakkabı giymesine izin vermiştir. Bu, topuklu ayakkabıların sosyal statü ve güçle nasıl ilişkilendirildiğinin en önemli örneklerinden biridir.

.

Kral 14. Louis’nin kırmızı tabanlı ayakkabıları, bugün hala Louboutin gibi ünlü el yapımı kadın ayakkabı markalarının ilham kaynağı olarak kabul edilmektedir. 14. Louis, topuklu ayakkabıları yalnızca bir moda aksesuarı olarak değil, aynı zamanda bir siyasi güç aracı olarak kullanmıştır. Topukların yüksekliği, kişinin kraliyet sarayındaki konumunu gösteriyordu; daha yüksek topuklar, daha yüksek bir sosyal statünün sembolüydü. (www.yurdakulgurol.com/topuklu-ayakkabinin-icadi-tarihi-ve-modern-modadaki-yeri/)

1700'lü yıllarda Fransa Kral'ı 14. Louis bir emirle, kendisinden daha yüksek topuklu ayakkabı giyilmesini yasakladı. 1700'lü yılların sonuna doğru ise; Napolyon'un eşitliğine göre artık kimse topuklu ayakkabı giymeyecekti. (www.nevzatonay.com/blog/icerik/topuklu-ayakkabinin-hikayesi)14. Louis, topuklu ayakkabıları bir güç ve statü simgesi olarak benimsedi. Kral, sadece kendisi ve saraydakilerin belirli yükseklik ve renklerde topuklu ayakkabı giymesine izin vererek, topuklu ayakkabıları bir tür sosyal hiyerarşi aracı haline getirdi. Bu dönemde topuklu ayakkabılar, zenginlik ve ayrıcalığın bir göstergesi olarak kabul ediliyordu.

Fransa'nın en uzun süre tahtta kalan kralı 14. Louis ve saray mensuplarının tercih ettiği topuklu ayakkabılar, bugünkülere göre çok daha hantal formda olsalar da hem erkek hem de kadınlar için bir statü ve zenginlik temsiliydi. Yaygın inanışa göre, Güneş Kral olarak anılan 14. Louis, 162 cm boyunda idi ve ekstra yükseklik için bugünkü topuklu ayakkabılara göre nispeten daha kısa olan bu ayakkabıları giymeyi severdi (https://shoemol.com/tr/blog/ayakkabi-modelleri/stilettolara-ilk-adim-kedi-topuklular)

 

Aydınlanma Çağı’nın entelektüel ortamı, erkeklerin moda anlayışını değiştirmiştir. Bu dönemde, lüks ve moda anlayışı rasyonelleşmiş ve pratik ön plana çıkmıştır. Bu anlayış, erkeklerin giyim tercihlerinde belirgin bir değişime neden olmuştur. 18. yüzyılın sonunda, tarihe “Büyük Erkek Feragatnamesi” (Great Male Renunciation) adıyla geçen fenomen ortaya çıkmıştır. Bu önemli fenomen; erkeklerin süslü, mücevherli, parlak renkli giysiler ve topuklu ayakkabı giymelerinden vazgeçmeleri anlamına geliyordu. Durum böyle olunca yapılacak tek bir şey kalıyor ve 1740’a gelindiğinde ise erkekler topuklu ayakkabı giymekten tamamen vazgeçiyorlardı. (https://www.diken.com.tr/topuklu-ayakkabinin-sasirtici-tarihi-kadinlar-icin-icat-edilmedi/

18.yüzyılın ayakkabı tarihine sirayet eden olay, erkeklerin artık kadınsı olarak görülen yüksek topuklu ayakkabılar giymeyi bırakmalarıydı. Bu, diğer yüzyıllardan ayrışma sebeplerinden biri olarak kabul edilebilecek bir olaydır. Çünkü 18.yy’a kadar hem kadınlar hem de erkekler topuklu ayakkabılar giymekteydiler. 18.yüzyılda erkek ayakkabılarının topuk boyu küçüldükçe, kadın ayakkabılarındaki topuk boyu daha yüksek ve daha dar hale getirilmiştir.( https://www.soylentidergi.com/bir-statu-gostergesi-olarak-xviii-yuzyil-ayakkabilari-ve-aydinlanma-cagi/ )

Kadınlarda yüksek topuk ya da yüksek platformlu ayakkabı modası bir hayli önce başlamıştı. Rönesans dönemine yaklaşıldıkça modada gösterişin önem kazandığı, özellikle soylu kadınlar arasında yüksek platformlu ayakkabılara yönelim olduğu görülür. Venedik’te ‘’chopine’’ adı verilen ve bazen 50-70 cm’ye varan yüksekliğe sahip platform ayakkabılar dikkat çeker.

Bu ayakkabılar çoğu zaman elbiselerin çamur ve kirden korunmasına da hizmet ediyordu. Bu, topuğun veya yükseltilmiş tabanın “kadın giyimine” uyarlanan versiyonlar olarak göze çarpması açısından kritik bir geçiş dönemidir. Chopine giyen kadınlar, yürüme güçlüğü nedeniyle sık sık hizmetçilerinden yardım alır, bu da chopine’in daha çok elit tabakanın lüks bir gösterisi olduğu izlenimini pekiştirirdi. (www.getchostore.com/blogs/getcho-ayakkabi-canta-blog/topuklu-ayakkabinin-tarihi)

Chopine yüksek topuklu ayakkabı giymek nasıl ki bir zenginlik, lüks göstergesi sayılıyorsa çok yıllar önce Çin’de giyilen ve aynı şekilde zenginliğin, lüksün bir göstergesi sayılan küçük ayak modası için ayakların daha bebeklikten itibaren sarılarak küçük kalması ve o küçük ayağın sığabileceği ünlü Lotus ayakkabıları da chopine gibi algılanıyordu. ( Cavit Polat, Nesrin Güllüdağ, Türk Kültüründe Geleneksel Ayakkabı Sanatı, Hiper Y., 1.Baskı, İstanbul, 2020)

.

16.yüzyılda Chopin adı verilen nalınlar Venedik’te moda olmuş ve bu ayakkabıların çıkış noktası bazı kaynaklar da Roma, Bizans olduğu söylense de Chopinlerin çıkış noktası Osmanlı hamamlarında kadınların kullandıkları tahta nalınlardı. Venedik ayakkabıları olarak bilinen Chopin’in en büyük özelliği taban yüksekliklerinin elli santimetreyi geçmiş olmasıdır. Soylu kadınlar arasında statü sembolü olan Chopinler 16.yüzyılda evlenecek genç kızların çeyizlerine mutlaka konulmuştur (www.footwearhistory.com)  Chopine’lerin tabanları Venedik’te iyice sınırları zorlamış ve 75 cm’e kadar yükselmişti. En az iki kişinin yardımıyla giyilebilen bu ayakkabı sadece üst sınıfa mensup insanlar bu tarafından kullanabilmiştir. (https://www.soylentidergi.com/bir-statu-gostergesi-olarak-xviii-yuzyil-ayakkabilari-ve-aydinlanma-cagi/ )

Sosyete mensubu kadınlar, oldukça yüksek topuklu ayakkabılarını giydiklerinde yanlarında yardımcıları olmadan dışarı çıkmazlardı. Söz konusu ayakkabılar, birçok kazaya sebep olduğu için Venedik Kanunları tarafından yasaklanmıştı.

.

On beşinci yüzyılda ise erkekler, eşlerinden "chopine" adlı bir ayakkabı giymelerini isterken bu düşüncelerinin altında aslında bir güvensizlik, bir çaktırmadan evdeki hanımlarının ayaklarına chopine adı altında görünmez bir pranga takmak olduğu söylenegeliyordu. Bu ayakkabıların görünümlerinden dolayı değil, eşleri başka birine kaçmasın diye giymelerini istiyorlardı.Bu ayakkabılar görünürde ama gerçeği inkâr etmemek adına gerçekten de zenginliğin bir alamet-i farikası olarak tanımlanıp zenginliği gösterirken bazı aşırı kıskanç beyler eşini evde tutabilmenin yolunu, eşlerinin bu kullanımı hiç de rahat olmayan, hareket etmek için dahi, yardıma gereksinim duyulanbu ayakkabıları eşlerine giydirerek, giymelerini teşvik ederek evden kaçmalarını önleyeceklerini düşünüyorlardı. Ya da hiç olmazsa Venedik’li kadınların da Türk kadınları gibi sokağa daha az çıkmaları sağlanıyordu. Venedikli erkeklerin aslında ayakkabı almayı Türk erkekleri gibi çok da sevmediklerini ancak yukarıda belirttiğimiz kaygılardan dolayı yüksek topuklu chopine’lere bir hayli teveccüh gösterdiklerini söylesek çok da abartmamış oluruz.

.

Evden kaçmaları engelleyebilmek için bu oldukça yüksek topuklu Chopine’ler o dönem erkeklerin kadınlarını evde tutabilmenin bir sigortası ya da ayaklarına bağlanmış bir pranga misali bir engel vasıtası gibi düşünülebilir. Ancak benim minik bir itirazım olacak gibi.

O dönem bu formda bir ayakkabıya sahip olmak bir zenginliğin göstergesiydi.Varlıklı, evi konağı olan evlerin beyleri, eğer ki Osmanlı topraklarındaysa mutlaka zengin bir paşa, ilmiyeden, bürokrasiden, zengin tüccar sınıfından biri olman gerekir, eğer ki Avrupa’da yaşayan bir kişi ise ve daha çok Venedik gibi zengin memleketlerde bu ayakkabılar moda olduysa kesinlikle zengin aristokrat sınıfından ya da kraliyet ailesi ile yakın teması olan kontlar, dükler, markiler vb. gibi üst sınıftan soyluların mekânlarında yaşayan kadınların giydiği, sahip olduğu bu ayakkabıları giyenler neden bu yaşam standarttı en yüksek olan mekânlardan kaçmak istesin ki?

Zannedersiniz ki bu chopine’leri giyen kadınlar güneşin altında İtalya’nın kuzeyinde ki Po Ovasında gün boyu burçak tarlasında hasat yapıyorlar ya da Alp dağlarında sanem keçilerinin peşinde Peter’le birlikte Heidi gibi çobanlık, Sicilya’nın sarp yamaçlarında ellerinde uzun sırıklar zeytinlikler de o sıcakta zeytin hasadı,Tiber nehrinin suladığı sıtma yapan anofel sivrisineklerinin gökyüzünü kapladığı, bellerine kadar suyun içinde çeltik tarlaların da bacaklarına yapışan onlarca sülükle mücadele edip pirinç hasadı ya da Toskana’nın bağlarında büklüm büklüm yollarında iki kuruş paraya, boğaz tokluğuna bağ bozumunda ayaklarıyla üzüm ezip şarap yapıyorlar ve artık bu yaşanası olmayan ortamdan kaçmak için chopinelerini akşamdan hazırladıkları bohçalarına koyup gecenin ilerleyen saatlerinde kontun, lordun uykuya geçtiği bir zamanda sevdiğinin beyaz atla geldiği pencerenin altından, atın arkasına atlayıp uzaklara kaçmaya çalışacaklar. Zannedersin ki kontes, barones ya da markiz Şarkışla ‘nınSivrialan köyünde bir katlı kerpiç köy evinde yaşıyor. 

.

OVenedik saraylarında chopine’leri giymek için ne canlar atılıyor, ne atraksiyonlar çevriliyordu.O saraylarda yaşamanın bir simgesi olan chopine’lere sahip olmak tüm genç kadınların hayallerini süslerken nereye ve niçin kaçacaklar ki? O çağda karanlık Avrupa’nın salgınlarla her gün vebadan binlerce insanın öldüğü, açlıktan dilencilik seviyesine düşüldüğü, sağlıksız koşullardan yetersiz beslenmeden çoluk çocuk ma aile perişanları oynarlarken, her gün kadınların cadı diye diri diri köy meydanlarında yakıldığı bir yerde, aklı olan kadınlar değil o chopine’ler ile kaçmaya teşebbüs etmek, beylerinden daha yüksek, olabildiğince daha yüksek topuklu chopine’ler isterler ki, kaçamaya tevessül etmeyeceklerinin, Venedik saraylarına sıkı sıkıya sarılmalarının bir göstergesi,sigortası olsun.(

.

Saraydan kaçmaya değil, sarayda kalmaya yarayan en önemli bir gerekçedir o yüksek topuklu chopine’ler. Sarayda yaşamanın garanti belgesi, uzun yıllar o sarayda yaşamayı taahhüt eden birer kontrat belgesi gibi değil midir o chopine’ler? Ne kadar yüksek topuk o kadar çok uzun yıllar sarayda yaşamanın sırrı.

Topuk güç, asalet ve zenginlik mesajını tek seferde verebilen görsel bir öğeydi. Yine de ilerleyen yıllarda erkek modası sadeleşmeye yüz tuttuğunda, topuklu ayakkabılar kadın modasında daha çok kalıcılaştı. 18. yüzyılda, Fransız İhtilali’nden hemen önce sarayda hâlâ yükseklik ve gösteriş revaçtayken, ihtilal sonrasında düz veya daha sade modeller ön plana çıktı. Çünkü aristokratik bir simgeye dönüşen abartılı topuklar, devrimci ideallerle pek bağdaşmıyordu. (www.getchostore.com/blogs/getcho-ayakkabi-canta-blog/topuklu-ayakkabinin-tarihi-gecmisten-gunumuze-uzanan-zarif-bir-yolculuk)

1740 yılında erkek ayakkabılarında kısa ve geniş ökçeler moda olmuştu. Süslemeler için kullanılan farklı malzeme ve tokalar işçilikteki kaliteyi arttırmaktaydı. Ayakkabılarda kullanılan aksesuarlar, bu dönemde ayakkabıyı giyen kişinin sosyal statüsünü ve zenginliğini gösteren özelliklerden biri durumundaydı Ayakkabılarda aksesuar olarak o kadar çok değerli taş ve mücevherler kullanılmıştır ki ayakkabılar adeta yürüyen bir mücevher kutusuna benzetilmiştir.

 

1774 yılında, Fransız Kralı 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoniette lüks düşkünü ve savurgan yaşam biçimiyle sevilmeyen kişiler ilan edilmişler ve onların bu savurgan tutumu tarihte Fransız ihtilalinin başlangıcını hazırlayan nedenler arasında gösterilmiştir.

 

1791 yılında Fransız Devrimiyle beraber, ayakkabı stillerinde de değişim rüzgârları esmeye başlamıştır. Yüksek ökçe ayakkabılar bu dönemde artık kullanılmamıştır. Ayakkabı stillerindeki bu değişiklik insanlar arasındaki sosyal statü ve ekonomik sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Kullanılan aksesuarlarda şaşalı toka, taş ve mücevher kullanımı kalkmış ve bunun yerine sade kordon ve şeritler kullanılmaya başlanmıştır. (Kaynak: İmre, M. (2011). "Tarihsel Gelişim İçerisinde Moda, Ayakkabı ve İnsan İlişkileri” Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tekstil ve Moda Tasarımı Anasanat Dalı Tekstil Ve Moda Tasarımı Programı, Yüksek Lisans Tezi. İstanbul.)

 

Fransız Devrimi sonrasında sosyal hayatın hemen her alanında olduğu gibi modada da farklı etkiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Birçok tasarımcı Fransa’dan İngiltere’ye gitmiş ve modanın merkezi değişerek Londra olmuştur. Bu tarihlerden itibaren Paris, kadın modasında stili belirleyen şehir, Fransa ise erkek modasının tasarım merkezi haline gelmiştir. Bu dönemde yaşanan Napolyon savaşının etkisiyle özellikle ayakkabılarda askeri tasarımlar göze çarpmaktadır. Özellikle İngiltere’de hemen her sınıftan insan sivil ya da asker olsun, yüksek kaliteli ve mahmuzlu çizmeler giymişlerdir. Kadınlar ise daha çok saten ve ipekten yapılmış olan, kurdele ile bağlanan iskarpinleri tercih etmişlerdir. Bu iskarpinlerin modası 1830 yılına kadar sürmüştür

 

Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen makineleşme ile ayakkabı sektörü de önemli ölçüde etkilenmiştir. Ayakkabı sayasının (derinin) tabana dikilmesi için makineler üretilmiş ve özellikle 1809 yılında ayakkabı dikiş makinesine ahşap mandal ilave edilerek tabanın dikilmesi kolaylaşmıştır. (Bossan, M, J.,(2007),The Art of theShoes, Chine: ChinePrinted,)

18.yy’in sonlarına doğru İsviçre’liShonewerd Amerika da ilk ayakkabı fabrikasını kurmuştur. 1820-50 arasında kadın ayakkabılarında ökçeli modeller eski önemini yeniden kazanmıştır. Erkekler için ise kibar ve sade bir şıklığa sahip bileğe kadar uzanan “bottinelaer” adlı formlar moda olmuştur. Kadınlar için ilk bot ise 1840 yılında İngiltere de Kraliçe Victoria için dizayn edilmişti.

 

Belçikalı ressam RenéMagritte tarafından yapılmış bir tabloda bir pipo imgesi vardır ve bu imgenin altında Fransızca ‘’Cecin’est pas unepipe’’ ("Bu bir pipo değildir" ) bir altyazı bulunmaktadır. Magritte'in bu tabloda arzu ettiği ana fikir, bir pipo imgesi gösteren resmin, her ne kadar gerçekçi olarak çizilip renklendirilmiş olursa olsun, gerçekten bir pipo olmadığıdır. İmge sadece bir gerçek temsilcisi olup bir gerçek değildir; yani gerçekten içi tütünle doldurup; yakılıp; tütün dumanı çekilebilecek bir pipo değildir.  Yani en basit olarak bir pipo resminin bir pipo olmadığıdır. 

.

 

Gösterge biliminin kafa yorduğu, bize anlam veren her şeyi ilgi alanına sokan, dil, resim, mimari, afiş, sinema, edebiyat, tiyatro, trafik işaretleri, işaret dili, jestler, alfabe, sağır ve kör alfabeleri, mimikler vs. gibi her şeyi araştıran göstergebilime göre nasıl ki bir pipo resmi gerçekten bir pipo değilse, bir ayakkabı da özellikle Stiletto ayakkabıda salt bir ayakkabı değildir.

.

 

Ayakkabı, sosyal statünün, ideolojinin, özgürlüğün ya da köleliğin, şehirliliğin, köylülüğün, evli ya da dul olmanın, inancın, siyasetin, vesayetin, protestonun birer göstergesi olabildiği gibi, şehvetin, cazibenin, erotizmin de bir göstergesi olabiliyor.

 

Stilettoyu yüksek ökçeli narin bir ayakkabı olarak görmek biraz safdillik olur, hele ayağı dış etkilerden koruyan bir nesne olarak görmek ise ayakkabının ruhuna erişemediğimizi gösterir. Kuzey Amerika bozkırlarında özgürce gezen vahşi çılgın atlar Mustang’lar misali nasıl ki herkes onlara sahip olamaz, olsa bile o çılgın ata hükmedemezse Stiletto’lara da sahip olmak mecazi anlamda pek de mümkün değil gibidir. Belki bir tane sitilettoedinebilinir ancak ona sahip olmak, hükmetmek onun aurasına uygun davranabilmek, onu taşıyabilmek, her nekadar ayakkabı bizleri taşıyorsa da bir sitiletto söz konusu olduğunda o bizi değil biz onu taşırız.

 

 

Stiletto seksi temsil eder. Kadınlığın yüce bir sembolü olan stiletto’nun çivili topuğu erotik bir çekiciliğe sahiptir. Son derece yüklü bir sembol olan stiletto, çok sayıda çelişkiyi ima eder; zarif, kaba, itaatkar, saldırgan, yıkıcı, geleneksel olabilir. Stilettofalliktir ancak son derece kadınsıdır, giyeni aynı anda hem savunmasız hem de kontrol sahibi yapar.

.

 

Modern dünyada artık bir fetiş olmanın ötesinde genel olarak kabul gören bir güzellik idealini yansıtan ayakkabılar da yaygındır ve cinsel cazibeleri sadece fetişistin bakışına tabi olarak görülmez. Ayakkabı aynı zamanda bedenin duruşunu da belirleyebildiğinden ideal görünüşün yansıtılmasın da, odak noktası sadece ayak değildir. Yüksek topuklu ayakkabılar, kalça ve göğüs çıkıntılarını belirginleştiren bir postür vermektedir. 

 

 

Ayakkabı estetik yönü ve görselliği çok etkili bir cinsellik sembolü olarak, kadının yaşamında yer alması moda olgusunun oluşmaya başladığı 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren etkisini göstermiştir. Ayak estetiği ile birlikte bütünlük oluşturan ayakkabı farklı coğrafyalarda farklı güzellik ve estetik anlayışı ile sosyal hayattaki yerini sağlamlaştırmıştır. Giysilerin ve ayakkabıların insan için fiziksel işlevleri kadar estetik ve simgesel önemleri her zaman ön planda olmuştur. İnsanın sosyal hayatında giysi statü belirleyici ve ayakkabı onu tamamlayıcı unsur olarak algılansa da, ayakkabı bazı dönemlerde tek başına sosyal statü belirleyici durumunda olmuştur.

 

Kadın modasında topuklu ayakkabının yaygınlaşmasıyla yüksek ökçelerin, kadın vücudunun cinselliğini öne çıkaran kıvrımlarını, düztabanlı ayakkabılara nazaran daha fazla vurguladığı fark edilmiş. Bu da topuklu ayakkabının kadınsı bir kimlik kazanmasına, topuklu ayakkabının kadınla ilişkilendirilmesine yol açmıştır. 16. yüzyıldan sonra ise kadınların, topuklu ayakkabıyı iyiden iyiye benimsedikleri gözlenmiştir. Zamanla kadınların vazgeçilmezi haline gelerek 18. yüzyıldan itibaren topuklu ayakkabılar kadınların hayatlarında yerini almıştır. 

.

 

Aslında yüzyıllar boyunca kadınlar günlük hayatın akışına uygun olarak sağlam ve rahat ayakkabı modelleri giymeyi tercih etmişler, genel hatlarıyla yüksek topuktan kaçınmışlar. Ta ki, İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle yeşeren barış ortamında, Fransız ayakkabı tasarımcısı Charles Jourdan’ın, iğne topuklu “stiletto” ayakkabı tasarımlarının hemen hemen bütün kadınları etkisi altına alana kadar… Fransa ve İtalya’da benzer tasarımlarla üretimi yapılan stilettolar, kadın çekiciliğinin, güzelliğin, hatta cinsel cazibenin ayaktan başladığını sembolize etmiş. Fetişizm kadın ayakkabısında yeşermiş olmalı…

 

Kimine göre, ince ve yüksek topuklu ayakkabıların, ya da orijinal adıyla stilettonun gündeme gelişi 1950’lerde zayıflığın moda dünyasında önem kazanmasıyla birlikte olmuştur. İlk stiletto ile bağlantısı kurulan iki isimden biri, markaya adını veren sanat eseri gibi görünen ayakkabılar yaratan, ayakkabıların Fabergé'si olarak bilinen RogerVivier, Diğeri ise Marilyn Monroe, GloriaSwanson ve Bette Davis gibi müşterilere sahip İtalyan ayakkabı tasarımcısı SalvatoreFerragamo.

MarleneDietrich, Elizabeth Taylor ve CatherineDenuve gibi isimleri giydiren Vivier, ayakkabı tasarımlarını bir mimar yaklaşımıyla yapıyordu. Vivier için siluet çok önemliydi. Ayakkabıda, ayağa tam oturan hafif bir kavis ve ince bir topuk seksi görünüm ve özel tasarımın yanı sıra ince bir zevki de ifade ediyordu. (www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosya )

İkinci Dünya Savaşı sırasında uçak sistemleri için yeni materyaller ve yeni teknikler geliştirilmişti. Alüminyum kullanımı ve plastiğin metalle birleştirilmesi yoluyla dünyanın en ince topuğunu yapmak mümkün oldu. 5 mm çapında çelikten yapılan Stiletto topuğu “iğne” adıyla anılmaya başlandı. 8-8,5 cm uzunluğunda ve çok ince uçlu topuk, seksiliği çağrıştıran ideal stiletto topuğu olarak kabul gördü. Her ne kadar adı ‘’İğne’’ olarak da anılsa sonraları adını kısa saplı ve ince uçlu bir tür İtalyan bıçağı olan, geleneksel olarak önce Rönesans suikastçıları ve daha sonra Sicilya’nın suç dünyasının gizli yüzü tarafından tercih edilen gizli ve tehlikeli  Stiletto ‘dan alır. Stilettoyu bu kadar çekici kılan şey seks ve ölüm arasındaki bu ilişkidir.( Stiletto, Caroline Cox, 1. Baskı, 2004, Londra

.

Stiletto bıçakları ismini "kalem" anlamına gelen "stilo" kelimesinin küçültülmüş hali olan İtalyanca "stiletto" kelimesinden alırken yapısı, yazmak için kullanılan bir kaleme benzeyen ince, zarif tasarımını yansıtır.

Stiletto, kesmekten ziyade bıçaklamak için etkili hale getiren sivri uçlu uzun ve dar bir bıçağa sahipti. Bu tasarım, kolayca gizlenebilme kabiliyeti ve yakın dövüşte etkili olması nedeniyle tercih edilen bu bıçak 15. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkmış ve başlangıçta, özellikle gizli saldırılar için kullanışlı olan bir itme silahı olarak tasarlanmıştı. En önemli özelliği ise, sivri ince bıçağı zırhtaki boşlukları kolayca delebilmesiydi. Bu yapısıyla suikastçıların tercih ettiği bir silah oluyordu. (https://www.quora.com/What-is-the-history-of-the-stiletto-knife-Where-did-it-get-it-s-name) 

Stilettonun modern çağın baçtan çıkarıcı ayakkabı modeline isim babalığı yapmış olması, geçmişte koruma kalkanı olan zırhların arasındaki minik boşluklardan kolayca geçmesi gibi stiletto ayakkabılarında karşı cinsin koruma kalkanlarını çok rahatlıkla delmesi arasında bir bağ var gibime geliyor.

Parisli ayakkabı tasarımcısı ChristianLouboutin’in kırmızı tabanlı tasarımları stilettonun erotik ve fetişist bağlantılarını güçlendirdi. 

.

Geçmişte kadınlar stiletto topukları daha çok gece giyimi için kullanır, gündüz kısa topuk giyerdi. Fakat ünlülerin her tür etkinliğe apartman topuklu stilettolarla gitmesi kadınlar arasında da yüksek topukların gündelik giyimde kullanılmasına neden oldu.

Fakat sadece doktorlar değil bazı modacılar bile bu akımı sağlıksız buluyor. İğne topuklar bilek burkulması, ayak tarağında çatlama ve eklem iltihabına neden olabiliyor. 7,5 cm’den uzun topuklar, düz tabanlı ayakkabılara oranla ayağa yedi kat daha fazla basınç yapıyor.

Ancak bugün çok sayıda kadın, acı çekseler bile stiletto topuklardan vazgeçemiyor. Keskin çizgileri, mükemmel orantıları ve silueti sayesinde stiletto, heykeli andıran estetik ayakkabılar olarak görülüyor. Yüksek topuklarla yürürken vücudun aldığı biçim, ayakta yarattığı kavis ve uzun bacak yanılsamasının kadına baştan çıkarıcı bir görünüm verdiği düşünülüyor.

Stiletto hayranları, bu ayakkabıları giydiklerinde kendilerini daha özgüvenli, seksi ve şık hissettiklerini söylüyor. Bunlardan biri de Marilyn Monro idi. “Kadına doğru ayakkabıları verin, dünyayı fetheder,” sözleri ona aitti. (www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosya) 

.

 

Aslında her şey stiletto topukları popülerleştiren SalvatoreFerragamo ile başladı denebilir. MarlynMonroe, 1953 yapımı "GentlemenPreferBlondes" filminde pembe kayışlı lucite platformlar ve 1952 yapımı "ClashbyNight" filminde Keds gibi şeffaf topuklu ayakkabıların ilk popüler kültür top giyenlerinden biri olarak anılırken, ayakkabının tasarımcısıFerragamo’du.Monroe, kendine özgü pinupsilüetini kısmen Ferragamo'nun 4 inçlik yüksek topuklu ayakkabılarıyla, özellikle de 1959 klasiği "SomeLikeItHot"ta görülen Filetia ve Viatica ile elde etti. Monroe'nun meşhur sözü şöyleydi: "Yüksek topuklu ayakkabıları kim icat etti bilmiyorum ama tüm kadınlar ona çok şey borçludur." (https://www.com/footwear-news/shoe-features/feature/marilyn-monroe-shoes-1237875064/

.

Topuklu ayakkabı giyilmesi zor olsa da zarafetin sembolüdür. Kadınlar üzerinde durmakta güçlük çekse de topuklu ayakkabılardan kolay kolay bugün vazgeçememektedir.

Stiletto ayakkabı tasarımında diğer bir önemli isimse AndrePerugia’dır  Siyah dantel topuklu ayakkabı onun tasarımı olan bir efsaneydi. Dönemin en ünlü sahne sanatçıları olan PolaNegri ve GloriaSwansoniçin  ayakkabı tasarlayan Perugia ‘’ ayakkabılar seksi ifade eder ve her kadın sadece ayaklarının değil, aynı zamanda  cinsiyetininde farkındadır’’ diyerek ayakkabıya verdiği anlamı ifade eder. ( Stiletto, Caroline Cox, 1. Baskı, 2004, Londra)

Stiletto ayakkabılar, ayakkabının orijinal, asli görevi olan ayakları koruma ve hareket kabiliyetini destekleme amacına açıkça aykırı bir ayakkabıydı. Stilettolar zorlu bir parti gecesinden sonra oldukça rahatsız edici, hatta acı verici bir ayakkabıdır.  Peki milyonlarca kadın neden bunları giymeyi tercih ediyor ki?.

Stiletto ayakkabının muhteşem tarihini yazan Caroline Cox aynen şöyle bir tanımlama yapar ‘’ Çoğu kadın düz topuklarla cennete yürümektense cehenneme yüksek topuklu ayakkabılarla gitmeyi tercih eder.’’  ( Stiletto, Caroline Cox, 1. Baskı, 2004, Londra) Korkmalı mıyız? Bence korkulmayacak gibi bir şey değil bu tanımlama.

Dişilliğin en cazibeli dışavurumcu bir sembolü, vamplığın olmazsa olmazı topuklu ayakkabı yeri gelir erilliğin ya da erkeklere tahvil edilmiş olan vasıfları da çağrıştırabilir. Nasıl mı? Erkeklerle özdeşmiş bazı tanımlamaları topuklu sözünün arkasına koyarak.  ‘’ Topuklu Mafya ‘’, ‘’Topuklu Efe ‘’ gibi. Her türlü dişilliğine rağmen dişilliğe tezat erkeksi tavırlar gösteren, kadınlara has naiflik, edilgenlik, narinlik vasıflarına ters, atılgan, cesaretli, gözünü budaktan esirgemeyen, acımasız erkeksi tavırlar gösteren kadınlara bu şekilde hitap edilir olduğunu da görmekteyiz.

Geçmişte de topuğun şimdiki gibi anlam kaymasına uğramadan önce erkeklere has topuklu ayakkabıyı kadınların giymesi kadınlara bir hayli erkeksi görünüş ve erkesi bir güç de kattığını İngiliz kraliçesi 1.Elizabeth’in topuklu çizme giydiği zaman görmüştük.

Şehvetin belirgin bir sembolü olan topuklu ayakkabıdan şampanya içmek o şaşalı hayatın olmazsa olmaz bir göstergesi olmuştur. İçinde birazcık ayak fetişistliğini de barındıran bu davranış, özellikle gece dünyasında özel bir yeri vardır. Bazen üst seviyede jet sosyetenin cazibeli dünyasında görülürken bazen de alt kültürün pavyon dünyasının sahte ışıklı gecelerinde karşımıza çıkar. 

.

Ayakkabının özellikle yüksek topuklu ayakkabının çekiciliği, cinsel cazibesi, gün gelir erotizmin zirvesini yaşatır. Erotik çağrışımların en belirgin göstergesi olan o paha biçilmez sanat harikası ayakkabıların içinde,mazrufun içindeki zarf misali pamuklara sarılı, kıymetli mücevher gibi kem gözlerdensakınan ve muhafaza edilen o, biçimli, narin ve bir o kadar da zarif ayaklarda topuklu ayakkabıya koşut bir cazibe bir erotizmin göstergesi olur..

Çıplak ayağın neden cinsel cazibe merkezine oturduğu ve neden bir cinsel fetiş unsuru olduğunu psikanaliz biliminin kurucusu olan nörolog Sigmund Freud açıklamaya çalışmıştır.

Çıplak ayağın cinsel çekiciliğine Freud’un bilimsel açıklama yapmasına neredeyse daha bin yıl varken, çıplak ayağın cazibesine Çin’de çoktan düşülmüştü bile, 970 li yıllarda hüküm süren II. LiYu’nun  gözde cariyesi Yao-Niang’ın (Tatlı Bakire) öylesine küçük ayakları varmış ki, bu küçük ayaklarla dans ettiğinde izleyenler tarafından büyüleyici ve erotik bulunan ayaklar artık Çin’li kadınlar arasında moda olmuş ve her Çin’li kadın Yao-Niag’ınki gibi küçük ayaklara sahip olmayı istemişler. Küçük ayaklı (7-10 cm.) olmak, cinsel çekiciliğin, soyluluğun, üst sınıfın ve zenginliğin birer göstergesi olmuş.

Ayakların arzulanan şekilde küçük kalabilmesi uğruna, gelişim çağından itibaren kız çocuklarının ayakları özel bağlar ile sıkıca bağlanarak doğal gelişiminin engellendiği ve bu durumun ileriki yıllarda ayaklarda çok ciddi şekilsel bozukluklara neden olan bu uygulamanın, kadınların hareket kabiliyetini büyük ölçüde azalttığı, ayakların doğal anatomik biçiminin bozulmasıyla, değil ayakta durmak, neredeyse yardımsız eğilmek, dengede kalabilmek bile imkânsız hale geliyordu. Bu durum çalışmayı da engellediğinden söz konusu küçük ayağa sahip olmak demek, çalışmak zorunda olmayan bir sınıfa ait olmanın, zenginliğin, soyluluğun ve de güzelliğin bir göstergesi sayılıyordu. Küçük, yani Lotus ayak biçimine sahip olmak Çin’li kadınlar için ayrıca bir gurur kaynağı olmuş ancak bu gururu yaşayabilmek uğruna Çin’li kadınlar insan dayanma gücünün çok üstünde bir acı çekerek güzellik adına dayanılmaz bir bedel ödüyorlardı. Bu bedelin bir benzerini günümüz kadınları yüksek topuklu stilettolar giyerek de ödüyor gibi.

.

Çünkü bu yüksek topuklu ayakkabıların kadın bedenine vermiş olduğu zararlar bir hayli fazla gibi. Sadece doktorlar değil bazı modacılar bile yüksek topuklu ayakkabıyı sağlıksız buluyor. İğne topuklar bilek burkulması, ayak tarağında çatlama ve eklem iltihabına neden olabiliyor. 7,5 cm’den uzun topuklar, düz tabanlı ayakkabılara oranla ayağa yedi kat daha fazla basınç yapıyor.

.

Bugün çok sayıda kadın, acı çekseler bile stiletto topuklardan vazgeçmiyor. Örneğin 12-13 cm’lik topuklarıyla ünlü Victoria Beckham, ayağında çıkan bünyona ve omuriliğindeki disk kaymasına rağmen “düz tabanlı ayakkabı giydiğinde konsantre olamadığını” söylüyor (www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosya.)

Günümüz kadınları eski Çin zamanındaki kadınlardan pek de farklı düşünmedikleri, güzellik uğruna bedel ödemeyi dünden kabul ettikleri görülüyor. Stiletto hayranları, bu ayakkabıları giydiklerinde kendilerini daha özgüvenli, seksi ve şık hissettiklerini söylüyor. Keskin çizgileri, mükemmel orantıları ve silueti sayesinde stiletto, heykeli andıran estetik ayakkabılar olarak görülüyor. Yüksek topuklarla yürürken vücudun aldığı biçim, ayakta yarattığı kavis ve uzun bacak yanılsamasının kadına baştan çıkarıcı bir görünüm verdiği düşünülüyor. Eee bu kadar kazanımdan sonra minik bir bedel ödemeyi çok da şey etmemek lazım dimi ama.

Çıplak ayağın cazibesine eski Çin’de olduğu kadar günümüz dünyasında da insanların edebiyata, şiire konu edecek kadar kapılmış olduğunu yazılan dizelerden kolaylıkla anlayabiliyoruz.

Türk Edebiyatı’nın usta kalemlerinden Ziya Osman Saba ‘’ Ayaklar ‘’ adlı şiirinde  ‘’… Ayaklar, odalarda, bir çift yavru güvercin, Tutup avuca almak, okşayıp öpmek için… ‘  derken’, Beş Hececi’lerden Yusuf Ziya Ortaç ise ‘’Yaz’’ şiirinde ‘’ … İncecik bilekli cins ayaklarına, Kırmızı dağ topraklarını giymiş…’’ demekte. Türklüğü yücelten milliyetçi şiirleriyle dikkati çeken ‘’Bayrak Şairi’’ Arif Nihat Asya’nın da  ‘’İmbikler’’ şiirinde çıplak ayağın cazibesinden kurtulamadığını görüyoruz: ‘’… Yumuşak, pembe topuklar, bir avuç, ki taşar sırmalı terliklerden…’’. Şairimiz Ahmet Necdet’i ‘’Bahar’’ adlı şiirinde ‘’… Salınıp yürüyüşün, gerdan kırışın,  yuvarlak topuktan, ince beldendir…’’ dizeleriyle çıplak ayağın topuğuna, mest olmuş görebiliyoruz.

Halk şiirleriyle tanıdığımız Cahit Külebi de bu çıplak ayağın çekim gücüne dayanamamış ki  ‘’… Öyleleri var ki hey Allah’ım hey !  Geç karşıdan bak,  Ak topuk beyaz gerdan, Tüy döşekler kadar yumuşak… ‘’ dizelerini ‘’ Kadınlar’’ şiirinde dile getirmiş. Son bir şairden daha örnek verecek olursak ki daha birçok örnek var, İkinci Yeni şiir akımının önemli bir temsilcisi Cemal Süreya’nın buram, buram şehvet içeren, çıplak ayağın tutkusuna kapılmış dizelerini görüyoruz: ‘’ İçtim O ‘’ şiirinin o cazibeli dizeleri ‘’… İçtim o bin yıllanmış testiden, içtim, içtim, Örtüler arasında yeryüzü beğenisiyle, Ay ışığını paylaşırdı bacakları, Öptüm ayak parmaklarını, öptüm, öptüm…’’ ve yine Cemal Süreya’nın ‘’ Güzelleme’’ şiirinden bir dizeyle devam edelim ‘’… “ Bak bunlar ellerin senin, bunlar ayakların Bunlar o kadar güzel ki o kadar olur…”

Günümüz şairlerinin cazibesine kapıldığı çıplak ayak tutkusundan Cemal Süreya kadar olmasa da Divan Edebiyatının ünlü şairlerinden Baki’nin de (1526-1600) etkilendiği anlaşılıyor:   ‘’… Başumıkesdüginerâzıyem ol hûnînünAyagın bassa yüzüm  üstinekassâb gibi …’’ (Bâkî, G.507/3),  yani ‘’ (O kan saçan [sevgilinin] başımı kesmesine razıyım, [yeter ki kurbanlığın kafasına basıldığı gibi] sevgili yüzüm üzerine ayağını koysun)

İnsan’ın muhteşem bir sanat eserine tutku derecesinde bağımlı olabilmesi misali, Leonardo Da Vinci’nin ‘’ Pedishumanusmagisteriumipsum opus etiamartisest‘’  yani ‘’ İnsan ayağı mühendislik şaheseri aynı zamanda da bir sanat eseridir.’’ söyleminden yola çıkarak sanata dolayısıyla sanat eseri olan ayağa karşı duyulan tutku derecesindeki sevgiyi bir nebze de olsa anlayabiliyoruz..

Ayrıca fetiş, tutku derecesinde ayağa karşı duyulan bu cazibenin bir nedeni de, görsel, fiziksel, duygusal nedenlerin, etkilerin yanında biyolojik bir etki olan kokuyu da göz ardı etmemek gerekir diye bir yorum yaparsak kimyacıların çabalarını inkâr etmemiş oluruz. Temiz bir bedenden salgılanan ayağın doğal terinin, bileşim olarak genital organlarda üretilen koku maddelerine benzediği, bundan ötürü de cinsel uyarıcı, afrodizyak etki yarattığının yapılan bilimsel araştırmalarda ortaya çıkması ayağa karşı duyulan bu tutkunun geçerli bir sebebi olduğunu ispatlar olsa gerek.  (http://www.yalcinguran.com/2012/02/ayak-biyolojik-mimari-olarak-kusursuz-eksizsiz-bir-tasarim)

Fetişizm, bir objeye olan aşırı bağlılık olarak tanımlanabilir: çorap, ayak vb. şeyler olabilir. Fetişizm denince ilk akla gelen ayak, çorap ve ayakkabıdır ancak bacak, göbek, kulak, el, üniforma başta olmak üzere çok fazla fetişizm çeşidi vardır. Ayak fetişizminin erkekler arasındaki en yaygın fetişizm türü olduğu bildirilmiştir.

Ayak, evet en minik, minnoş serçe parmağından matematiksel olarak altın oran ölçülerinde, simetrik ve aritmetik bir şekilde yükselerek başparmağın yanına gelen o beş nadide pembe kristal yapılı narin parmakların ucunda, Fransız Polinezyası’nın volkanik bölgesinde yaşayan istiridyenin içinde çok uzun zaman kalmasıyla üzerine kaplanan ve bu sayede kalınlaşmasına paralel olarak aynı oranda parlaklığı da artarak insanın gözünde ihtişamlı bir parıltıya sebep olan, lekesiz, çatlaksız, beneksiz, renk değişimleri olmayan, benzersiz adeta dünya da tek, biricik olan ve aynısı hiçbir zaman oluşmayan, kışkırtıcı renkli ojelerle görsel erotizmkat be kat artarken cinsel cazibenin zirvesini yaşatan koyu renkleriyle egzotik ‘’Siyah İnci’’ olarak da adlandırılan Tahiti İnci tanesi gibi tırnaklar özenle sahnede yerlerini almış.

.

Beyazdan açık pembeye çalan o ipeksi, ince, narin, zarif ayağın kadife dokunuşlu pespembe topuğunun ram olduğu o ince bileğinebir gerdanlık misali takılmış şıkır şıkır hal hal ile yürekleri hoplatan, anca masal kahramanı Sinderalla’nın o kristalden stilotto’suna yakışacak olan ayağın, içinde gizleneceği daha doğrusu pamuklara sarılacağı ayakkabının amacı yalnızca korumak ve dış etkilerden sakınmak olmamalıdır.O pırlantalarla, elmaslarla, siyah dantellerle bezeli yüksek ince topuklu haliyle, zarif ve zarif şekli, ince dış duvarı, berrak ve şeffaf görünümü, narin ve ince gövdeleri içine nazikçe koyulan şarabın ya da şampanyanın sıcaklığını, dokusunu ve tadını, insanların damaklarında en hassas yerinde duyumsamasını sağlayacak şekilde, dünyadaki en profesyonel ve prestijli,bir yudum şarabı şölene dönüştüren, şarap ve içki keyfi için en yüksek kalitede bardakları, kadehleri tasarlama ve üretme konusunda dünya çapında tanınan, 1756 yılında kurulan ve 265 yıldır on bir kuşaktır Avrupa'nın kalbinde şarap kadehi üreticisi Avusturya'daki RIEDEL CRYSTAL’in üretimi Liduo  kadehi misali sitiletto ayakkabımız kutup rüzgarlarıyla itinayla soğutulmuş buz gibi şampanyayı içmeye hazır bir kadeh haline çoktan dönüşmüştü bile. 

.

Lüks bir içki olan şampanyayla bir araya gelişi arzunun, paranın, gücün yoğunlaştığı, erişilmesi zor bir sosyo-kültürel ortamı, günlük dilde söylersek, “sosyete hayatını” simgeleyen Ayakkabıdan şampanya içmek ("shoey" ), özellikle Avustralya'da popülerliği halen devam eden ve tarihsel olarak iyi şans getirdiğine inanılmaktadır.Bu uygulamanın 1902'de Chicago'daki üst sınıf bir genelev olan EverleighClub'da ortaya çıktığı, bir dansçının terliği yere düştüğünde, Prusya Prensi Henry'nin maiyetinden biri onu alıp şampanya içmek için kullandığı ve "shoey" âdetinin başladığı rivayet edilmektedir.

Alman ordusunda orta çağdan kalma, askerlerinin bir savaştan önce iyi şans getirmesi için bira dolu deri bir çizmeyi elden ele dolaştırmaları ve bir askeri zaferden sonra da generalin çizmesinden bira içmeleribir gelenek halini almıştı.(www. wikipedia.org/wiki/Drinking_from_shoes)

.

Ünlü Amerikalı film yönetmeni QuentinTarantino 2010 yılında ‘’Kill Bill ‘’ filminin başrol oyuncusu Uma Thurman’ınayakkabısından şampanya içerek ayak fetişizmine olan ilgisi ortaya çıkmıştı. Amerika’daki bu olaydan çooookçok yıllar önce 1940’lı 50’li yıllarda İstanbul’da Pera Palas ve Tokatlıyan Otelinde elmas işlemeli topuklu ayakkabısından şampanya içmek için sıraya girenve kendinden geçip deli divane olan erkeklerin birbirlerini hangi kadıniçin yiyorlardı?

.

.

Türkiye’nin ilk gerçek kadın starı, ilk yönetmen, ilk en iyi kadın oyuncu ödülü sahibi, onun için gala yapılan ilk kadın oyuncu, Türkiye’nin ilk PrimaDonna’sı,şaşalı DolceVita hayatın en aranan insanı, önüne en pahalı kürklerin serildiği, sigarasını yakmak için erkeklerin sıraya girdiği, özel şoförlü araçları olan, o yıllarda değeri yüzbinlerce lira olan çok özel mücevherlere sahip olan, Gümüşsuyu’ndaki yapılan evinin temeline uğur getirsin diye pırlantalar serpilen, içtiği sigaranın külünün altın kül tabaklarına döküldüğü, Avrupa’da özel imalatlı deri ayakkabılarının topuklarına elmasların işlendiği, altın tabakasının içinde adının baş harflerinin işlendiği sigaraları olan, ağzına şampanyadan başka içki sürmeyen, Nazım Hikmet’in tutuklanacağını öğrendiği zaman ona yüklüce bir para verip kaçmasına vesile olan ancak bu şaşalı günlerin sonunda Beyoğlu’nun arka sokaklarında elinde büyüğünden bir, temizlik işlerinde ve yakacak olarakkullanılan yanıcı ve yakıcı kimyasal bir sıvı olan ispirto şişesinden çektiği okkalı bir yudumdan sonra ispirtonun yaktığı ciğerinin ateşini sanki söndürecekmişçesine derin derin çektiği nefesi ile ağzındaki polis düdüğünü uzun uzadıya öttürerek ıssız, karanlık ara sokaklarda yitip giden meczup hale düşmüş, bir zamanların efsane kadını,sanatçı kişiliği kadar özel yaşamı ve aşkları ile de gündemde olan ünlü oyuncu ve yönetmen, güzellik ve zenginliğin buluştuğu pırıltılı bir yaşamın zirvesindeki  “ayakkabısından şampanya içilen kadınCahide Sonku’dan başka birisi değildi.

.

.

Yüksek ökçeli ayakkabılar, görsel manada seksi bir imajı, erotizmin, cazibenin bir çekim gücü olmasının yanında aslında hiç de aklımıza gelmeyen bir görevi daha vardı. Nasıl mı ?

Türk Edebiyatı’nın yetkin hikâyecilerinden Ömer Seyfettin’in  ‘’Yüksek Ökçeler’’ hikayesini okunca anlıyoruz ki yüksek ökçeler aslında arsız, uğursuz, namussuz, hırsız kişiler için birer erken uyarı sireni gibi bir şey..

Evin sahibesi Hatice Hanım, hayat düsturu olarak, temizlik, namus ve ahlak unsurlarını şiar edinmiş, evinde batıya duyduğu hayranlığın bir nişanesi olarak, daha gerçekçi bir ifadeyle kısa olan boyunu uzun gösterebilmek için Fransa Kraliçesi Catherine de' Medici misali oldukça yüksek ökçeli yani topuklu ayakkabılar giyiyordu. Hatice Hanım’ın evinde ki hizmetliler ile bir aile gibi 9 yıldır geçinip gidiyorlardı. Ne zaman mutfağa inse aşçı canı gönülden iş yapıyor diğer odalara gitse hizmetliler hep görev başında buluyor ve bu durumdan oldukça mutlu oluyordu.

Hatice Hanım bir gün aşırı baş dönmesi şikâyeti ile eve doktor çağırır, doktor bu baş dönmesinin yüksek ökçeli ayakkabılardan kaynaklandığını ve yumuşak kumaştan yapılan terlik giymesini salık verir. Hatice Hanım yüksek topuklu ayakkabı giymeyi bırakır ve terlikle evin içinde dolaşmaya başlar ve baş dönme şikâyetleri sona erer.

Yüksek ökçeli ayakkabının ahşap merdivenlerde çıkardığı ses olmayınca, sessiz sedasız mutfağa girdiğinde çok namuslu aşçının kendine külliyatlı bir küşleme etten ziyafet verdiğini, diğer hizmetlilerin har vurup harman savurduğunu, çok güvendiği namus abidesi hizmetlinin kadın hizmetlileri dizine oturttuğunu görünce hayal kırıklığı yaşar ve tüm hizmetlileri evden kovar. Ancak kimi alsa ses çıkarmayan terlikleri giydiği müddetçe tüm hizmetliler çalar, çırpar har vurup harman savurur, bu durumdan sıtkı sıyrılan Hatice Hanım tekrardan sağlığını düşünmeden yüksek ökçeli ayakkabılarını giyer ve yürüdüğü müddetçe ses çıkran takırtılı topuk sesinden tüm hizmetliler evin hanımın geldiğini duyar ve iş yapıyormuş gibi davranırlar. 

.

Evin sahibesi Hatice Hanım ayakkabının çıkardığı ses sayesinde hizmetlilerin arsızlıklarını, uğursuzluklarını, hırsızlıklarını görmez olur ve huzuru yerine gelir. Hizmetliler, yüksek ökçeli ayakkabıların erken uyarı niteliğindeki seslerini duyunca,yakalanmadan gönül rahatlığı ile vicdanları sızlamadan her türlü hırsızlığı, namussuzluğu yaparlar.Demek ki bu durum, denetim olmayınca her türlü şeyin çok rahatça yapıldığını bizlere gösteriyor. ‘’Vicdan insanın içindeki tanrıdır’' demiş Victor Hugo. İnsanın içinde Allah korkusu yoksa topuk sesini duydu mu iş yapıyormuş gibi davranırken, sessizlik zamanında ise vicdansızlıkla her türlü ahlaksızlığı da dibine kadar yapıyor. Kendilerine emanet edilen imkânları çalıp çırpanlar,Allah korkusundan değil de yakalanma korkusundan vicdanının sesi yerine ev sahibesinin giymiş olduğu ayakkabı sesini dinleyenler gün gelir o ses kesilince, yıllardır ekmeğini yediğin güvenini kazanıp sonrasında da emanete hıyanet edip yağmaladığın mekândankovulmak durumunda kalırsın.

Ev sahibesinin ses çıkaran ayakkabısının sesi nedense bana olay yerine giderken polis arabasının sirenlerini açmasını hatırlattı. Küçükken hep düşünmüşümdür. Hırsızlık, arsızlık vb. gibi işleri yaparken polis arabasının sirenini duyan suçlular yakalanmamak için hemen olay yerinden kaçarlardı, bende çocuk aklımla sorardım,yaa o siren sesini açmasalar hırsızlar suçüstü yakalamazlar mı diye. Halâ da sorarımmm.

Hırsızlık yapanların sessizlikten neden hoşlanmadığını, ev sahibesinin ayakkabısından çıkan sesin yakalanma ihtimalini ortadan kaldırdığını, erken ikaz edilerek suç üstünde yakalanmayı engellediğini, ne yazık ki ev sahibininde suçluları yakalamaktan en sonunda mutsuz olduğunu, onları yakalayıp huzurunun kaçmasındansa topuklu ayakkabı giyer, ses çıkartırım hırsızları suçüstü yapmam ve böylelikle de iç huzurum kaçmaz diye düşünmek durumunda kalmasını ne yazık ki görüyoruz.

Ayağımıza giydiğimiz ayakkabının türü, kalitesi, biçimi ve sair özellikleriyle sosyal, sınıfsal, ideolojik tavrımızı da ortaya koyan, insanın iç dünyasını kolaylıkla dışa vuran, kişi kendini anlatmasa da giydiği ayakkabı her şeyi açık seçik tüm içtenliği ile anlatan özgün bir nesnedir.

Ayağına bir ayakkabı giyersin ve tüm düşünce sisteminin ‘’ Z Raporunu ‘’ karşıya sunarsın, giyilmesi kadar giyilmemesi de mesaj iletir, öyle değişik bir nesnedir ki ayakkabı. Varlığı ile de, yokluğu ile de sorun olur. Varlığı nasıl simgesel bir mesajı varsa, yokluğu da aynı şekilde simgesel bir mesajı vardır.

Ayakkabı giymeksizin çıplak, yalınayak bir halde yürümek ne kadar zor, ne kadar mağduriyet içerse de bir inadı da simgelemesi açısından da oldukça önemlidir. Bir protesto aracı olarak çıplak ayakla yürümek demokrasi tarihimizde önemli bir yer teşkil etmektedir.

Bu yürüyüşlerin ilk örnekleri 1961’de, işçi hareketinin 27 Mayıs sonrası yükselen dalgası içinde görülür. Yeni dönemin yeni eylem repertuarının öne çıkan biçimlerinden biridir çıplak ayaklı, sessiz işçi yürüyüşleri. 5 bin kadar Sümerbank işçisi Ankara’da, 3 bin kadar İzmir İşçi Sendikaları Birliği üyesi, İzmir’de çıplak ayaklarla sessiz yürüyüşler yaparak grev hakkını ve haklarının iyileştirilmesini talep ederler. (https://100sene100nesne.com/ayakkabi/)

Çıplak ayaklarla yapılan başka bir önemli protesto eylemi ise işçi dünyasının tarihine “Açların Yürüyüşü” olarak geçen 1962 yılının Mayıs ayındaki Ankara’da binlerce işsiz inşaat işçisinin meclise doğru gerçekleştirdikleri çıplak ayaklı, koşar adımlı yürüyüştü. Çıplak ayaklı protesto yürüyüş geleneği menzili çok daha uzamış olarak Çorum Belediye işçilerinden 54 işçi 27 Temmuz 1966 tarihinde Çorum’dan başlayıp 32 gün sonra Taksim Atatürk Anıtı’nda sona eren İstanbul yürüyüşü ile devam eder. (https://100sene100nesne.com/ayakkabi/)

Ayakkabı türünün varlığı zenginliğin, soyluluğun, sosyal statünün, ideolojinin, inancın, erotizmin ya da bir protesto aracı olarak nasıl ki bir sembolik anlamı varsa bazı hallerde de fakirliğin bir göstergesi olabiliyor. Anadolu köylüsünün yüzyıllarca geleneksel ayakkabısı olan çarık da, Türkiye’de sosyal yapı ve değişimi anlatırken kullanılan bir başka sembolik ayakkabı türüdür. Çarık köylülüğün o denli belirgin güçlü, çarpıcı bir sembolüdür ki başka bir söz söylemeye ihtiyaç dahi kalmaz.

.

Çarık hem yoksulluğu aynı zamanda da tarımsal alanlarda yaşayan, köylülüğü ve köyü de güçlü bir biçimde temsil eden bir yanı vardı.1927 yılında gerçekleştirilen ilk nüfus sayımında, Türkiye nüfusunun % 75.8’i köylerde,% 24.2’lik bölümü ise kasaba ve şehirlerde yaşarken 1950 sonrasında uygulanan liberal politikalar doğrultusunda köyden kente göç teşvik edilmiş ve nüfusun kentleşmesi hızlanmış ve ilerleyen yıllarda köyler boşalmış ve kentsel alanlarda yaşayan nüfus oranı % 76’ya ulaşmıştır. Bu anlamda çok uzun bir dönem boyunca, sosyal yapının temel sınıfsal bileşeni olan ve toplumun büyük bölümünü oluşturan köylüleri temsil eden ayakkabı türünün çarık olması ise kaçınılmaz bir gerçekti.

Çarık nasıl ki o yılların yoksulluğun,köylülüğün simgesi olmuşsa çağımızın yoksulluk, köylülük göstergesi de kara lastik dediğimiz  ‘’Cızlavet’’ ayakkabıları olmuştur. Kara lastik, yoksulluğun, kırsal alanda yaşamak zorunda kalmışlığın getirdiği zaruretler neticesinde yoksul halkın vazgeçilmez bir giyeceği olmuştur. 

.

Cızlaved ayakkabılar çok ucuza mal edildikleri için genellikle gelir seviyesi düşük insanlar tarafından tercih ediliyordu. Ayrıca içine su çekmemesi, çabucak kuruması, temizliğinin kolay, giyilip çıkartılmasının pratik olmasından dolayı tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yoğun yapıldığı kırsal bölgelerde yaygın olarak kullanılır olmuştur. Ayrıca geçmiş zamanlarda yada denetimlerin olmadığı zamanımızda dahi, inşaat sektöründe hiçbir güvenlik tedbirlerinin olmadığı yerlerde, inşaat işçileri çelik uçlu botları falan rüyalarında görürken ayaklarında genellikle çorapsız giydikleri bu cızlavet ayakkabıları, başlarında ise baret değil gazete kâğıdından güneşten korunmak için yaptıkları şapka olurdu.Cızlavet ayakkabılarının en belirgin özelliği ise, yazın sıcakta ‘’sıcak’’, kışın soğuk da ise ‘’soğuk’’ tutmasıyla izalasyon konusunda rakip tanımamasıydı.Kışın ayakları buz tutturması nedeniyle çok da haklı bir sebeple nam-ı diğer ‘’ soğuk kuyu’’ gibi tamamlayıcı bir üne de sahip olmuştu.

Bazen kullanım rahatlığından misal güneydoğu’da korucuların bir kısmı kara lastik giyer ve içine de yün çorap giydiği zaman, kar, kış yağmur demeden çok rahatlıklabu ayakkabıyı giyerlerdi. Cızlavet’in bu kullanımdan doğan bir ihtiyaç neticesinde giyildiğinden söyleyecek bir sözümüz olmaz. Aynı şekilde tarlada, bağda bahçede, hayvancılıkta da oldukça rağbet edilen bu kara lastikler, zannedilmesinki yukarıda sıraladığımız gerekçelerden dolayı giyiliyor, asla! Çünkü, buinsanları rahatlatma söylemidir. Yıllarca bu kara lastikler, her zaman için yoksulluğun bir göstergesi olmuştur. Yoksulluğun getirdiği yoksunluğun bir zorlaması zarureti olmuştur.

Çünkü, eğer ki bu kara lastik ayakkabılar yukarıda sıraladığımız gerekçelerden dolayı iş gereği giyiliyor ve akabinde iş bitiminde o kolaylık sağlayan kara lastikler çıkarılıp da diğer ayakkabılar giyiliyorsa bu söylemlerin hepsi yaşamsal değere ait gerçek söylemlerdir ki, bu söylemlerin havada kaldığını yukarıda saydığımız işlerden sonra, yani, tarlada, bağ da bahçe de, hayvanların peşinde ağılda, ahırda giyildikten sonra iş bitiminde erkekseçarşı, pazar ya da kahvede, kadınsa konu komşuya giderken ve sair zamanlarda da giyildiğini, yaşamın bir parçası, ayrılmaz bir giyeceği olduğunu ne yazık ki görüyoruz. Bu kara lastikler iş gereği değil yoksulluğun getirdiği zaruretten kullanılıyor desek hiç de yanlış bir şey söylememiş oluruz...

Kara Lastiğin ülke gündemine birden bire düşmesi hiç şüphesiz ki yine yoksulluğun yıkıcı etkisiyle olmuştur. Yoksulluğun, işsizliğin pençesinde ki birçok genç gibi Recep Amca’nın da çocuğu Ermenek’te bir maden ocağında ekmeğinin peşine düşmesiyle trajik bir biçimde ülkenin gündemine düşmüştür..

.

Çok değil 11 yıl önce 2014 yılında yoksulluğun zorlaması ile fenni olmayan ve bu yönde herhangi bir iradesi, çabası olmayan, her halükarda aşırı rantı güdüleyen bir yönetim zihniyetinin sahip olduğu bir madende hiç de beklenmeyen diyemeyeceğimiz bir çökme yaşanmış ve maden su baskınına uğramış ve 18 yoksul gencimiz boğularak hayatlarını yitirmişlerdi.

Madenin su altında kaldığını öğrenen garibimin anası Ayşe Teyze’nin ‘’ Oğlum yüzme bilmez ki’’ diye feryat etmesi vicdanlarımızın hatıralarında dün gibi halâ canlı canlı yer alırken onun bu feryadıyla ekran başında binlerce insanda onunla birlikte gözyaşı dökmüştü.

.

Madende yapılan çalışmalar neticesinde 38 günlük bir bekleyişten sonra cansız bedenlerine ulaşılmıştı. Deniz seviyesinden binlerce metre yükseklikte Toros Dağlarında kör kuyularda boğularak ölmek, kaderden, fıtrattan maada yoksulluktan dolayı bu şartlarda çalışmaktan kaynaklandığını bilmek de çok yürek burkucu bir durum aslında. 

 

Oğlunun, var olan ve bir türlü kapatamadığı ve hatta bir büyük baş hayvanını borçlarından dolayı sattığını ancak yine de borcunu kapatamadığından, mecburen borçlarını ödeyebilmek için girdiği kör kuyudan cesedi çıkınca ‘’ O şimdi yok mu?’’ diyerek içindeki fırtınayı anca bu sözlerle ifade edebilen Recep Amca, boğazına kadar olan düğmelerden son bir tanesine kadar iliklenmiş gömleği, ucuzundan polyester ipten seri üretim lacivert, oldukça yıpranmış görünüş de triko birsüveter, ne kadar da vücuduna oranla oldukça bol olsa da, içinde gizleyemediği, yoksulluktan ve yaşlılıktan bir deri bir kemik kalmışvücudunu olanca haliyle ortaya çıkaran kumaş pantolonunu içine soktuğu çorabını sarmalayan ve yıllardır giyilmekten dolayı yıpranmış, aşınmış ve yırtılmış kara lastik, nam-ı diğer cızlavet ayakkabısıyla katıldığı cenaze töreninde yoksulluğun en sert, en biçare, en dışa vurumcu sessiz çığlığı olmuştu.

Tabii ki bu çığlık toplum nezdinde hemen karşılığını bulmuş ve en sağır vicdanlar bile bu çığlığın rahatsız edici tiz sesini duymazdan gelememişti. Toplumun çeşitli katmanlarında bu sessiz çığlık hemen işitilmiş ve bir çok yardım faaliyetleri başlamıştı. Toplumda hemen karşılık bulan ve kamuoyu vicdanını derinden etkileyen ve çok derin yaralar açan bu duruma il ve ilçe yöneticileri de sessiz kalmamış ve toplumun ardından hemen harekete geçilmiş ve köyün imamı ve muhtarı aracılığıyla ulaşılması reva görülerek hemen Recep Amcamıza iki çift yepis yeni, cillop gibi tap taze cızlavet yani kara lastik ayakkabısını göndertmişlerdi.

.

Yoksulluğun gözü kör olsun. İşte bazı kişiler için en üst seviyedeki büyüklerimiz ameliyathanenin ve akabinde yoğun bakım odasının önünde günlerce nöbet tutup gelecek bir haberin telaşını yaşarken yurdum insanı Recep Amcamızın deniz seviyesinden binlerce metre yükseklikte Toros dağlarının kör kuyularında boğularak yitirdiği evladının acısına ortak olacak kimse bulunamazken, toplumsal baskı nedeniyle ayağındaki yırtık kara lastik yerine de köyün imamı vasıtasıyla yeni kara lastik ayakkabı gönderilmesi anlaşılacak türden bir şey değildi..Yapılan bu gani gönüllü sorumluluk anlayışının ne kadar da ivedilikle yapıldığını gösterebilmek için yeni ayakkabılı amcamız hemen medyada görüntüleri servis edilir. Yeni taptaze hatta o kadar yeni ki, kara lastiğin kauçuk kokusu televizyonların ekranından neredeyse burnumuzun direğini sızlatacak kadar içimizde hissetmiştik.Burnumuzun direğini, kara lastiğin taze kokusu mu yoksa yöneticilerimizin olaya bakış açısı, duyarsızlığımı sızlatmıştı artık orasını yüce yaradan bilir.

Kamuoyu vicdanın da Recep Amcanın yırtık kara lastikleri eleştirel manada söz konusu olunca bazı büyük, önünde Prof. titri olan bir ‘’bilim insanı’’, kara lastiğin Anadolu insanı için ‘’lüks ve çağ atlamayı’’ ifade eden bir olgu olduğunu, kara lastik olmazdan evvel Anadolu insanının 1950’den önce yani Tek Parti zamanında dağda, taşta, bayırda, camilerde abdest alınırken giyilen takunyaları giydiğini, 1950 den sonra Demokrat Parti sonrası açılan fabrikalarla bu çağdaş kara lastik ayakkabılarının üretildiğini ve bu sayede Anadolu insanının çağ atlayarak lükse kavuştuğunu iddia ettiğini yazılı basında gördük. (https://www.iha.com.tr/haber-profesorden-lastik-ayakkabi-tepkisi-412708)

Cumhuriyetin kurulmasını hazmedemeyenler tarafından 1923 yılında kuruluşu müteakip, yıllarca yeni Cumhuriyeti meşgul eden iç isyanların başlaması, devamında 1929 yılında dünyayı saran büyük ekonomik krizin baş göstermesi ve etkisinin 10 yıla yakın göstermesi, tam ekonomik kriz bitiyor derken 1939 yılında Dünyayı ateş çemberine sokan ve tam altı yıl boyunca süren 2.Dünya Savaşına katılmasak da savaş ekonomisinin sürdüğü ve bir milyona yakın askerin seferberlikte hazır bekletildiği genç cumhuriyetin elbette ki ekonomik olarak tüm dünya gibi zorluklar içerisinde yaşadığı Âşıkardır. İşte tüm bu sıkıntılarla 1950 seçimlerine girilmişti. Şimdi bu hocamız ülke ekonomik yönden fakru zaruret halindeydi ve Anadolu insanı çoğunlukla çarık giyiyor, çarık giymek zorunda kalıyor dese bir nebze de olsa anlaşılır bir hali olabilirdi. Ama kardeşim dağda, bayırda, tarlada camilerde abdest alınırken giyilen, hamamlarda banyo yaparken kullanılan takunya giyiliyordu demek nedir Allah aşkına,

Evet çağ atlamamızı sağlayıp lüks yaşama evrilmemizi sağlayan kara lastik adıyla bilinen cızlavet marka ayakkabı nedir? Kısa bir yolculuk yapalım.

Cızlavet ya da nam-ı diğer ismiyle bilinen ve yakînen tanınan ‘’Kara Lastik’’, ’’Soğuk Kuyu’’, ‘’ Trabzon Lastiği’’, ‘’Ankara Lastiği’’, ‘’Ermenek lastiği’’ gibi üretildiği yere göre isim alan kara lastik ayakkabı,  tarih de ilk olarak, İsveç’in GİSLAVED şehrinde iki kardeş olan Carl ve Wilhelm Gislow, 1893 yılında şehrin adıyla anılan GİSLAVED marka oto lastik fabrikası kurarlar. 1905 yılında seri lastik üretimine başlayan firma, hurda lastikleri tekrar değerlendirmek isterler. Hurda lastikleri atmaktansa değerlendirmeyi düşünmüşler, eritmişler, kalıplamışlar, preslemişler ve bir ikon haline gelen bu lastik ayakkabıyı üretmişler. Maliyet açısından oldukça hesaplı ve çok ucuz olan bu ayakkabılar, kısa süre içinde yalnızca İsveç’de değil diğer bütün Avrupa ülkelerinde ilgi görmüş ve satılmış.

Osmanlı döneminde ülkeye girmeye başlayan ithal kauçuk ayakkabılar, 1932’de İstanbul’da kurulan ünlü Gislaved Fabrikası’yla ülkemizde de üretilmeye ve deri ayakkabılarla rekabet etmeye başlamıştır.( Gıslaved Şosonları ve ayakkabıları reklamı, 1936. Kaynak: Memlekette Ayda Bir no. 5 (Ocak 1936), s. 95.)Demek o ki, Anadolu insanına 1950 yılından sonra lüks yaşamla tanıştıran, çağ atlatan, insanımızı tek parti yönetiminin giymeye mecbur bıraktığı takunyadan kurtardığı söylenen ‘’kara lastik’’  hocamızın dediği gibi 1950 yılından sonra değil daha Osmanlı zamanında ülkeye girdiği ve 1932 yılında ise ülkemizde İstanbul’da fabrikasının açılıp seri üretime geçtiğidir.

.

.

Mazisi şan ve şerefle dolu, dünya tarihine altın harflerle başarıları yazılan, bir dönem dünya siyasetine yön veren Osmanlı İmparatorluğu ne yazık ki dünyadaki gelişmelere gereken reaksiyonu gösteremeyerekdünya siyasetindeki etkili günlerinden oldukça hızlı uzaklaşmıştı. İstanbul’un fethinden 7 yıl önce yani, 1446 tarihindematbaa, ilk olarak Mainz'liJohannes Gutenberg (1399—1468) tarafından, Almanya'da icat edilmiş ve bu önemli, dünya tarihi açısından yadsınamaz olan icattan tam 280 yıl sonra, Osmanlı’da matbaanın Türkler için kullanımına müsaade edilmişti. Osmanlı ülkesinde Müslümanların, kitap basmaları günah ve Tanrı Buyruğu'na bir nevi hakaret sayıldığından, bu konuda dolayısıyla geç kalınmıştır. Çünkü Sultan II.Beyazıt tarafından çıkarılan ve oğlu I.Selim’in 1515 yılında yenilediği ferman ile matbaa ilmi ile uğraşmanın cezası idamdı.

Matbaa, Türkiye'de ilk olarak, Padişah III. Ahmet (1673 -1736) zamanında, Lâle Devri'nin vizyon sahibi Sadrazamı, Nevşehir'li Damat İbrahim Paşa'nın (1660 - 1730) gayretiyle, Yirmisekiz Çelebi-Zade Said Mehmet Efendi (...? —öl . 1761) ve İbrahim Müteferrika (1674 - 1745) tarafından İstanbul'da kurulmuştu. Hazırlıklarına, 1726 da başlanmış, 1727 de bitirilmişti.

Osmanlı’da 1874 yılında matbaanın aktif çalışmaya başladığı zaman Batı’da, 1760’lı yıllarda başlayıp, 1830’lara kadar devam eden, buhar gücünü kullanan İlk Sanayi Devrimi yerini 1870 yılına kadar devam eden 2. Sanayi Devrimine bırakmış, demiryolu ile mesafeler kısalmış, elektrik teknolojisi kullanılmaya başlanmış, seri üretim mantığı yerleşmiş ve motor üretimine geçilmişti.

Osmanlı’da matbaa faaliyete geçtiği zaman Batı çoktan sanayi devrimini başlatmış ve yaşamın her alanında kullanmaya başlamıştı bile.Daha 16. Yy’de İngiliz bilim insanı William Gilbert, De Magnete adlı eserinde Dünya'nın manyetik alanının ilk açıklamasını yaparak, Dünya'nın kendisinin büyük bir mıknatıs olduğunu ve pusula iğnesinin neden kuzeyi gösterdiğini açıklarken Alman Gauss ve Wilhelm Weber, Dünya'nın manyetik alanının sistematik değişimlerini ve rastgele dalgalanmalarını gösteren hassas ölçümler yapmış ve uzay fiziğinin ilk bilimsel araştırmalarını yapmışlardı.

1769 senesinde Fransız bir mühendis olan Nicholas J. Cugnot tarafından buhar gücüyle çalışan ,İlk arabanın öncülünü yapmıştı. İlk elektrikli araç ise 1830 yılında Robert Anderson adıyla bilinen İskoçyalı bir kişinin yaptığı bilinirken günümüz anlayışına uygun benzinli araç ise ilk defa Almanya’da 1885 yılında Karl Benz tarafından geliştirildi. Bu aracın ortaya çıkmasında 1850’li yılların ortasına doğru içten yanmalı motorların geliştirilerek çeşitli alanlarda kullanılması oldu. (www.cetas.com.tr/blog/arabanin-icadi-hakkinda-merak-edilenler).Bilimin her dalında ilerlemeler kaydedilmiş ve ileriki yıllarda ise ünlü Alman fizikçi Albert Einstein (1879 – 1955) Teorik fiziğe yaptığı hizmetlerden ve özellikle fotoelektrik etki yasasını keşfetmesinden dolayı 1921'de Nobel Fizik Ödülü'nü almıştı.

Batı’da Rönesansla birlikte yaşama geçen özgür düşünce ve bilimin ışığında gerçekleşen gelişmeler sanayi devrimine evrilmiş ve yaşamın her alanında varlığını göstermişti. Batı’da bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı olanca hızıyla eğitim alanında batının gerisine düşmüş, gerisine düşmekle kalmamış takip edebilecek düzeye bile erişememişti.

19’uncu yüzyıldan itibaren iktisadî alanda bir tarım ülkesi görüntüsü veren Osmanlı Devleti, sanayi alanındaki faaliyetlerini, küçük ölçekli işletmelerle yürütüyor ve bu faaliyetler daha çok el emeğine dayanıyordu. Bununla beraber, 18’inci yüzyıla kadar harp sanayi, tersane işleri, madencilik, halı ve dokuma gibi alanlarda Avrupa sanayii ile rekabet edebilmekteydi. Ancak Osmanlı Devleti, Avrupa’daki Sanayi Devrimi’ni izleyemedi.Osmanlı ekonomisi, 1809 ve 1838 ticaret antlaşmalarıyla önce İngiltere, daha sonra da 1878’den itibaren BismarkAlmanyası’nın kontrolüne geçti.

Kötü gidişi durdurmak ve sanayiyi yeniden canlandırmak isteyen Osmanlı Devleti, 1863’te İslah-ı Sanayi Komisyonu’nu kurdu. Ancak bu komisyonda alınan kararların Kapitülasyonlar sebebiyle uygulanamadı. 1913’te “Teşvik-i Sanayi Kanunu Muvakkatı”nı çıkararak sanayiyi teşvik etmeye çalıştı. Ancak Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun kabulünden bir yıl sonra, 1’inci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine, kanunun istenilen ölçüde uygulanması mümkün olamadı.

Bazı büyük illerde 1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımlarında Adana ve Tarsus’da bulunan 4 pamuk ipliği fabrikası ve İzmir’de bulunan ve montaj niteliği taşıyan buhar makinası, içten yanmalı motorlar, un, sabun, yağ ve havlu ile makarna fabrika tesisatı imal eden 4 fabrika dışında, Osmanlı Devleti makine yapan sanayiye de sahip değildi.

Yeni Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğu 1923 yılında mirasçısı olduğu 700 yıllık Osmanlı Devletinden sanayi olarak devraldığı sadece sadece 4 önemli fabrika vardı: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikası.(  www.aimsad.org/istatistikler/ataturk-ve-sanayi-devrimi-disa-bagimli-ekonomiden-ureten-turkiye-ye )

1923 yılında yeni Cumhuriyetimize miras kalan mal varlığımız sadece bu kadardı.  Eski çağlarda olsa, bir devlet yıkıldı mı geride kalanlar bu olaylardan çok da etkilendiği söylenemezdi. Misal, Büyük Selçuklu Devleti yıkılır yerine Anadolu Selçuklu gelir, Akkoyunlu yıkılır Karakoyunlu gelir, Anadolu Selçuklu yıkılır İlhanlı Devleti gelir, sonrasında Beylikler kurulur, Beylikler birbirini yener beylikler büyür, bu böyle devam eder gider, Bizans yıkılır yerine Osmanlı gelir, orta çağ zamanında iki devlet bir ovada savaşır ve çoğunlukla mensup oldukları halkın haberi dahi olmaz, yenilen devlet yenen devletin boyunduruğuna geçer halk yaşamına yeni yöneticisiyle devam eder. Ancak Rönesans ve devamında sanayi devrimiyle birlikte gelişen devletler yıkıldı mı mirasçılarına önemli kazanımlarla birlikte birçok şey de bırakıyordu. Osmanlı, zamanında yakalayamadığı gelişmeler neticesinde yıkılmaya yüz tuttuğu zaman elde kazanım olarak gördüğümüz kadarıyla sanayi olarak hiçbir şey bırakmadığıydı.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti kendine kalan bu miras ve eğitim seviyesi çok düşük toplum ile bir ekonomik ve siyasal bir savaşıma girmiş ve her türlü karşı oluşumlara rağmen iç isyanlar, dünya ekonomik krizi, 2. Dünya savaşı gibi olumsuz etmenlere rağmen bu savaştan başarıyla çıkmış ve çok kısa sürede Türk Mucizesi diyebileceğimiz bir başarıya imza atmıştı..

Atatürk Döneminde Kurulan Fabrikalar;

1.Ankara Fişek Fabrikası (1924), 2.Gölcük Tersanesi (1924), 3. Şakir Zümre Fabrikası (1925), 4. Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)5. Alpullu Şeker Fabrikası (1926),6. Uşak Şeker Fabrikası (1926),7. Kayseri Uçak Fabrikası (1926),8. Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1927),9. Bünyan Dokuma Fabrikası (1927),10. Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927),11. Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928),12. Ankara Çimento Fabrikası (1928),13. Ankara Havagazı Fabrikası (1929),14. İstanbul Otomobil (Ford) Montaj Fabrikası (1929’da anlaşma onaylandı),15. Kayaş Kapsül Fabrikası (1930),16. Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Üretim Tesisleri (1930),17. Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1931),18. Eskişehir Şeker Fabrikası (1934),19. Turhal Şeker Fabrikaları (1934),20. Konya Ereğlisi Bez Fabrikası (1934),21. Bakırköy Bez fabrikası (1934),22. Bursa Süt Fabrikası (1934),23. İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 temel atma),24. Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 temel atma),25. Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934),26. Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934),27. İsparta Gülyağı Fabrikası (1934),28. Ankara. Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Siloları (1934 meclis onayı),29. Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1935),30. Kayseri Bez Fabrikası (1934 temel atma),31. Nazilli Basma Fabrikası (1935 temel atma),32. Bursa Merinos Fabrikası (1935 temel atma),33. Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 temel atma),34. Keçiborlu-Kükürt Fabrikası (1935),35. Ankara Çubuk Barajı (1936),36. Zonguldak Taş kömürü fabrikası (1936),37. Barut. Tüfek ve Top Fabrikaları (1936),38. Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936),39. Malatya Sigara Fabrikası (1936),40. Bitlis Sigara Fabrikası (1936),41. Malatya Bez Fabrikası ( 1937 temel atma),42. İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası (1934 temel atma),43. Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937 temel atma),44. Divriği Demir Ocakları (1938),45. İzmir’de klor fabrikası (1938 temel atma),46. Sivas Çimento Fabrikası (1938 temel atma), (www.aimsad.org/istatistikler/ataturk-ve-sanayi-devrimi-disa-bagimli-ekonomiden-ureten-turkiye-ye)

 

Evet görüldüğü üzere Cumhuriyet’in kuruluşundan 15 yıl kadar kısa bir sürede genç Cumhuriyet’i kuran kadroların yapmış oldukları atılım ve yatırımlar inanılacak türden şeyler değildi. Osmanlı zamanında tamamen ithalata dayalı şeker, cumhuriyetin kuruluşundan hemen 3 yıl kadar sonra yerli üretime geçtiğini, 16 yıl sonra ise ilk Türk çeliğinin üretildiğini göğsümüz kabararak görüyoruz.

Ama ne hikmetse Anadolu insanına çağ atlatan bu atılımlar değil de 1950 yılında kurulan kara lastik ayakkabıları üreten fabrikalar olduğu söylemlerini görünce, insanın aklına ister istemez, 2. Abdülhamit’in Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret’in öğrencisi olmuş ve ondan birçok konuda feyz almış olan oğlu, ‘’Sakallı Celal ‘’ namlı, bir halk filozofu Celal Yalnız’ın  ‘’Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür. ‘’ ünlü sözü geliyor.

.

Bu kara lastik ayakkabının Anadolu insanına çağ atlattığı, lüks yaşama kavuşturduğu söylemini dile getiren öğretim görevlimiz kısa bir internet araştırmasıyla ülkemizdeki ayakkabı tarihi hakkında oldukça doyurucu bilgiye çok kolaylıkla ulaşabilir ve böylesi komik bir yorumda bulunmak durumunda kalmayabilirdi. Ya da Iğdır Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Öğr.Üyesi Cavit Polat ve Doç. Dr. Nesrin Güllüdağ hocamızın çok kapsamlı bir çalışmaları olan ve Türk ayakkabı sanatının tüm bilgilerini derli toplu olarak sunduğu kitabına bir göz gezdirse 1950 yılına daha gelmeden yüzyıllarca öncesinden Anadolu insanının hangi tip ayakkabıları giydiğini çok rahatlıkla öğrenebilir ve Anadolu insanının kara lastikle ayakkabıya kavuşmadığını idrak edebilirdi.

Ayağımızı dış etkilerden korumakla görevli ayakkabılarımız bazen görev yerine göre şekil değiştirebilirler. Görevin ağırlığı, arazide olup olmamasına göre kullanılan malzeme değişebilir, ayakkabının formu farklılık arz edebilir. Dilimize Bulgarcadan geçmiş olan ‘’Postal’’ kelimesi genellikle askerlerin giymiş olduğu zor şartlara dayanıklı, su geçirmez, soğuk iklime göre dayanıklı olan askeri amaçlı bir ayakkabıdır aslında. Dedik ya ayakkabının temsil ettiği bir çok anlamlarından bir tanesi de işte bu askeri ayakkabı olan çoğunlukla askeri bot olarak isimlendirilse de halk deyimiyle postal;  medyada, ya da siyasette taşıdığı anlam, askerliktenmaada yönetim üzerine tahakküm yada bir vesayeti temsil ettiği görülmekteydi.

Postal, askeri vesayeti sembolize ederken farklı bir biçimde ise, 1960’larda ise karşı hegemonik alt kültürün de kullandığı bir şey haline gelmiştir.  1960’larla birlikte egemen kültürü reddeden, kapitalizme karşı tavır alan, toplumsal düzene karşı çıkan ve bunu görsellerle ifade eden alt kültürler ortaya çıkmış ve bu alt kültürler, aykırılık adına en sıradan nesneleri bile kullanarak karşı moda oluşturmuşlardır. Parka ve postal gibi askeri giysiler de bu alt kültürler arasında siyasî imgelere dönüşmüş, çeşitli kodlamalarla geniş kitlelerin kullandığı tarza bürünmüştür. Bu eğilim Türkiye’de de sol öğrenci hareketi içinde karşılık bulmuştur, “askerî kaban olan parka ve dayanıklılığıyla ön plana çıkan postal kullanılmış, militarizme karşı çıkışa rağmen, çelişki içinde militarizmin üniforma unsurları kodlanmaya çalışılmıştır” Postallar ilerleyen yıllarda goth, punk, grunge, heavy metal, endüstriyel, dazlak ve alt kültürlerinde de popüler hale geldiği görülmekteydi. ( İsmet Akça, https://100sene100nesne.com/postal/ )

Yurdumuzda çoğunlukla ıslak zeminli hamamlarda ve çoğunlukla da camilerin abdest alınan şadırvanlarında kullanıldığını bildiğimiz takunyalarında gerçek anlamından çok daha uzak bir anlamı daha vardır. Eğer ki takunya görselleri yazılı ya da görsel medya da yer aldığını gördüğümüzde verdiği mesaj gerçek anlamından çok yönetimde, siyasette dini esasların ön plana çıkartıldığı, referans olarak dinsel uygulamaların başvuru mecrası olarak düşünüldüğü yönünde bir mesaj ilettiğidir.

 

Ayakkabı konusu gün gelir, bir toplumun yarası olan kadın cinayetlerine, eski koca,boşanma şiddetine engel olacak, karşı tarafları yatıştıracak, bu tip vahşetlerin yaşanmasını engellemek için,  sıcak, anlayışlı, insanî hikâyelerle çare olma rolüne bürünür. Hemen hemen herkesçe bilinen, son yıllarda dijital medya tarafından da oldukça paylaşılan ve hemen yayılan ÂşıkVeysel’in kaçacağını hissettiği karısının ileride zorluk çekmemesi için ayakkabısının içerisine oldukça yüklü para koyma hikâyesi.

Son zamanlarda sıklıkla bu hikâyeyi çeşitli mecralarda izleriz ya da okuruz. Gözleri görmeyen ama gönül gözü sonuna kadar açık olan ÂşıkVeysel, kendinde gönlü olmayan Esma ile evlendirilir. Ancak gönülsüz evlenen Esma’nın bir gün kaçacağını, kendisini terk edeceğini hisseden ÂşıkVeysel, Esma’nın kimi anlatılar da çorabının, kimi anlatılar da ise ayakkabısının içine tüm birikimini, parasını koyar. İki Âşık evden kaçarlar ve Uzun süre sonra âşıklar, bir mola verdiğinde Esma, ayağını son derece de rahatsız eden bir şey için ayakkabısını çıkartır ve içine bir bakar ki bir tomar para ve bir de not. ‘’ Bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme. Güzelliğin On para etmez, bu bendeki aşk olmasa…’’(www.facebook.com/watch/?v=180289494004406) şeklinde bir hikayeyi sosyal medyada anlatıldığını görürüz.

Olayın üzerinden yıllar geçer ve ÂşıkVeysel’e bu durum ve niçin böyle davrandığı sorulduğunda ÂşıkVeysel hoş görünün ve bilgeliğin bir tavrı olarak ‘’ bana çok hizmeti geçti Esma Hanım’ın ‘’ diyerek bir Ozan’a yakışacak şekilde cevap verdiği rivayet edilir.

Bu hikayenin bu şekilde yayılmasına büyük ihtimal Türk sinemasının duayen yönetmeni Metin Erksan’ın senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleme döktüğü ve 1953yılında çekmiş olduğuÂşıkVeysel’in hayatını anlattığı ‘’Karanlık Dünya’’ filminin etken olduğu söylenebilir. (www.youtube.com/watch?v=VtPY1AX7pSQ )

.

.

Filmin çekildiği yıllar da o zamanki sansürcü anlayış ve diğer etkenler ile beyaz perde de pek fazla gösterim şansı bulamamış ve halk tarafından pek fazla tanınma imkânına kavuşmadığından olsa gerek, toplumda pek etki bırakmayan ÂşıkVeysel’in Esma’nın çorap içine para koyma hikâyesi, ( genelde bu hikayeayakkabı içinde para olduğu şeklinde olsa da Metin Erksan’ın filminde ÂşıkVeysel parayı çorabın içerisine gizlice koyar)Sunay Akın’ın Bir Çift Ayakkabı kitabında tekrardan topluma sunulup, sosyal medyada da son sürat yayılınca toplumda bilmeyen kalmaz. ( Sunay Akın, Bir Çift Ayakkabı, T. İş Bankası Y.15. b. 2021,İstanbul) Bu hikaye diğer kitaplara da geçer ve ÂşıkVeysel’in kendisini terk eden eşinin ayakkabısına para koyma konusu  ‘’Türk Kültüründe Geleneksel Ayakkabı Sanatı ‘’ kitabında da söz konusu olur.

Sunay Akın, yazmış olduğu Bir Çift Ayakkabı kitabından başka diğer mecralarda da, gani gönüllü halk ozanının bu sıcak sımsıcak hikâyesini o etkili sunumuyla toplumla paylaşır. Sunay Akın, Esma Hanım’ın gönülsüz bir evlilik yaptığını, ÂşıkVeysel’in Esma’nın kendisini bırakıp, terk edeceğini hissettiğini, kaçtıklarında parasız, pulsuz, sefil kalmaması için kendisini aldatan eşine kıyamadığını, gönlünde açan çiçeğin başkasının sahip olmasına izin verdiğini, çünkü o çiçeğin başka bir gönülde açacağını bildiğini, gönlü başkasında olan eşine bu şekilde davranmasının sebebinide, önüne sıcak çorba koyduğunu, çamaşırını yıkadığını, banyoda sırtını sabunladığını, kadının kendisinde emeğinin olduğunu, yaban ellerde muhtaç durumda kalmaması için ayakkabısına para koyduğunu dile getirir.( https://www.youtube.com/watch?v=mfPYwPqVZ70)

Ne güzel, sıcak, insani bir davranış değil mi?Yaşadığımız günlerde olanca hızıyla artarak devam eden kadına şiddet, eski koca vahşeti,kıskanç eski koca cinayetlerinin toplumda açmış olduğu onulmaz derin yaraya pansuman olacak, bu davranışları bir nebzede olsa, belki de bu vahşetleri engelleyecekbir insani davranış, beklide ders niteliğinde bir sevgi olayı.

Keşke yaşananlar böyle olsaymış, Gönül isterdi ki bizlere aktarılan, bu dünyanın bir an için güzelleşmesine neden olan insanın içini ısıtan bu hikâye gerçek olsun. Gönül isterdi ki, bu hikaye gerçekten yaşansın ve böyle olsun, hikayenin gerçek ayrıntılarını kısaca özetleyecek olursak;

ÂşıkVeysel 1919 yılında köyden akrabaları olan Culhagiller’den Kara Haydar’ın kızı Esma’yla o yokluk, fakirlik yıllarında başlık parası niyetine birkaç teneke buğday verilerek evlendirilir. İlk çocukları doğumundan 10 gün sonra ölür. Evlat acısının yaşandığı günlerde kısa aralıklarla Âşık Veysel’in önce annesi, sekiz ay sonra da babası ölür. Zor günler yaşayan aile, Sivrialan’dan Hüseyin diye bir genci eve yardımcı olması için tutarlar.

Âşık Veysel ile Esma’nın ikinci çocukları kız olur. Hüseyin’in eve yardımcı olarak girmesiyle o güne kadar gün yüzüne çıkmayan kıskançlık duygusu Âşık Veysel’i yakıp kavurur. Kıskançlık ateşi Âşık Veysel’i dayanılmaz bir hale sokarken eşi Esma’ya da yapmadığını bırakmaz. Âşık Veysel’in kıskançlığının sınırları zorladığı zamanlarda Esma’nın da bu kıskançlıklara dayanamaz hale gelir. (Yüksel Işık, Anadolu’nun Hazineleri, ÂşıkVeysel, Ankara B. Belediyesi. Y.  1. B. 2023, Ankara, syf.126-134)

Esma’nın ÂşıkVeysel’in kıskançlıkları için ‘’ “Âşık Veysel çok huysuzdu. Bana geçim vermez, kıskanır dururdu. Gönlümle evlenmedim zaten. Onun huysuzluğu gereksiz kıskançlığı beni kendisinden soğuttu….’’ Diyerek evliliklerindeki sıkıntıları bu şekilde ifade etmişti. ÂşıkVeysel’i çok yakından tanıyan, Sivrialan Köyü İlkokulunda öğretmenlik ve müdürlük yapmış olan Âşık Veysel Kaymak’ın Esma-Âşık Veysel ilişkisine dair duydukları şöyledir;

’Daha çok da görmediğinden olacak Âşık Veysel hanımını çok kıskanır. Kendine sadık olup olmadığını anlamak için onu, türlü şekillerde dener. Eşi Esma’nın anlattıklarına bakılırsa bazen yastığının altına gizlice elma saklar. Sırası gelince de bunu kimin koyduğunu sorar. Bazen Esma’nın evde bulunduğu sırada evin bacasından gizlice içeriye taş atar. Bununla ilgili tepkisini anlamaya çalışır.’’ Diyerek ÂşıkVeysel’in takıntı haline gelen kıskançlıklarını bu şekilde ifade etmişti. (Prof. Dr.Salahaddin BEKKİ, ÂşıkVeysel’in Esma Hanım’la Evliliği ve Yaygın Bir Fakelore Örneği Olarak Ayakkabı Öyküsü, Prof. Dr. M. Fatih Köksal’a Armağan, Dün Bugün Yarın Yayınları, Ankara, 2021)

ÂşıkVeysel aşırı kıskançlığından olacak gündüzleri evden çıktığında kapıyı kilitler Esma’yı evde o şekilde bırakırmış,  eve yardım için aldıkları Hüseyin çalışmak için Adana’ya gittiğinde ise kapıyı kilitlemekten vaz geçer kapıyı açık bırakırmış. ‘’ (Salahaddin BEKKİ, y.a.g. e.)

ÂşıkVeysel’in Esma üzerine olan baskısı, kıskançlığı dayanılmaz hale gelmiş Esma’nın kendisini terk edeceğini anlamış, onu elinde tutmak için çeşitli tedbirler almış, bu noktada Hüseyin’i ortadan kaldırmayı bile düşünmüş fakat Esma’nın kaçmasına engel olamamıştır.  ÂşıkVeysel’in bir söyleşide aktardıklarına bakacak olursak bu konuda tam bir kıskanç koca durumuna girdiği anlaşılmaktadır. ‘’

“Hüseyin’le Esma, keven dağında arayı dizmişler. Bunu sezinliyorum. Fakat tam fırsatlarını arıyorum. İyi bir delil elime geçirmeyi düşünüyorum. Ama, Esma benden daha kurnaz davranıyor. Benim sezdiğimin farkına varıyor. Evin bütün işleri çöktü. Aşağı Hüseyin’le Esma, yukarı Hüseyin’le Esma. Ekin biçilecek Esma, Hüseyin. Sap gelecek yine onlar. Harman sürülecek, dağdan odun gelecek. Hep Hüseyin’le Esma’nın işi. Ev işi neyse ama şu dışarı işi olmasa. Ben sadece bahçe, harman, saman, çec (buğday yığını) işlerine bakıyorum. Babamdan kalma eski bir tabanca vardı. Onu hazırladım. Şunların işini bitireyim diye düşünüyorum. Artık kış hazırlıkları bitti, soğuklar başladı. Ama işi bir türlü ayarlayamadım. Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu. 1927 senesinde bir gece evde yatıyorduk. Gece uyumuşum. Uyandığım zaman baktım Esma yok. Zaten çocuğun ağlamasına uyandım. Belki dışarı çıkmıştır diye biraz bekledim. Gelen giden yok. Kapıya çıkayım dedim. Kapıya vardım. Kapı dışardan zerzelenmişti. Çektim açılmadı. O zaman kaçtığını anladım.’’  (Salahaddin BEKKİ, y.a.g. e.)

Esma yaşadığı kıskançlık baskısından iyice bunalır, ÂşıkVeysel’in sevgisi kıskançlık krizinden görünmez, hissedilmez olur. Bu kadar çok kıskanılan Esma’da zamanla sevildiğini unutur ve kıskançlığın bunaltısından bir çıkış yolu arar ve yanaşmaları kel Hüseyin ile gece vakti evden kaçarlar. Kaçarlar ama beş paraları da yoktur. Esma’nın beşikte her şeyden habersiz uyuyan kızının başındaki Gazi altınını alarak kaçarlar. 16 gün boyunca dağ tepe kaçarlar, geçtikleri köylerden ekmek alıp yola devam ederler. Kaçmaları Bafra’da son bulur. (Yüksel Işık, y.a.g.e.)

Esma’nın yanaşma Hüseyin’le Samsun’un Bafra ilçesine kaçtığı öğrenilir öğrenilmez aile tarafından Ortaköy Jandarma Karakoluna -Âşık Veysel’le Esma’nın resmî nikâhları bulunmadığı için- “Avrat sabi sübyan uşağı dağa atıp da kaçtı.” şeklinde suç duyurusunda bulunulur. Esma ve Hüseyin’in peşinden atlı olarak Halil Çavuş, Süleyman ve Taşkafa Mehmet yola çıkarlar. Atlılar, Tokat Zile’ye kadar iz sürerler ama bir sonuç alamayıp dönerler.

ÂşıkVeysel, kucağında anne sütüne ihtiyacı olan altı aylık bebekle ortada kalır. Bu olaylardan sonra Âşık Veysel, insan içine çıkamaz olur. İğneden ipliğe döner. Çok geçmeden yetim kalan yavru da bakımsızlıktan ölür. ÂşıkVeysel’i bu dünyada en fazla sarsan, insanlara karşı inancını kaybettiren ve hayata küstüren hadise, Esma’nın kendisini terk etmesidir. ÂşıkVeysel’in yaşadıkları, bir insanın yaşayabileceği en travmatik hâllerden biridir ve bu durum ileride şairin şiirine de yansıyacaktır. Karısının onu terk etmesinin ruhunda yarattığı depremin ne denli şiddetli olduğu açıkça görülmektedir; (Salahaddin BEKKİ, y.a.g. e.)

     ‘’Bir vefasız zalim yâre bağlandım

    Tarih üç yüz otuz beşte evlendim

Sekiz sene bir arada eğlendim

     Zalim kâfir yetim koydu kuzumu’’

 

İşte o ünlü çoraba para koyma rivayeti bu kaçma macerasında yaşandığı söylenir. Bu söylenceyi de ÂşıkVeysel ile Esma’yı şahsen tanıyan, çocukluk ve gençlik yıllarını onlarla aynı köyde geçiren Gülağ Öz, yaygınlaşmış olan “ayakkabı / çorap içine para koyma” hadisesini de Esma’dan dinleyerek yazıya alan ilk kişidir: “… Hüseyin’le kaçtığımızda Bafra’ya ulaştık. Çeşmenin başında çoraplarımızı çıkartıp serinlenelim istedik. Çorabımın ucundan beni rahatsız eden bir şey vardı. Elimi sokup baktığımda bize bir ay yetecek kadar para çıktı. Bunu Âşık Veysel koymuştu. Beni çok severdi. Kaçarlarsa perişan olmasın diyerek koyduğunu düşünürdüm hep.

Gülağ Öz daha sonra 2013 yılında ki bir çalışmasında yer verdiği anılarda, Esma’nın kaçma olayını tanıklardan aktarır ve Esma’nın anlattıklarında benzer hikaye vardır ancak çorap içerisine para koyma olayı bu anılarda yer almadığı görülmekteydi.  Yani Âşık Veysel, “…bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu... Yaban elde muhtaç olmasın…” diye düşünerek Esma’nın çorabının içine para koymamıştır. Esma’nın itirafına göre parayı Âşık Veysel koymamış, kendisi yolda lazım olur diye altı aylık bebeğinin başında takılı olan “Gazi” altınını yanına almıştır.

Esmaile Hüseyin hiçbir şey olmamış gibi altı ay sonra Sivrialan’a dönerler. Kaçak ÂşıklarınSivrialan’a döndüklerini öğrenen Âşık Veysel, adeta cinnet geçirir ve uzlaşma için çağrıldığı muhtarın evinde Hüseyin’in boğazına sarılarak onu öldürmeye kalkışır. Esma bu hadiseyi şöyle nakletmektedir: “Bizim Bafra’dan geldiğimizi duymuş. Hepimizi muhtarın odasına çağırdılar. Orada ifademizi alıyorlar. O sırada Âşık Veysel geldiği gibi Hüseyin’in üstüne çullandı. Gücü iyice yetiyordu. Nerde ise altına aldı. Öldürecekti. Üç kişi ancak elinden kurtarabildi. O sırada cebinden bir tabanca çıkardı. İlla ben onu öldüreceğim diyor. Zor bela Hüseyin’i dışarı çıkarıp kaçırdılar…”    (Salahaddin BEKKİ, y.a.g. e.)

Esma, koca baskısı, kıskançlık ve zaten gönlü olmadan evlendirildiği ÂşıkVeysel’den ilgi gördüğü Kel Hüseyin ile kaçmış sonra 6 ay kadar sonra perişanları oynayan bir halde tekrardan Sivrialan’a geri dönmüştü. Acaba Âşık Veysel’de bulamadığı sevgiyi Kel Hüseyin’de bulmuş muydu? Bunun cevabı ise Esma’nın bir söyleşisinden öğreniyoruz. ‘’ “Varlıklıydık, amaaan, o zamanlar bana ettiğini düşünüyorum da… Zahir sevdiğinden, çok kıskanır, döğerdi beni, ne demişler, uçan guştan, esen yelden kıskanırım demişler… Gönlüm Hüseyin’i çekti sonunda. Şimdi Hüseyin de yaşlandı. Ha kör Âşık Veysel ha kel Hüseyin hepsi geçti’’ …(Yüksel Işık, y.a.g.e.)

Olayın esas kahramanlarından Esma Hanım’ın birbiriyle çelişen bilgiler aktarması, ÂşıkVeysel’in bu konuda çok az konuşması ve yukarıya iktibas ettiğimiz Şükrü Günbulut’unÂşık Veysel’den duyduklarını otuz yıl sonra kamuoyu ile paylaşması bazı çelişkili durumlar varmış gibi gösterse de gerçek olan, Âşık Veysel’in Esma’yı gerçekten sevmiş olması, onu elinde tutabilmek için her türlü tedbiri alması ancak onun kendisini terk etmesini engelleyememesidir.

Âşık Veysel, Esma’yı canından bezdirecek kadar kıskanç bir âşıktı ama onun kendisini bırakıp bir başkasıyla kaçmasına göz yumup el altından destekleyecek kadar da -sosyal medyadaki terimlerle söyleyecek olursak- hoşgörülü, naif ve yüce gönüllü hiç değildir. Nitekim Esma’nın anlattıkları her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Sosyal medyada Âşık Veysel’e ait olmayan sözler ile gerçek olmayan kaçan eşinin çorabının içine para koyduğuna dair yapılan paylaşımlar noktasında Âşık Veysel’in torunlarından Gündüz Şatıroğlu, 26 Ocak 2021’de dikkat çekici bir basın açıklaması yaparak dedesinin kaçan eşinin çorabının içine para koyduğuna dair olayın gerçek olmadığını, bunun Âşık Veysel’in hayatını anlatan biyografik bir filmin [Karanlık Dünya] senaryosunda yer alan bir kurgu olduğuna dikkat çekmiştir

Esma’nın kaçışıyla ilgili paylaşımlarda, Âşık Veysel’in kendisini terk edeceğini anladığı eşinin çorabına neden para koyduğuna ilişkin birtakım yorumlara da yer verilmektedir. Sosyal medya kullanıcılarına göre bu davranış, Anadolu bilgeliğinin, irfanının, hoşgörüsünün, yüce gönüllülüğü ile naifliğinin Âşık Veysel’in hümanist kişiliğinde vücut bulmuş hâlidir (Bekki, 2021: 64). Bu cümleden olarak sosyal medya kullanıcıları bu Prof. Dr. M. Fatih Köksal'a Armağan 370 hadiseyi Sunay Akın’ın bakış açısıyla, töre ve namus cinayetlerinin, eski koca dehşeti haberlerinin gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından eksik olmadığı ülkemizde unutulmaması, öne çıkarılması gereken bir öykü olarak paylaşmaktadırlar

Ama insan evladı değil miyiz? İnsanın gönlü Âşık Veysel’in kaçan karısının çorabına para koymasıhikayesine inanmak istiyor, çünkü ‘’ Güzelliğin on par'etmez Şu bendeki aşk olmasa’’diyebilen bir Âşık’ınbize ilk sunulan, kurgulanan sıcak sımsıcak sevgi hikayesindeki Âşık Veysel’in bu davranışı yapacağına hepimizin gönlü razı, hayalimizdeki Âşık Veysel’e yakışan ve yakıştırılan hikaye toplum nezdinde kabul görmüştür, töre ve namus cinayetlerinin, eski koca dehşeti haberlerinin gazete sayfalarından ve televizyon ekranlarından eksik olmadığı ülkemizde, Anadolu bilgeliğinin, irfanının, hoşgörüsünün, yüce gönüllülüğü ile naifliğinin Âşık Veysel’in hümanist kişiliğinde vücut bulmuş hâlinin belki de cinnet halindeki topluma bir nebze olsun örnek olması, öne çıkarılması gereken bir öykü olarak paylaşılmasından kimseye zarar gelmeyeceği düşünülmüştür.

 

Ancak bizlere sunulan Hümanist Âşık Veysel karakteriningerçekçi olmadığı, kurgulanan bu hikaye için farklı bir görüş de ortaya konulmuştur.  “Günümüzden geriye doğru gidilerek yaşanmamış bir olay üzerinden hümanist bir Âşık Veysel yaratmak çabasının ürünü olarak bu para olayının devamlı gündemde tutulması, gerçek Âşık Veysel kimliğinin ortaya çıkarılması ve yeni nesillere aktarılmasında görünmez bir engel teşkil etmektedir. Çünkü insanların dikkati bu olaya çekilerek Âşık Veysel’in birlik beraberlik, okumanın önemi, cahillikle mücadele, gerçek insan sevgisi, memleket sevdası, güçlüklere dayanma azmi, tabiat ve daha birçok konudaki evrensel görüşleri perdelenmektedir.” (Salahaddin BEKKİ, y.a.g. e.)

Bir ayakkabının şeklinden, kullanma halinden sahibini göremesek de sosyal, varlık ve yaş durumu hakkında doğruya yakın o ayakkabı bize inceden mesajları iletir. Ayakkabıyı giyenin orta yaş bir kadına mı, ya da genç bir kıza mı ait olduğunu hemen anlayabiliriz. Eğer ayakkabı bir erkek ayakkabısıysa, onu bir baba, ya da genç bir erkek mi?Giyiyor yine tahminlerimiz bizi pek yanıltmaz.

Topuklarının, yıllardır arşınladığı yollardan dolayı içe ya da dışa doğru aşınmasından, derisinin yıpranıp kırışmasından bu ayakkabının sahibinin ayakkabıdaki kırışıklıklar gibi yüzünde de kırışıklık olan ve elindekini varını yoğunu, ailesine verip kendinden vazgeçip bir ayakkabı dahi alamayan bir babanın ayakkabısı olduğunu anlamak için çok da sosyal içerikli bir analiz yapmaya gerek yok diye düşünüyorum.

Ayakkabı sosyal bir varlık olan insanın içinde bulunduğu değerler sistemini, varlık durumunu, estetik anlayışını dışa vuran bir gösterge olduğundan bahsetmiştik, kültürün, değerler sisteminin maddileşmiş bir görünümü olan kıyafetler kültürel, siyasal ve sosyal farklılıkların dışavurum aracı olmuştur. Kimlikleşmenin, kendini ait hissettiği gurubun, aidiyet hissettiği değerler sisteminin dışa yansıyan kimliğini ifade eden giyim kuşam tarzı, kişileri temsil eden adeta bir kimlik gibidir.  ( Cavit Polat, Nesrin Güllüdağ, Türk Kültüründe  geleneksel Ayakkabı Sanatı)

Giyim kuşama ait unsurların kültürel kodlarının yanında sosyal anlamda simgesel, sembolik bir değeri de vardır. Ayakkabıda bu anlamda bizleri temsil eden en önemli bir gösterge bir kimlik gibidir. Ayakkabının şeklinden, renginden, üzerindeki motiflerinden ayakkabının sahibini görmesek de o kişi hakkında genel bir yargıya varabiliriz. 

Mahallenin ağır abisi, delikanlılığın kitabını yazmış olanların, eskinin kabadayılarının genellikle tercih ettiği ve sayılan kavramların tüm özelliklerini üstünde taşıyan ve bu tavırları gösterenlerin ‘’Alamet-i Farikası’’ olan ‘’ Çarşamba ayakkabısı’’ olarak bilinen, yumurta topuklu, tek parça ve keçi derisinden üretilen bu ayakkabıyı giyenlerin temel davranış özellikleri hemen, hemen aynı gibidir.

.

Reşat Ekrem Koçu hazırlamış olduğu çok ayrıntılı İstanbul Ansiklopedisi’nde ‘’Ayakkabı’’ maddesinde ‘’ayakkabının bütün giyim kuşam eşyası gibi, sahibinin karakteri ile yakın alakası vardır. Renginden, biçiminden, süsünden onları taşıyan ayaklara hükmeden kafanın hüviyeti hakikate yakın anlaşılabilir ‘’ R.E. Koçu gerçekten doğruya yakın bir tahminde bulunuyor, eğer ki sahibi olmayan bir Çarşamba ayakkabısını bir yerde görürsek mutlaka sahibinin, üç aşağı beş yukarı tipolojisi; kaytan bıyıklarıyla özenle taranmış saçlar, kolları en fazla iki kere katlanmış beyaz gömlek üzerine giyilmiş bir yelek, havanın durumuna göre, eğer hava soğuksa omuzlara atılmış bir ceket, siyah bol paça pantolon,beyaz çorap ve topuğuna basılarak giyilen yumurta topuk Çarşamba ayakkabısı… tabii ki bu bir yazılı kural değil ancak bu ayakkabıya teveccüh gösterenlerin genel ortak tavırları bu şekilde özetlenebilir. Çarşamba ayakkabısına yalnızca kabadayılar, bitirim ağabeyler değil, uzun yol şoförleri, yaşlılar, cezaevindeki mahkûmlar sağladığı rahat giyiminden dolayı bu ayakkabıya teveccüh gösteriyorlardı. ( Cavit Polat, Nesrin Güllüdağ, y.a.g.e )

.

Reşat Ekrem Koçu, İstanbul’da ayakkabı topuğuna basarak yürümenin külhanilik, kopukluk, kabadayılık ve ‘’itlik alametlerinden’’ olduğunu belirir ve 2. Dünya Savaşından sonra ayakkabılarının topuklarına basarak yürümenin arttığını, bu laubalilik halinin yayıldığını büyük şehirlerin caddelerinde bu şekilde davrananları çok olduğundan şikâyet eder.(Sunay Akın, Bir çift Ayakkabı, T.İŞ. B. Y., 15. B., 2021, İstanbul)

Topuklarına basılarak yürünen ayakkabısının diğer bir ismi de ‘’papsa’’olarak adlandırıldığını Feyza Hepçilingirler sayesinde öğrenebiliyoruz. ( Cavit Polat, Nesrin Güllüdağ, y.a.g.e )

 

Bir dönemin dünyaca ünlü efsane mizah dergisi Gırgır ve Fırt dergisinde öykülerini Tekin Aral’ın yazdığı ve karikatürist İrfan Sayar, Nuri Kurtcebe ve Latif Demirci’nin çeşitli dönemlerde çizimlerini yaptığı, sürekli içtiği rakı, kıllı koskocaman göbeği, koca burnu, dizlerine kadar sarkan kirli beyaz donuyla müsemma, elinden ayırmadığı tesbihi, arkasına basarak giydiği yumurta topuklu ayakkabısı gibi belirgin özellikleriyle kahramanımız ünlü Arap Kadri de tabikii çarşamba ayakkabısını tercih edecekti. ormanda da yaşasa outdoor botlar yerine karakterine uygun topuğuna basılı çarşamba ayakkabısı giymesi kadar normal bir şey olamazdı.

.

Eğer ki mütevazı bir evinkapısı önünde yepyeni, ışıl ışılgördüğümüz ayakkabılar evin sosyal yapısı ile uyumlu değilse bilin ki o gün özel bir gündür. Ayakkabıların yeniliğinden ve görüntüsünden anlarız ki ya bir bayram günü ziyareti ya da farklı bir özel gün, beklide bir kız isteme, görücü faaliyetidir. Bayram ve diğer önemli bir ritüelin sonucunda bu şekilde ayakkabıları görürsek biraz önce ayakkabılar hakkında yürüttüğümüz savlar bir nebze bizi yanıltabilir. Çünkü bayramlar Türk adet ve geleneklerinde çok özel bir yeri vardır ve o günlere has özel bir giyim kuşam hassasiyetlerimiz vardır. 

Bayramlar özellikle çocuklar için yeni bir kıyafet ve ayakkabı sahibi olmak için bulunmaz bir fırsattır ve mutlaka her çocuğun yepyeni bir ayakkabıya sahip olma hikâyesi vardır. O kadar ki alınan ayakkabı bayram sabahına kadar giyilmeye kıyılamaz ve neredeyse arife gecesi o yeni ayakkabıyla yastığın kenarında geçer ve o yeni ayakkabının giyileceği bayram sabahı zor edilirdi. Yaşayanlar bu duyguyu çok iyi anlayacaktır. Yaşayanlardan biri de;  ‘’  Paşabahçe’de doğmuşum, Sayı bilmişim sünnet olmuşum, Koynumda pabuçlarım, Uyanık uykular uyumuşum arife geceleri.’’ bu dizeleri bize aktaranbeyazperdeden de çok iyi tanıdığımız ve filmlerinde kendimizden pek çok şey bulduğumuz ama şairliğinden bi haber olduğumuz Sadri Alışık’dan başkası değildir.

.

İkinci el eşyaların satıldığı Bit Pazarı gibi yerlerde satılan kıyafetlerden ziyade buralarda yer tezgâhlarına düşmüş olan ayakkabılar insanı daha değişik duygulara, insanın iç dünyasına doğru bir yolculuğa iterken, o ayakkabıların yıllarca yarenlik ettiği insanlarla yaşanmışlıkları çok daha fazla etkiler. Bir ceket, pantolon ya da gömlek için hissedilmeyen yaşanmışlığın yansımasını nedense o kullanılmış eski ayakkabılarda yaşanır ve hüzünlendirir insanı. Bit pazarlarında raflarda sıralanmış onlarca ayakkabı  aslında onlarca hayatın hafıza kartı gibidir, geçmişin, yaşanmışlıkların depolandığı hatıraların hepsi o ayakkabıların tabanlarına kaydedilmiş gibidir. 

 

Titanic batığında denizaltının çekmiş olduğu belgeselde binlerce metre altında hala varlığını koruyan ayakkabılar da benzer duyguları yaşatır seyredenlere. Kim bilir kimin ayakkabısı, acaba gemi batarken bu ayakkabılar sahibinin ayaklarında mıydı ? Gemi batarken o ayakkabıların sahipleri nerelere kaçmaya, kurtulmaya çalıştı gibi çok farklı düşünceleriyaşatır insanı.  .

Bazen haberlerde ya da kendi gözlerimizle bir trafik kazası mahallini görürüz. Kaza sonrası arabadan çevreye savrulan eşyalardan bir tek şey dikkatimizi çeker. Dışarıya savrulmuş bir çift ayakkabı ya da arabadan fırlamış,üstü uçuşan gazetelerle örtülmeye çalışılan cesedin gazete altından görülen çıplak ayağı. Yıllarca yarenlik ettiği heryere taşıdığı, beraber gittiği can yoldaşı ayakkabısı, bir kaza esnasında can yoldaşını kurtarabilmek için can havliyle kendini arabadan yada kaza mahallinden uzaklaştırmaya çalışır ancak gücü yetersiz gelmesinden midir?Bilinmez genellikle can yoldaşını kurtaramamanın derin bir hüznüyle kaza yapan arabanın hemen yakınında tek başına çaresiz bir şekilde görürüz.

“Memleketim; ne kasketim kaldı senin ora işi, ne yollarını taşımış ayakkabım,” dizelerinde, ayakkabısını memleket yollarının izlerini taşıyan değerli bir özlem nesnesi olarak gören Nazım Hikmet Nasıl ki memleket tozunu yutmuş ayakkabısı üzerinden sıla hasretini çekiyorsa, Ünlü ressam Gauguin ev arkadaşı Vincent van Gogh’un yıpranmış ayakkabılarını niçin çöpe atmıyorsun diye sorduğunda,yürüyerek ta Belçika’ya kadar o yorucu yolculuğa yiğitçe dayandı dediği hayatından unutulmaz bir parça, kutsal bir yadigârı olan ayakkabılarını atmaya kıyamadığını belirtirken bir de o ayakkabıların tablosunu yaparak sanat tarihine hediye ettiğini görürüz.

,.

Doğrusunu söylemek gerekirse, dostun eskisi gibi, ayakkabının da eskisi daha makbul gibidir. Alışamadığınız, tanımadığınız yeni arkadaşınızın insanı nasıl sıkarsa, yeni ve alışamadığımız ayakkabıda insanın ayağını öyle bir vurur ki şiirlere bile konu olur ve Orhan Veli’ye bu muhteşem dizeleri yazdırır.‘’ … Kundurası vurmadığı zamanlarda, Anmazdı ama Allah'ın adını, Günahkâr da sayılmazdı.  Yazık oldu Süleyman Efendi’ye… ’’ Ayakkabının vurması insana dünyayı da dar ettirir ve insana şu güzel deyişi söyletir  ‘’ Dünya bol olmuş neye yarar, pabuç dar olduktan sonra.’’

Ama geçen zamanla beraber ayağınıza alışmış ayakkabınız eski bir dostunuzla olan ilişkiniz gibi yumuşacık, sıcacık bir beraberliğiniz, ayrılmaz bir parçanız olur. Sağlam bir dostunuz varken nasıl ki yeni bir dost arayışına girmezsek, çok zorunlu olmadığı zamanlarda da alışmış olduğumuz ayakkabı yerine yeni bir ayakkabı peşinde koşmayız.

Kapı eşiğinde plastik bir terlik gördüğünüzde, bunun alışılagelmiş bir terlik kullanımından çok, eşofman üzerine giyilmiş basmadan bir etek, geleneksel bir örgü yelek altına giyilmiş ince bir triko kazakla kombin edilmiş ve çorapla giyilen günlük ayakkabı niyetine kullanılan yoksulluğun göstergesi olan bir terlik olduğunu hemen anlarsınız. Bu kombinde bir kadını, saçlarını toplamak üzere başında bir yemeni, kollarını göğsünde kavuşturmuş ayağında terlikle, hızlı adımlarla ya bir komşuya, ya da mahalle bakkalından ekmek almaya giderken görürsünüz

.

.

Ayakkabının sosyal statü göstergesi olduğu, dini, mitolojik, sanatsal katmanlarda çeşitli anlamlara geldiği, folklorik ve etnografik değerlerde, inanç sisteminde ayakkabının çok değişik karşılıkları olduğunu biliyoruz,  Sembol olarak, metafor olarak sanatın her dalında sıklıkla kullanıla gelmiştir.

Genellikle melankolik Yeşilçam filmlerin olmazsa olmaz sahnesidir;

Tan vaktinden biraz önce,sabaha karşı, Zühre yıldızının hala parlak halinden gün ağarmasına daha bir hayli vaktin,en az iki saatin daha olduğunu anladığımız ve yükünü boşaltmış, boğazdan sakince seyir halindeki tankerlerin su seviyesinin üstünde kalmış uskurlarının denizi döven palalarının, pervanelerinin çıkarttığı sesin dahi duyulduğuİstanbul’un uyuduğu bir zamanın suskunluğunda,

Bir elinde yerde sürüklercesine incilerle bezenmiş uzun zincirden askısıyla bir çanta, diğer elinde ise kıyafetinin tamamlayıcısı ince tülden bir şal, açık renkli gece kıyafetiyle,Bezmialem Valide Sultan Camii’nin hemen yanındaki kayıkhanenin minik kumsalından,bir nehir gibi akanboğazın karanlık sularınıumarsızca seyrederken,

İnsanın dinlediğinde, ne kadar eksik, kadar yanlışının olduğunu düşündüren, sanki biraz sonra her şeyin biteceği duygusuna ve telaşınasürükleyen,insanı bir iç hesaplaşmaya,yaşananların muhasebesini, sorgulamasını yapmaya zorlayan,hayata dair tüm duyguları biran için film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesini sağlayan,güçsüzlüğün tek başına yalnız ve biçare kalmışlığın çöküntüsünü yaşatan, o hüzünlüve biraz da ölümü anımsatan, gizliden gizliye insanı ürküten ve hayrettir kibir o kadarda huzur veren o ‘’Saba’’yada ‘’Dilkeşhaveran‘’ makamında,önceÜsküdar Gülnuş Valide Sultan Camisinden ve devamında sırasıyla diğer camilerden yeni bir güne başlamanın müjdesini verir gibi müezzinlerin birbirlerinin seslerini kesmeden sırasıylaİstanbul/Üsküdar Tavrı ile dinleyene ruhdinginliği veren üslupları ile okuduklarıezanlarının bitmesini bekledikten sonra, çantasındakikare şeklindeki kartondan beyaz, zarif Gelincik sigara kutusundan, ömrünün kalan son dakikaları gibi kalmış son iki sigarasından birinikayıkhanedeki ters çevrilmiş bir kayığa yaslanıp, soğuktan değil ama yine de titreyen elleriyle anca dördüncü, beşinci denemesinde kibritiyle yakabildiği sigarasını derin derin içine çekerken, onu buraya, Dolmabahçe’deki BezmiÂlem camisinin kayıkhanesine doğru getiren, o ana kadar yaşadığı bütün hayal kırıklıkları içinde, isteksizce sürükleyen adımları atarken, aklında kalan son hatırası; canından çok değer verdiği, uğruna ölecek kadar sevdiği adamı, gözlerindeki ayrılığın acısını, pişmanlığını gizlemeye çalışan, mutluymuş gibi görünüp samimiyetsiz gülücükler atan ve bir yanlış anlama uğruna ayrıldığı sevdiği kadın yerine evlendiği kadını, elinden tutup mutlu bir evliliğe tanıklık ettiklerini zanneden az sayıdaki davetlilerin alkışları arasında Beyoğlu evlendirme dairesinin merdivenlerinden indirip, 1958 CadillacEldoradoBiarritz marka üstü açık beyaz bir arabaya bindirirken sonra, İstiklal Caddesine çıkıp oradan da Asmalı Mescit Sokağını takiben Pera Palas Otelinin yanındaki, yakın ama samimiyetsiz sınırlı sayıda arkadaşlarıylaYakup’un yerinde akşam yemeği, eğlence için yola çıktıklarında görüp, bir ara olurda göz göze gelme endişesiyle, tanınmamak için, inci bezemeli el çantasından çıkardığı ince tülden şalını eşarp yapıp, oldukça geniş güneş gözlüklerinin ardına gizlenip, Şah Kulu Bostan Sokağının hemen başındaki İsveç elçiliğinin yüksek duvarlarını siper edinip, sevdiği adamı, engelleyemediği göz yaşları içerisinde son kez görüp arabayla uzaklaşmalarını izler.

.

Hiçbir şeyden habersiz gibi görünüp mutluluktan uçuyormuşçasına ayakları yerden kesilmiş bir halde gelinliğinin eteklerini sevinçle Cadilac arabanın koltuklarına neşeyle yerleştiren ve damadın elini biran olsun bırakmayan gelinin gözlerindeki mutluluğun ne kadar da sahte olduğunu sadece İsveç elçiliğinin duvarını kendine siper etmiş ve geniş güneş gözlüklerinin ağlamaktan buhu yapmış camlarının ardından bakan kadın anlayabiliyordu. Gelinin, Pirus zaferi kazanmış komutan edasıylaparıldayan gözlerinde ihtirasının altında ezilmiş kalmış ama bir inat uğruna iftiralarıyla seven iki aşığın arasına fütursuzca girerek güya kadınlık onurunu kurtardığı inancıyla bir felakete neden olduğunun farkına bile varamayan varsa bile umurunda olmayan aciz bir kadın olduğunu ne yazık ki evlendiği adamın haberi bile yoktu

Sevdiği adam, alkışlar eşliğinde hızla Beyoğlu evlendirme dairesinden keyifle kurulduğu Cadillac arabasıyla uzaklaşırken İsveç elçiliğinin duvarının ardında onları izleyen kadın yavaş yavaş İstiklal Caddesini yorgun adımlarla yürümeye başlamıştı.  Eğik olan başını kaldırdığında Galatasaray Lisesinin muhteşem kapısının önüne geldiğini fark etti. Gözlerinin önüne yıllarca önce sevdiği adamın Galatasaray Lisesinde öğrenciyken hafta sonları Lisenin karşısındaki postanenin önünde buluştukları an canlandı.  Her ne kadar Galatasaray Lisesinde okusa da sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olan sevdiği adamla postane önünde buluşup gittikleri, Fransa’da J. A. Arnoux, HippolyteBoulenger ve Cie firmasına yaptırılan dört mevsimi simgeleyen art-nouveau tarzı seramik panolar ve vitraylarla süslenmiş,(Kış panosu yolda gelirken kırılmış; yaz panosunun yerine ayna asılmıştır.)Markiz Pastanesi’nde oturup çok keyifli anlar yaşadığı zamanlar canlanır gözlerinin önünde. Yorgun ayakları Cadde-i Kebir’de farkına varmadan Çiçek pasajının önüne geldiğinde hafızasında, hayatı boyunca iki şeyden Çiçek Pasajı’ndan ve bir de akordeonundan vazgeçmeyen Madam Anahit’in,Akordeonu ile söylediği Yıldızların Altında şarkısı eşliğinde baş başa eğlendikleri o unutulmaz anlar canlanır hayalinde.

Çiçek Pasajı’nı ağır adımlarla geçtikten sonra anıların ağırlığı altında eğilmiş, başı önde yürürken adımları daha önce mutlu anıların yaşandığı mekanları istemsizce takip ediyordu. Beyoğlu’nun 1870 yılında, sarayın KuyumcubaşısıAgopKöçeyan tarafından kışlık saray olarak inşa edilmiş ama geçen zamanlar içerisinde sinema olarak kullanılan bir dönemin efsane Atlas Sinemasının muhteşem sütunlu holünde bulur kendisini. Aylar önce sevdiği adamla bu sinemada Yeşilçam’ın en yakışıklı ve karizma aktörü Cüneyt Arkın ve en güzel kadınlarından Filiz Akın’ın ‘’Oyun Bitti’’ filmini seyrederken buldu kendini. Filimde kah güldüler kah ağladılar ama en çok da bir yanlış anlama uğruna Cüneyt Arkın’ın Filiz Akını terk ettiği sahnede ağlamıştı. Başlarına böyle bir felaket gelmemesi için dualar ederken istem dışı sevdiği adamın elini ve kolunu sımsıkı tutup sanki onunla ebediyete kadar beraber kalmak istiyor gibi nerdeyse tırnaklarını sevdiği adamın eline geçirmişti.

Ama filmin sonunda Filiz Akın uğradığı haksızlık karşısında tam kendini denize atacakken her şeyi öğrenen Cüneyt’in her zaman buluştuğu yere gelip onu intihardan vaz geçirdiği sahnede ne de çok ağlamıştı, ama olsundu tekrardan kavuşmuştular ya, hem mutluluktan hem de üzüntüden çok ağlamıştı. Anıların puslu hayallerini yaşarken birde Neşe Karaböcek’in seslendirdiği ve aylar önce seyrettikleri filmin ana temasını oluşturan Bülent Pozam’ın sözlerini yazdığı, İsmet Nedim Saatçi’nin muhteşem bestesi olan ve o dönem Yeşilçam melodram filmlerinin unutulmaz şarkısı olan ‘’Oyun Bitti’’ şarkısı sinemanın sütunlu holünde çalmaya başlayınca bir sandalyenin kıyısına kendini güçlükle iliştirir ve incili çantasından çıkardığı beyaz karton kutulu Gelincik Sigarasından bir tane elleri titreyerek yakar ve derin derin ciğerine çeker. ‘’ Günlerdir aramızda ki sevgimiz hep yalan mıydı? Kapat, kapat perdeleri bu komedi oyun bitti. Aşk dolu o pembe günler demek bir hayaldi, Mehtapta ılık nefesin sona erdi oyun bitti. Gidiyorum bırak beni elveda güzel sevgili, Ağlama sil gözlerini nasıl olsa oyun bitti.’’ Şarkının son sözü de bittiğinde masanın üzerindeki Kahverengi Yeşil Murano camından küllüğe sigarasını söndürdüğünde küllükte üçüncü sigarayı söndürdüğünden ve boynundaki ince tülden olan şalın gözyaşlarından sırım sıklam olduğundan habersiz, aylar önce seyrettiği filmle kaderinin neredeyse bire bir benzediğini içi acıyarak düşündü.

Anıların sarsıcı etkisi altında bir zamanlar mutluluk adımları attığı, her bir köşesinde anılarının olduğu Cadde-i Kebir’de adımlarının götürdüğü yerlere doğru şuursuzca yürürken bir eğlence mekânında Yıldırım Gürses’in muhteşem bir şarkısı, daha doğrusu eseri olan ‘’ Bir garip yolcuyum hayat yolunda, yolunu kaybetmiş, perişanım ben, mecnun misali gurbet ellerde ümitsiz sevginin kurbanıyım ben, Yalan dünya her şey bomboş, hancı sarhoş, yolcu sarhoş.’’ şarkısının ara nağmesi olan kısmını tarifsiz bir trompet ile icrasını duyunca kendi kaderiyle eşleştirdiği bu şarkıyı duyunca alın yazısı ile birebir uyan şarkının yıkıcı etkisiyle iyiden iyiye kalp acısını tüm vücudunda hisseden kadın, hızlı adımlarla geçmişin güzelliklerini anımsatan anılardan hızla uzaklaşmak isterken İnci Pastanesinin önünde bulur kendini.1944 yılından beri Beyoğlu’nun renklerinden biri olan İnci pastanesinde yedikleri profiterolün alt dudağının kenarında kalan çikolatasını sevdiği adamın peçeteyle, daha sonra ince minik bir dokunuşla dudağı ile aldığı ve dakikalarca güldükleri o anlar canlanır.Nasıl da çocuklar gibi gülmüşlerdi, iki genç gülmeye başladıklarında en az kurucu sahibi LukasZigoris kadar İnci pastanesinde emeği olan ve 13 yaşından beri burada çalışan olan Musa Ateş abileri de neye güldüklerini anlamadan onların gülmelerine ortak olmuş ve hep beraber gülmüşlerdi. O anı hatırlayınca dudaklarında istemsiz bir gülümseme belirmişti. 

.

Hem gülümsüyor hem de gözyaşları yanaklarından süzülüp boynuna doğru akıyordu. Eliyle gözünün yaşını silerken bir yerden de o zaman için tatlı ancak şu an için hicran yarası olan anılarından uzaklaşmak için Taksim meydanına doğru gönülsüz adımlarla ilerlemeye başlamıştı. Anılar, yaşandığı mekanlarla birlikte bir biri ardına film şeridi gibi geriye doğru akıyordu. Gümüşsuyu’ndan aşağıya doğru inerken kendini Gümüşsuyu parkında bulmuştu. Her ne kadar anılarından kurtulmak istese de anıları onun peşini bırakmıyordu. Sevdiği adamın arabası ile bu parka geceleri gelip Boğazın eşsiz manzarasını izlerken pastaneden almış oldukları çikolatadan zengin yoğun bir kıvama sahip Supangle’lerini tek kaşıkla beraberce sevdiği adamın elinden yedikleri an gözünün önünde canlanır. Arabalarını park ettikleri koca çınar hala tüm anılarını yüzyıllık gövdesinde saklarken, isteksizce ağır ağır atmış olduğu adımları geçmişte yaşadıkları güzel anıları birer birer, ardında bırakırken, bir hiç’liğe doğru adımladığından habersizkendini en son Dolmabahçe’deki Bezm-i Âlem Camiinin boğaza sıfır olan bahçesinin yanında bulur. 

.

Anılarından olanca hızıyla uzaklaşmak isterken, istemsizce anılarının yoğun geçtiği yerleri birer birer geçer ve her geçtiği mekânda anılar tekrardan hatıralarında vücut bulur. En son Gümüşsuyu parkında ulu çınarın altında arabanın içinden boğazı izledikleri yerden daha sonrasın da, gecenin ilerleyen saatlerinde geldikleri Bezm-i Âlem camiinin yanındaki bahçeden arabalarını Boğaza sıfır olan yere çekip geleceğe dair planları yaptıkları yere gelir. Sıcak yaz gecelerinde 34 KT 417 plakalı beyaz Mercedes arabalarını sahilde bırakıp Caminin hemen bitişindeki gözlerden ırak,küçük kayıkhaneye gelip kumsalında el ele dolaşıp, sevgi dolu bakışlarla göz göze gelip sarıldıkları,bir kelebeği ürkütmeyecek minik buseleri birbirine kondurdukları kayıkların ters çevrildiği yerde son bulur anılarla yüklü yürüyüşü.

.

Bu son yürüyüşün acı dolu bir sahne ile sonlanacağının habercisi, arabalarını boğaza sıfır olan yere park edip geleceklerine dair planlarını yaptıkları yerde bu sefer nar kırmızısı 1957 PlymouthBelvedereConvertible arabasını çekip sanki  bir veda şarkısını çalar gibi arabadaki pikabından Handan Kara’nın  ‘’Oyun Bitti’’ 45’lik plağını efkarlı bir biçimde,arabanın içi dumandan göz gözü görmez hale kadar içtiği sigara ile dinleyen belki de aşk acısı çeken bir genci görür. Sevdiği adamla arabada oturup boğazı seyrettikleri yerde duyduğu bu şarkı belki de yaşadığı hayatın, kapanış, final şarkısıydı sanki. ‘’Kapat, kapat perdeleri bu komedi oyun bitti.  Gidiyorum bırak beni elveda güzel sevgili, Ağlama sil gözlerini nasıl olsa oyun bitti.’’  

.

.

İçtiği son sigaranın ucundaki köz yüreğindeki yanan hayalleri gibi tükenir ve son bir iki nefes daha sıcak dumanı ciğerine çeker ve acele etmeksizin özenle söndürdüğü izmaritini ayakkabısının yanına bırakır,

Kadın gecenin karanlığında ürküntü veren akışıyla boğazı umarsızca seyrederken, sevdiği adam Pera Palas’ın özel odasında hayatının sonuna kadar sürecek mutsuz bir yaşamın ilk gecesini yaşadığından habersiz ilk ve son kez rahat uyuyacağı gecede karısının şefkatsiz ve soğuk kollarına kendini bırakırken, gerçekten kendini canı gönülden seven kadın ise uğradığı haksızlığı ve iftirayı kabullenemeyerek geleceğe dair plan yaptıkları yerde kendini bulur.

Önünde boğazın karanlık suları, gerisinde şehrin ışıkları öylece hareketsiz kalıp bir ara tereddütvari bir hareketle ne yapacağı hakkında çok da kesin bir tavrı yok gibi davranıp geriye, şehrin sabahlara kadar yaşadığının kanıtı parlak ışıklarına son kez baktıktan sonra, belki de Cüneyt Arkın’ın tüm gerçekleri öğrenip sevdiğinin peşinden koşup onu intihardan vazgeçirdiği sahnedeki gibi sevdiği adamın her zaman buluştukları kayıkhaneye geleceğini umarak son bir kez baktı. Ama ne çare ne gelen vardı ne de giden, demek ki her şey filmlerde yaşanıyormuş deyipşehrin ışıklarına sırtını dönerek,dizlerini hafifçe aşağıya doğru kırıp eğilereksağ ayağını parmakları üstünde topuğunu hafifçe yukarı kaldırıp sağ elinin işaret parmağıyla ayakkabısının baret tokasınıitinayla açıp, önce sağ sonra da sol ayakkabısını çıkarıp sanki ertesi gün tekrardan giyecekmişçesine her zamanki gibi yan yana,incilerle bezeli el çantasını dausulceayakkabılarının üstüne koyup,yalınayak kalmış ayaklarıyla, yaşanan iç hesaplaşmanın,sorgulamanın yarattığı fırtınaya,çalkantıya tezat, hiç acele etmeden kararlı ama ürkekçe, sakin ama bir o kadar da titrek adımlarla,büyük bir coşkuyla akan boğazın o karanlık sularınaönce ayak bilekleri daha sonra diz, bel ve göğüs hizası derken, sonrasında ise baş hizasınakadar suya girdiğinde,sevdiği adamla pek de farklı olmayan kaderleri tecelli etmeye başlamıştı. Sevdiği adam şefkatsiz, sevgisiz karısının soğuk kollarına kendisini teslim ederken, seven kadında kendini ölümün,karanlık, soğuksularınkollarına bırakıyordu.

Uzun sarı saçları serin ve karanlık suda bir tül gibi dalgalanmasının akabinde gözden kaybolan ve geride yalnızca gece kıyafetinden arda kalantülden, ince bir şal,su üzerinde istemsizce akıntıyla kıyıya doğru süzülürken, beraberinde götüremediği ve geride kalanlara sanki bir mesaj bırakırcasına sahilde kalan bir çift topuklu kadın ayakkabısı.

Üsküdar’ın üzerindeki, yaşan bu acı tabloya gökyüzünün bile dayanamayacağı ve kısa bir süre sonra gözyaşı olup yağmur şeklinde akacağının habercisi olan sirrokümülüs bulutlarının rengi, doğan güneşin etkisiyle kızıldan sarıya dönerken, Sur içinde tüm görkemiyle Süleymaniye, Yeni Camii, Ayasofya ve Sultanahmet Camii güneşin ilk ışıklarını önce minarelerinde sonrada kubbelerinde kabul ederken, beyaz bir kuğu gibi boğazın mavi sularında süzülen bacadan direkli şehir hatları vapurlarının sesi ile karışan,Can Yücel’in ifadesiyle Boğazın sokak çocukları olan sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış martıların çığlıkları,İstanbul’un o muhteşem yaşam döngüsünün melodisini oluştururken, dalgaların sahile, çakıl taşları üzerine sürüklediğitülden ince bir şal ve biraz daha uzakça mesafede bir çift topuklu kadın ayakkabısının çevresinde, meraklı bakışlar içerisindeki insanları uzak tutmaya çalışan polisler.

.

.

Yorum

İbrahim (doğrulanmamış) Sa, 15 Temmuz 2025 - 12:04

Detaylı bir araştırma anlam bütünlüğünü içerisindeki kurgu ve gerçek olaylarla bütünleştiririlmiş Güzel bir yazı dizisini ben keyif alarak okudum. Kendi adıma bilgilendim. Şenol beye emek ve çalışması için teşekkürler. Bir konu biraz daha üzerinde durularak kitap haline getirilebilir. Güzel yazılarında görüşmek dileğiyle başarılar diliyorum.

Konuk (doğrulanmamış) Çar, 16 Temmuz 2025 - 11:49

In reply to by İbrahim (doğrulanmamış)

Sevgili kardeşim, öncelikle yazıyı hemen okuyup yorumlayıp önce telefonla, sonra da dergiye yorum yazarak olumlu eleştirilerini ,senin gibi aydın bir dostumdan duymak ziyadesiyle beni mutlu etti.Teşekkürler, sağol abi

Konuk (doğrulanmamış) Çar, 23 Temmuz 2025 - 19:22

Ayakkabı yazı serini süsleyen eğlenceli anlatılarınla misafirimiz oldun, bilgimizi artırdın, kıymetli kardeşim!

Ayaklar ve ayakkabılar insan aklından, arzularından ne çekmiş be.! Kah sevince, kah hüzne, kah muhtelif anlamlara ve alanlara konu olacak kadar derinleşmiş..

Aklına emeğine sağlık.

Favorim "çarşamba ayakkabısı"...😜

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.