Hayaller ve Gerçekler- I
Prof.Dr. Süleyman Dönmez
Son yüzyılda felsefe sıkça deneme tarzında da ifa edilmeye başladı. Ben de bu rüzgâra kapılanlardanım. Bir dizi deneme türü içinde kalarak felsefece düşünüşlere yöneldim. Bu etkinliği çokça da gezip gördüğüm yerlerle bütünleştirdim. Bir yönüyle felsefi gezintiler yaptım bazı yerlerde. Aşağıda yer alan yazı da İbn Arabi’den Spinoza’ya İspanya’nın Murcia şehri sokaklarında gezinirken açığa çıktı. Yazı biraz uzun olduğu için ikiye böldüm. İlk bölümünü bu ay, nasip olursa ikinci kısmı ise gelecek ay bu köşede paylaşmak istiyorum.
I
Kan ağlar yürek. Bitmez dertler. Ben İspanya sokaklarında avare. Memleketim kan ağlar. Gafiller ya da hainler iş görür. Etkindirler. Çorap örülür başlara, bilmez gibi davranırlar atılan her adım ihaneti haykırırken... Haklıysan Sen ey Spinoza, nedensellik hâkimse bütün işleyişe ve nedenleri bilmek olup bitenin varacağı noktayı görmekse, kor düşsün yüreklere. Ateş fersiz görünse de aldığı yol çıralı dağlara doğru. Su arıyorum, ateşe serinlik, gönüllere ferahlık. Karlı dağlarıma don vurdu. Elbet sebepler etkin. Lakin sebepler karmaşık.
Çok bilinmeyenli çözümü zor bir denklem nedensellik. Bir kaç görünen nedene aşina olmak, bütününü görmek, sonuçları kestirmeye yetmiyor. Aslında Spinoza’nın düşündüğü, Newton’dan mülhem doğanın mekanik dille matematik çözüm önerisi, istikbalin olası anlamlandırmalardan sadece biri. Bir ihtimal. Zorunlu değil. Çünkü sonsuz ihtimaller söz konusu. Kesikli bir algılayış doğursa da nedenselliğin zorunlu olmadığı, Gazalice düşündürse de bizi; hayatın akışına bakınca ve geçmişi inceleyince doğru bir iz peşinde olduğumuz hissiyatını canlı tutuyor. Elbet hayatın dinamizmi, olan bir şeyin hiçbir zaman yeniden tekerrür etmeyeceğine işaret ediyor. Heraklitos’un haklı olduğunu fısıldıyor. Her şey akıyor ve değişiyor. Hiçbir şey ikinci kez aynı kapıdan geçmiyor. Bu ise, olup bitene bakıp olacak hakkında kestirimde bulunmanın sonsuz ihtimalleriyle yüzleştiriyor sadece.
Zaman faktörü vazgeçemediğimiz ve kaçamadığımız bir gerçeklikse, Heraklitos’un dizinin dibine oturmaktan başka yapılacak bir şey kalmıyor. Zamansız zamanlara uzanabilirsek ve çıkabilirsek belki de zamanın dışına işte o zaman Parmenides seslenecek ötelerden. Değişenin ardındaki değişmeyeni fark ederek, değişimin dilini çözüp değişimin değişmeyeni etkilediğine inanıp daha sakin bir dünyanın kapısını açma sevdası değişmeyen varlık kurgusu.
Parmenides’in değişmeyen varlığı Heraklitos’un evrensel yasası, logosu. İkiyüzlü gerçeklik. Dışı zahir, içi batın. Değişim zahir, değişmeme batın. Bâtın değişmez mi gerçekten? Ham hayal, değişimi anlama uğruna uydurduğumuz değişmezler. Değişmeyenin apaçık olması gerekmez mi? Değişmeme bilebilmenin kapısını açmak değil midir? Heyhat öyle midir? Kapıların ardı neden puslu? Değişmeyen öz niçin muamma?
Murcia, sen cevap verebilir misin bu sorulara?
Ve Müslüman olmuş bir İspanyol’un Teterria’sındayım, çaybahçesinde. Hoş bir mekân ve nur yüzlü bir ihtiyar. İslam’ın insanların yüzünü nurlandırdığı o kadar açık ki. Kara kuru insanların yüzlerindeki ışıltı ve alçak gönüllülük. Aynı yaşlardaki Müslüman olmayanlara bakınca aynı ışıltıyı alamıyorsun bir türlü. Belki duygusal bir şey söylediğim. Ama bu, duygusal bir söylem de olsa bir realite. Kalp temizliği ile ve yapılıp edilenlerle, belki de düşüncelerle beliren bir vasıf var gibi. Bu bakışla Spinoza’nın düşüncesine yaklaştığımın farkındayım. Nedenlerden söz ediyorum ve nedenlere bağlı sonuçlardan. Ama ondan ayrıldığım küçük bir nokta var: Nedenlere karşın sonuçların da tam olarak kestirilemezliğini ve çokluğunu kabul ediyorum. Tezahürler farklılaşıyor. Elbet onca farklı görüntü ortak bir çatıda buluşuyor. Bu olumlu ya da olumsuz bir çatı olabilir: Işıltı, nur, güzellik ya da hoş olmayan görüntüler. Aratonları önemsemezsek, kalbin safiyeti neden, sonuç ise güzel ve iyi…
Nedensellik, öyle görünüyor ki, zihnimizin işleyiş biçimi. Başka bir yol bulamıyoruz. İkna etmeye gönlümüzü. Bırakamıyoruz bir bilinmez akışa zihnimizi, bilemesek de yarının ne getireceğini.
Dün üç kilise dolaştım. Akşama doğru, saat 07’den sonra ibadete gidiyorlar. Burası Katolik. Kiliseler çok büyük sayılmaz. Zaten içerisinde sıralar olduğu için camilerden daha az insan alıyor. Çok da küçük değiller tabii. Cemaat bakımından doluydu ibadet esnasında. Orta yaşlılar ağırlıklıydı. Gençler de vardı. Onlar daha çok günah çıkarmak için gelmişler. Köşelerde 3-5 papaz küçük kulübelerin içinde oturmuş, insanları dinliyor ve kutsuyor. Fena bir uygulama değil, şu günah çıkarma işi. İnsan affedildiğini duyuyor yalan söylemediğini düşündüğü birinin dilinden. Büyük ihtimalle çok rahatlıyordur. Elbet, İslam’da da bir daha yapmama kaydıyla Rabbine yöneldiğinde affedileceğimiz açıkça beyan ediliyor. Katolikliğin güzelliği, her hafta aynı günahı işlesen dahi biraz para verdikten sonra papaz kardeşin büyük bir hoşgörüyle her defasında seni tertemiz yapması! İkna edebiliyorsan gönlünü ne ala, muallâ...
Günaha girdikten sonra ne kadar yıkanırsan yıkan, günah işlenmiştir bir defa. Değiştirsek de kirlenen elbiselerimizi, yuğsak da bedenimizi ova ova, olan olmuştur artık. Hayat durgun değil, her şey aktığı için, yenilenme eskiyi unutmaktan başka bir şey değil aslında. Bir koca yalan değilse elbet şu durdurulamayan akış, eski eski de kalacak. Günah orada duracak. Açtığımız yeni görünen bir sayfa sadece. Film karelerine hapsedilmiş hayat. An ve an patlayan flaşlar. Her patlayan flaş, bir kare film, bir küçük resim… Oynanabilir resimler üzerinde elbet. Ufak tefek rötuşlar yapılabilir. Fotomontaj da mümkün… Papazın operasyonu ya küçük bir rötuş ya da fotomontaj sanki… Ama gerçekler değişmiyor. Sadece görüntü de bir oynama var.
Kirlenmemek gerekiyor. Hiç kirletmemek. Muhtemelen alınan her nefes, yaşanan her an, an ve an kaydediliyor. Sonsuzluğun kalbinde belki de yüzlerce binlerce tekrar ederek muhafaza ediliyor. Ama hiç biri diğeri değil. Sadece yansıma, kopya vs. Sonsuz zaman faktörü girdikçe araya, zaman Aristo’ca hareketle kavrandıkça, değişim kaçınılmaz olacak elbette. Belki de Bağdadi’ce, Heidegger’ce zamanı hareketten kurtarıp varlığa bağlayabilirsek; zaman üzerinden varlığı değil, varlık ekseninden zamanı yakalayabilirsek Heraklitetos’u Parmenides’in zaviyesinden yakalayabiliriz. İşte o zaman değişim ortadan kalkar ve olan, olması gereken, olacak olan aynı noktanın içinde düğümlenir. Hareket bir yanılsamadan öte bir şey olmaz. Değişim değişmeyeni kavramaya yarar. Ancak bize daha kolay görünen değişmeyenden değişimi anlamaktır. Değişimi durdurmadan bilgiye ulaşmak olası değil gibi gelir bize. Bilgi dediğimiz, çektiğimiz resimlerdir oysa. Zamanı yavaşlatarak varlığa yaklaşmak. Olanı, değişim dışına çekerek sabitlemeye çalışmak. Ve rötuşlar, montajlar yapmak üstünde…
İspanya ne kazandırıyor bana. İnan bilmiyorum. Tanrı’nın neden uzak durduğunu insanlardan daha iyi anlamaya başlıyorum belki de. İçi boşaltılan inançlar, karşılaştığım çokça. Orta yaş ve üzeri insanların bakire Meryem’in ikonu önünde hissettiklerini anlamaktan çok uzağım. Ama samimiyetlerini, saygılarını ve sevgilerini görebiliyorum yüzlerinde. Somutlaşan dünya ilişki kurmalarını kolaylaştırıyor muhakkak. Acılara müptela İsa, gözlerde büyüyor. Yaratılan dünya normal insanî tahammülün sınırlarını zorladığı kesin. Kiliselerin loşluğunu ve boğucu dizaynını rahatlatan en güzel uygulama seranomiler. Müzik rahatlatıyor havayı. Ürperten görüntüleri munis bir kutsallığa büründürerek kanatlandırıyor yavaş yavaş.
İnsan günahkâr. Günah karartıyor yürekleri. Karanlık kiliseye girince kilisenin karanlığı hükmediyor gönüllere. İnsanın karanlığı kilisenin karanlığında kayboluyor önce. Karanlıklar içinde bunalıyorsun, bocalıyorsun. Ve bir zaman sonra tatlı bir ses yankılanmaya başlıyor duvarlarda. Sana sesleniyor, içimdeki ışığa. Aydınlandığını hissediyorsun. Kararan ruhun aradığı ışığı buluyor sanki. Kilise karanlığı ile kalırken geride yüzünde bir tatlı huzurla yeniden kirlenmek üzere çıkıyorsun dış dünyaya, güneşe…
Camilerle kiliseler arasındaki en temel farklardan biri galiba bu yüreği boğan ya da gönlünü karartan atmosfer. Yalnız İspanya kiliseleri Almanya kiliseleri kadar karanlık ve boğucu değil. Özellikle kubbeli olanlar. Muhtemelen camilerden çevirdiler bu kiliseleri. Belki de camii mimarisinden çokça etkilendikleri için. Bana daha çok camiinin kiliseye çevrilmesinden kaynaklanan bir bunalım hâkim gibi geldi Murcia kiliselerinde. Aydınlık kubbeler, kaba değişikliklerle karartılmış. Minareler çan kulesine çevrilmiş. Ağırlaşmış. Arkaya ve öne yapılan eklemeler genelde ışığı perdelemiş. Çok uğraşmışlar karartmak için aydınlık camileri. Ama yine de karartamamışlar istedikleri gibi. Hüzün kaplamış kubbeleri.
Kubbeler üstünde zonk zonk çalan çan, yaralar her vuruşta yüreğini. Hasret kalmışlar tatlı nağmelere, ezana. Kararan gönülleri belki de duvarlarda yankılanan musikiyle ürperdikçe geçmiş geliyor akıllarına. Çınlayan o hoş sedayı andıran müzik, ışıldatıyor gözlerini. Umut ve sevinç kaplıyor yüreklerini. Avunuyorlar bir müddet. Lakin birkaç saat sonra tepelerinde zonklayan koca çanlar uyandırıyor daldıkları hülyalardan. İçlerindeki aydınlık, yeniden karanlıklara teslim oluyor. Kilit vuruluyor dudaklarına. Tek bir şey kalıyor geriye. Beklemek. Karanlıklar içinde kalan sevda.
Ne zordur aydınlığı karanlığa teslim etmek, aydınlığı karanlıkta kaybetmek… Murcia kiliselerinde hayallerini kaybetmek…
Yorum
İkinci bölümü sabırsızlıkla…
İkinci bölümü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Tebrik
Süleyman hocam
Doğru yoldasınız. Felsefe kitlelere akademik sacma tutucu bagnazlıklarla değil her akla bir şeyler katacak denemelerle olur. Yazılarınızı okurken dergiye teşekkür etmek isterim sizinle tanıştırdığı için. Sevgilerimle
Yorum
Üstadım hayaller ve gerçekler arasında bir nedensellik arayabilir miyiz? Bunun düşünce tarihinde yanlışını gelecek yazılarda açabilir misiniz? Selamlar
Süleyman Bey önceki…
Süleyman Bey önceki yazılarınızdqn farklı bir metin. Felsefe tarihi derslerini de böyle anlatsanız ne iyi olur. Okur olarak çoklu düşünme yetimi zorluyorum. Kıyaslama ve sorgulama yapıyorum. Esen kalın
Endülüs
Hüzünlü bir yazı okudum. Endülüs İslam medeniyetinden Toledo Camii ile el-Hamra Sarayı'nın bazı kısımlarının dışında geride pek bir şey bırakılmadığını hatırlayınca ülkem geldi aklıma.
Süleyman Hocam
Türkiye ikinci bir Endülüs'e mi koşuyor? Spinoza ya da İbn Arabi ne derdi bu gidişe?
Edebiyatı felsefeyle buluşturan yazınızı defalarca okudum.
Hüznümü tazelediniz.
Sağolun...
Yorumlara Cevap
Değerli okuyucular
Ben bu Blog'un yazarı Süleyman Dönmez Hoca
Hepinize teşekkür ediyorum. Sizlerin yorumları yol gösterici oluyor.
Her birinize tek tek yanıt vermek istiyorum. Ama vakit! yetişemiyorum. Sizleri okuyorum ve yazılarıma yön verirken faydalanıyorum.
Var Olun. Yorumlarınız beni mutlu ediyor...
Yeni yorum ekle