Yücel Feyzioğlu
Türkiye’den hikâye yazarı Muzaffer Buyrukçu gelmişti. Almanya’nın Gelsenkirchen şehrinde birkaç sanatçı buluştuk. Ressam Aydın Karahasan, Ömer Polat, Yaşar Miraç ve ben. Yıl 1986. Gece saat üçe kadar sürdü sohbet. Kalktık. Arabaya bindim, tam eve 300 metre kala polis önüme geçip durdurdu. “Nereden geliyorsunuz bu saatte?” diye sordu. “Öncü içkiciler sempozyumundan” dedim. Adam gülümsedi ama ehliyetimi, kimliğimi aldı, baktı: “Bizim arabayı takip edin!” dedi. “Eyvah, polis merkezine çekecek, arabayı kilitleyecek,” diye düşünerek onları ağır ağır takip ettim. Bizim evin olduğu caddeye döndüler. Evin önüne gelince park etmem için işaret verdiler. Park edip indim, polis yanıma geldi. Ehliyet ile kimliğimi geri uzatarak: “Sizin gibi akıllı insanlar böyle akılsız işler yapmaz. Haydi iyi geceler,” dedi. “Bir dakika, o benim fikrim değildi. Azerbaycanlı yazar Anar’dan kopya çektim,” dedim. “Ama yerinde kullandınız,” dedi, el sallayıp gitti.
1985 yılında “Sizi Deyib Gelmişem” adlı kitabını imzalamıştı Anar. “Me’lumat” adlı hikâye vardı içinde. “Öncü içkiciler sempozyumu”nu bu hikâyede anlatıyordu. Okudukça gülmüş, dilime dolamıştım. Anar’dan okuduğum ilk kitap buydu ve beni polisin elinden kurtarmıştı. 1989 yılında “Beş Katlı Binanın Altıncı Katı” romanı Almancada yayımlandı. Anar onu da imzaladı bana, ama geç okudum, roman hakkında bir yazı yazdım, ona değinmeyeceğim.
Türksoy’da Elçin Gafarlı Anar’ın “Çağdaşlarım” adlı kitabını verdi bana. Bir çırpıda okudum. Azerbaycan edebiyatını Avrupa’da ve Türkiye’de tanıtma misyonunu Orhan Aras’tan alacak değilim, edebiyat eleştirmeni de değilim ama içime sinen bazı kitap ve sanat eserleri üzerine düşüncelerimi arada bir yazıyorum. Anar’ın kitapları da bunlardandır ve kitapları beni etkiledi.
Edebiyat deyince ilk akla gelen dil, kurgu, konu, düşünce, karakter betimi, sahne bütünlüğüdür. Edebiyat, dili zenginliği, derinliği, renkliliği, çeşnisi, dil duygusu ve dil kurallarıyla kullanabilir olmaktır. Edebiyat, karşılaştırma ve oranlamalarıyla, benzetme ve mecazıyla, mesel, temsil, simgesiyle, kinâye, imâ, iğnelemeleriyle, atasözleri ve halk hikayeleri, efsaneler dahil dilin bütün kültürel deposuyla, abartı, ve gülmece geleneğiyle yazma becerisidir.
Dilin ve edebiyatın bu olanaklarının bir çoğunu Anar kullanıyor. Kelimeleri değirmen taşının arasına salıp unufak etmeden diri ve canlı betimlemelerle kullanıyor. Tolstoy ve Orhan Kemal romanlarında da aynı dil dinamizmini görüyoruz. Ancak Azerbaycan dilinin yumuşaklığı, zenginliği, kıvraklığı ile Anar damakta ayrı bir tat bırakıyor. Bu tat Almanca romanına bile yansımış. Farsça, Arapça ve Rusça sözcükleri katıp karıştırmıyor.
“Çağdaşlarım”
Bu kitap iki bölümden oluşuyor. 1. Bölüm: Siyasi Portreler, 2. Bölüm Edebi Portreler. Kitabı Türkiye Türkçesine uygunlaştıran İmdat Avşar. Yayımlayan Türksoy. Kitapta anlatılan portrelerin –bana göre- bazılarının dışında hepsi siyasi ve edebi anlamda ülkelerimizin hayatına büyük değerler katmış insanlar. Onlar olmasaydı, Türkiye ve Azerbaycan bugünkü anlam ve önemini belki de kazanamayacak, kültürel ve siyasi kimliği çok zayıf kalacaktı. Anar, Mustafa Kemal Atatürk’ün iyi öğrenilmesi için en doğru adresin, Şevket Süreyya Aydemir’in üç ciltlik “Tek Adam” adlı eserinin olduğunu yazıyor ki gerçekten o eserler roman tadında ve kapsamlı en önemli eserlerdir. Daha sonra yazılanlar bu eserlerin çok özeti gibidir.
Heydar Aliyev’i kendi kişisel tanıklığı ile anlatırken Elmira Ahundova’nın “Şahsiyet ve Devir” adlı eserine ilgi uyandırıyor. Bu büyük insanı Ahundova’nın kaleminden okumak isterim. “Çağdaşlarım”da Çarlığa karşı baş kaldıran özgürlük kahramanı Şeyh Şamil’e, Azerbaycan’da özgürlük bayrağını 20.yüzyılın başında yükselten Mehmet Emin Resulzade’ye, Türk yurtlarının kendi şartları olduğunu savunduğu için “milliyetçilik” suçlaması ile cezalandırılan Mirsaid Sultangaliyev’e, hapsedilen, yok edilen, kurşuna dizilen o dönemin çok önemli liderlerine kitapta yer veriyor Anar. Süleyman Demirel’i, Bülent Ecevit’i anlatıyor. Nursultan Nazarbayev’in kendine güvenen kişilikli tavrına tanıklık ediyor.
Kitapta –Türkiye okuruna ters düşecek- ama benim ilgimi çeken birkaç konuya değineceğim. Yine 1. Bölümde “Neriman Nerimanov’un Faciası”nı geniş açıdan anlatarak okuyucuyu sarsıyor Anar. 15 Eylül 1921’de şöyle diyor N. Nerimanov: “Sovyet Rusya’sı bana hangi görevi vermişse, büyük zahmetler pahasına hepsini de yerine getirdim. Sovyet Rusya’sı Azerbaycan’dan emin olabilir, o, Azerbaycan petrolünün Rusya’ya mahsus olduğunu kesinlikle bilmelidir.” Azerbaycan’ı kurtarmak için Neriman Nerimanov’un yeri gelince direndiğini yeri geldiğinde ise böyle büyük tavizler verdiğini yazıyor. Buna rağmen Nerimanov zehirlenerek öldürülüyor.
Tarihten iki çarpıcı örnek vererek Anar hem Neriman Nerimanov’u eleştirenlere karşı göğüs geriyor hem de insanların pek bakmak istemediği bir pencere açıyor: “İlki uzak tarihtendir. Timurlenk, Şirvanşahlar Devleti’nin sınırlarına ayak bastığında Şirvanşah İbrahim onun karşısına her birinde dokuz çeşit hediye olan dokuz tepsiyle çıkar; ancak hediye tepsilerini taşıyan hizmetçilerin sayısı sekizdir. Şirvanşah İbrahim durumu şöyle izah eder: Dokuzuncu hizmetçiniz de benim efendim!”
Neticede Timurlenk Şirvanşahlar Devleti’ne dokunmaz. Hükümdar kendi onurunu ayaklar altına alarak ülkesini kurtarır.
İkinci hadiseyse daha yakın bir zamandan: 2. Dünya Savaşında Fransız Cumhurbaşkanı Mareşal Petain, Almanlara Paris kapılarını açar ve şehri hiç savaşmadan teslim eder... Savaş sonrasında ihanetle yargılanır...Petain onurunu çiğnetmiş ama Paris’i korumuştur.”
Daha da eski tarihe gidersek Mevlana’da da aynı tavrı görüyoruz. Kitabın 2. Bölümüne geçerek bu konuya kısaca değinebiliriz. Moğollar yıkıcı güçle gelmektedirler. Kalenderî (Cavlakî) dervişleri Anadolu’ya fazlasıyla yaymış, propoganda yaptırmaktadırlar. Önce Erzurum’u yerle yeksan ederler. Sonra 3 Temmuz 1243, Kösedağı savaşında Selçukluları yenip Sivas, Tokat, Kayseri’yi yıkar, binlerce Ahi ve Bacıyan teşkilatı üyelerini kılıçtan geçirirler. Ahi teşkilatlarının direnme azmine karşı Mevlana “Bunlar gelip Türkleşecektir” diyerek Moğollardan yana tavır koyar Konya’yı yıkılmaktan kurtarır. (Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin ve Prof. Dr. Mikail Bayram: Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi) Ama bunun eleştirisi Türkiye’de hâlâ devam etmektedir. Bu ayrı bir konu. Anar Mevlana’yı da analiz ederken bu tavrına değinmeyi gerekli görmemiş, ama unutulmaz bir tavırdır.
Aslında Orhan Pamuk olayına da bu perspektiften bakabilirdi. Orhan Pamuk Ermeniler üzerine yaptığı bir açıklamayla kitap okuru olmayan kültürden bihaber en kaba kesimi karşısına almıştır, ama Türk edebiyatını dünyaya açmıştır. Diyeceksiniz ki Nazımlar, Yaşar Kemaller, Cengiz Aytmatovlar daha önceden dünyaya açmamışlar mıydı? Doğru, ama Orhan Pamuk’un Nobeli almasıyla bir atılım yaşandı. Bir anda 162 Türk romanı, hikayesi, şiiri dünya kitapçılarının raflarını doldurdu. Türkiye’ye ilgi arttı. Tabii o zamanki hükümetin demokrasi yolunda istekli davranması, Alevi, Kürt, kadın tartışmalarına dahil olması da ilgiyi artırdı. Bugün artık kimsede bu ilgi yok. Burada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim:
Aziz Nesin “Türk milletinin yüzde 60’ı aptaldır,” dedi. Neden böyle dediği, bu sözlerin anlamı, felsefi boyutu tartışılmadan herkes kendini yüzde 40’ın içinde sayarak ona karşı büyük düşmanlık gösterip yüzde 60’ı savunmaya girişti. Ama bu işten Almanlar kazançlı çıktı. Şöyle ki: 1.8 milyon tirajlı der Spiegel dergisi “Biz ne kadar akıllıyız?” diye 20 sayfalık anket soruları yayımladı. Okurlarının ancak %20’si doğru cevap verince “Aziz Nesin haklı çıktı” diye aydınlar arasında gülüşmelere neden oldu ve Alman eğitim programlarında yeni düzeltmeler yapıldı.
Bir parantez daha açmak istiyorum: 1997 yılında Frankfurt Kitap Fuarında Alman Yayıncılar Birliği Barış ödülünü Yaşar Kemal almıştı. Törende Yaşar Kemal’den Türkiye ve dünya sorunlarına yönelik ciddi bir çıkış bekleniyordu. Yaşar Kemal o kadar sıkıntılı bir durumdaydı ki, hakkında bir yığın suçlama ve yürütülen mahkemeler vardı. Yeni bir suçlanma nedeni yaratmamak için beklenen konuşmayı yapmadı, Günter Grass söz aldı. Alman Cumhurbaşkanı ve bakanların gözlerinin içine baka baka özetle şu konuşmayı yaptı: “Bu kadar tankı topu üreten, satan, halkları birbirine kırdıran, kan döken sizsiniz. Sizlerden nefret ediyor ve Alman olduğumdan ötürü utanç duyuyor, Almanya’yı terk ediyorum.” Günter Grass kürsüden iner inmez basın Yaşar Kemal’i unuttu, onun çevresine hücum etti. O ise söyleyeceğini söyleyip Almanya’dan Hindistan’a göç etti. Toplum ikiye bölündü, tartışma günlerce sürdü, gazeteciler gidip Cumhurbaşkanına sordular: “Günter Grass toplumu böldü, siz ne diyorsunuz?” Cevap: “Ne iyi ki bir Günter Grass’ımız var. Bizi silkeleyip kendimize getiriyor. Gidin onu ülkesine getirin.” Diplomatlar gidip onu -yanlış hatırlamıyorsam- altı ay sonra getirebildiler. Elbette her ülkenin gelişme süreci farklıdır, burada böyle oluyor diye onu kopya edecek halimiz yok, ama 1999 yılındaki Nobel Ödülü Yaşar Kemal’e verilecekken, en etkili romanı “Teneke Trampet”i 45 yıl önce yazılmış olmasına rağmen Günter Grass’a verildi. Almanya bazı ülkelere tank-top satışını kısıtlamak zorunda kaldı. (Ya da daha gizli sattı) Yani demek istediğim büyük işleri becerebilmek için bazı cesur adımları çok ters köşeden atmak, kurban olmayı göze alabilmek gerekiyor. Yüz yıl sonraya Orhan Pamuk’tan en az üç beş roman kalacak, ama o birkaç cümlelik sözünü kim hatırlayacak?
“Çağdaşlarım” Görkemli Bir Sanat Sergisi...
“Çağdaşlarım”, objektif analizlerle bir çok yazar ve sanatçımızın görkemli bir sergisine dönüşüyor. Başta Mevlana, Yunus Emre, Nazım Hikmet kitapta yeniden can buluyor, soluk alıp veriyorlar. 1917 yılında yayımlanan “Kardeş Kömeyi” (Yardımı) dergisini yakından tanıyoruz. Savaş içinde çaresiz, yersiz yuvasız kalmış Türkiye insanına Anar’ın deyimi ile “vicdanlı aydınların yaptığı maddi ve manevi yardımın en güzel örneği,” bu dergide verilmiştir. Sonradan sürgün edilecek, kurşuna dizilecek bir dizi yazar ve şairin yer aldığı bir dergidir “Kardeş Kömeyi”. Bu dergide “yayımlanan yazıların birçok bakımdan güncelliği” devam etmektedir. Sadece yardıma odaklanmamış, çok ilkesel konulara eğilmiştir. Rusya’daki Türklerin okul ve eğitim sorunundan alın dil sorununa kadar birçok konuda kalem oynatılmıştır. Salman Mümtaz’ın “Kul” adlı yazısı benim de çok ilgimi çekmiştir. Alıntılayayım:
“Şairlerimizin şiirleri, edebiyatçılarımızın eserleri Arap ve Fars boyunduruğunda olduğu gibi; adlarımız da bu iki dilin esiri ve kullarıdır. Ezelden ne şekilde olmuşsa, bu kulluk elbisesi Türk milletinin boyuna ölçülmüş ve biçilmiştir. Ebu Nasr Farabî, İbni Sina, Celaleddin Rumî, Cevherî, Hüsrev Dehlevî, Nizamî Gencevî, Hakani Şirvanî gibi nice meşhur (sanatçılar) Türkoğlu Türk oldukları halde eserlerini baştan başa Arapça ve Farsça yazmışlar...”
Dolayısı ile bunların hepsi Batı literatüründe Fars ya da Arap sayılmaktadır. Doğrusu da öyledir: “Türk kökenli Fars şairi...” Çünkü dil olarak Türkçeye katkıları olmamış. Bunlara 15.yyda ilk karşı çıkan da Alişir Nevaî’dir. Keşke bu kitapta Nevaî üzerine de bir çalışma olsaydı. Akif Pirinççi’nin de Almanca yazdığı kriminal romanlar milyonlarca okuyucuya ulaşıyor. Türkçede bir cümlesini bilen var mı, yok. Türk asıllı Alman yazarı olarak sayılıyor.
“Danabaş Köyünün Hikayeleri” ve Yazarı Celil Memmedkuluzade’nin Çarlığın bütün baskı ve zulmüne karşın 25 yıl boyunca çıkardığı “Molla Nasreddin” dergisi unutulur mu? Anar bu derginin nasıl bir okula dönüştüğünü, çevresinde sayısız aydın ve yazar oluşturduğunu anlatıyor bize... Bir Zulmü ya da her hangi bir konuyu mizah ile anlatmak kolay bir olay değil. Kolay gibi görünür ama hadi yaz bir mizah öyküsü, ya da anlat bir fıkra dendiğinizde kalem duruyor, söz susuyor... Ve 25 yıl sürmüş bu destan...
Daha birçok hazineler var “Çağdaşlarım”ın içinde. Nazım Hikmet’in, Cengiz Aytmatov’un, Olcas Süleymanov’un, Serteller’in hikayesini bilmeyen yok Türkiye’de. Bunlara ve daha bir çok yazar ve şairimize Anar’ın penceresinden bakmak okura farklı doyumlar sağlıyor. En iyisi Türksoy yayını olan bu kitabı mutlaka edinmek ve keyifle okumak. Anar’a şunu da önermek isterim. Keşke kitap tanınmış bir yayınevinden çıksaydı. Türksoy’dan çıkması iyi tabii, Düsen Kasainov’a teşekkür borçluyuz, ancak oradan gerçek edebiyat severe ve okuması gereken aydınlara ulaşması çok zordur. Kitapçılarda satılmıyor çünkü. Ama bu kitabın okunması gerekiyor.
“Çağdaşlarım” konusunu kapatmadan birkaç söz daha eklemem gerekiyor. Bence bu kitaba Türk dünyasından Dede Korkut, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Çolpan, Abay, Muhtar Avazov, Resul Hamzatov, Üzeyir Hacıbeyli, İsmail Gaspıralı, Mustafa Çokay, Abdullah Tukay, Hüseyin Cavid, Zeki Velidi Togan, Mahdum Kulu, Abay İbrahim, Cengiz Dağcı, Ahmed Cevad gibi daha bir sıra etkili yazar ve şairleri de alarak Türk dünyası üniversitelerinde okutulması gerekiyor. Kitap önemli bir kitap. Anar’ın eline, diline sağlık. Orhan Aras’ın “Doğunun Yıldızları” kitabı da liselerde okutulmalı. Tabii her şeye hükmetmeye çalışan beşinci dereceden yeteneğe sahip insanlar izin verirse...
Yeni yorum ekle