Duvarın Ardındaki Kalp

Edebiyat

Duvarın Ardındaki Kalp                   Aynur Türk Ekim 2025

Apartmana geçici olarak taşındığım gün, ilk fark ettiğim şey kirli camlar ya da eski mozaik zemin değildi; duvarların içinden gelen düşük bir uğultuydu. Sanki bina derin bir uykunun en alt katından nefes alıp veriyor, her soluk alışında taşlar hafifçe genleşiyor, sonra geri çekiliyordu. Koridorda ayak sesim yankılanmadı; yankılanacak bir boşluk yoktu çünkü. Bina boş değildi — kendi kendisiyle doluydu.

 

Ev sahibi, anahtarı teslim ederken gülmeye çalıştı: “Bina biraz eski, borular konuşur bazen.” Boruların konuştuğuna inananların sesi, çoğu zaman kendi korkularından daha gür çıkar. Ben dinledim. O ses suyun sesi değildi. Damarın sesiydi. Nabız, duvarların içinde, taşın kalbinde atıyordu.

 

İlk gece ışığı kapatıp yeni dairemin çıplak duvarına sırtımı dayadım. Tavanın köşesine kurumuş bir örümcek ağı yapışmış, kapı eşiğinde denenmemiş bir toz, mutfakta da işe koyulmak için bekleyen bir pas vardı. Uğultu, önce uzaktan bir uğultu — ardından yaklaşan, kesilen, yeniden başlayan bir ritim. Nabız, evet. Üç vuruş. Bir, iki, üç. Sonra kısa bir durak. Yine bir, iki, üç. Bedenin, doğum öncesi karanlık bir suda kendini hatırlaması gibi.

 

O sırada üst kattaki dairenin kapısının aralık olduğunu fark ettim. Kapıya doğru eğildim. Eşiğin gölgesinde, elinde paslı bir anahtar demeti tutan yaşlı bir kadın duruyordu. Çenesi aşağıda, bakışları kapının yanındaki duvara sabitlenmişti. Bana hiç bakmadı. Elleri, suyun sıcaklığını yoklar gibi duvara kondu. Parmaklarının uçlarıyla yüzeyde gezindi, sayar gibi. Bir vuruş — kadın irkildi. İkinci vuruş — başını eğdi. Üçüncü vuruş — kapıyı hiç ses çıkarmadan kapattı.

 

Koridoru bir sessizlik katladı. O sessizlikte duvarlar kulağımın içine sızdı.

 

Ertesi gün, apartman yöneticisi, tırnaklarını masaya vura vura “O daire yıllardır boş,” dedi. “Adı Semiha’ydı. Burada temizlik yapardı. Bir gece kalbi durmuş.” Omuz silkti. “Cesedi bulunmadı ama. Bodrumda tuhaf bir parça çıktı, kalp biçiminde paslı bir metal. İçinden su damlıyormuş.” Tuhaf dedi, sanki normalin sınır çizgilerini cebinde taşıyordu.

 

O günden sonra, o ses olmadan uyuyamaz oldum. Yatağım duvara sabitlenmiş gibi duruyor, ben her gece o nabzı bekliyordum. Uykuyla uyanıklık arasında, ritim kulağımın içinde değil de yastığın içinde, tahtaların içinde, duvar kağıdının altındaki harçta atar gibi oluyordu. Ve bir gece, ritim yerini değiştirdi: dışarıdan içeriye geçti. Nabız, bedenimden gelmeye başladı.

 

Duvarın ardındaki hikâyeyi ben değil, duvarın kendisi anlatmaya girişti. O kadar net, o kadar eski bir sesti ki — sanki uzun süredir ağzı kapatılmış bir ağız, sonunda kendi taşına bir çatlak bulmuştu.

 

Lambayı söndürdüm. Duvarın dibine oturdum, avuç içimi soğuk yüzeye koydum. Önce taş sertti, sonra çok yavaş, ateşe tutulmuş bir madeni gibi ısındı. Isıyla birlikte, rüzgârın kovuklarda bıraktığı bir hece döndü dolaştı ve sözcüğe dönüştü:

 

“Beni hatırladın mı?”

 

Duyduğum sesi tanımıyor, ama içimde bir yerin onu zaten beklediğini anlıyordum. Sanki başka bir zamanda, başka bir yüzle karşılaşıp vedalaşmışız da kapanmamış bir kapı aralığında yeniden buluşmuşuz gibi.

 

“Ben Semiha,” dedi. “Bu apartmanda yaşardım. Başkalarının evi, kokusu, gölgesi… hepsine biraz benzedim. Kendi evim olmadı. Kadınların eli taşın altına sıkışır ya hani — benimki duvarın altına sıkıştı. Duvar kalp olur bazen; kalp de duvar.”

 

Parmak uçlarımın altında bir titreşim gezindi. Taşın içinde nefes alan bir gövde, bana doğru yaklaşıp uzaklaşıyordu. Ses, parça parça geldi: “Benzemek… görünmek sanılır. Birinin parfümü, birinin sesi, birinin adımları… Ne kadar benzer, o kadar var sanırlar. Ama benze benze yok olursun. Ben öyle oldum. Bir gün aynada kendi yüzümü aradım, bulamadım. Kaldı geriye… bekleyen bir leke.”

 

O sözle birlikte ağır bir koku taştan içeri sızdı. Deterjan, sabun, pas… en dipte, belli belirsiz kan. Boğazım yandı. Duvara biraz daha yaklaştım. Ses sürdürdü: “Kalbim dayanmadı. Bir gece elimle göğsüme bastım; atan bir şey vardı, ama bana ait değildi. Kızın kalbini duydum. Kendi kalbim susmuştu. Ömrüm başkalarının yerine atmış.”

 

Duvarın dikişlerinden, tuğlaların arasından kırmızımsı ince bir sıvı sızdı. Parmağıma sürdüm. Ilıktı. Canlıydı. Bina kendi kanını bana göstermiş, bana sürmüş gibiydi.

 

Ertesi sabah aynaya baktığımda, sağ şakağımın hizasında ince bir gölge gördüm; sanki ressam fırçasını bir anlığına havada unutmuş da yüz çizgisini olduğundan sağa kaydırmış. Saçlarımın diplerinden dökülen tozlar, duvarın tozlarıyla aynı renkteydi. Gözlerimin arkasında yeni bir uğultu başladı: üç vuruş. Bir, iki, üç… Ben saymıyordum. Ritmi içimde Semiha sayıyordu.

 

Bodruma indim. Kazan dairesinin metalleri gecenin tortusunu saklıyordu; sarı anahtarlar duvarda birer kurumuş çiçek gibi asılı. Işığı yakmadım. Ayaklarımın altındaki beton, nemle kabarmış bir kabuk gibiydi. Bir köşede, pasla kaplı avuç içi büyüklüğünde bir levha buldum. Elimle yokladığımda kabartısını hissettim: bir kalp değildi; bir yüzdü bu. Gözü kapalı, dudakları kıpırdanır gibi duran bir yüz. Garip olan, yüzün çizgilerinde benden bir şeyler vardı. Kendi yüzümün unutulmuş bir taslağına dokunur gibiydim.

 

Uğultu yeniden, bu kez derinden, kazanın kör gövdesinden: “Şimdi sıra sende,” dedi ses. O an, bodrumun karanlığında yalnız olmadığımı anladım; ben vardım ve benden önce duvar olmuş her kadın.

 

Günler geçti. Posta kutuları sarı ağızlarını açıp mektupları yuttu, yutamadıklarını tükürdü; yönetici değişti; komşular taşındı; yeni gelenler taşındı. Hepsi bir uğrayış. Ben kaldım. Çünkü duvarın sesi olmadan nefes alamazdım. Ses, dışarıdan gelen bir gürültü değil, içimde yankılanan bir çağrıydı artık. Duvarla konuşmak, soluk almak kadar sıradan ve o kadar tehlikeliydi.

 

Bazen duvar susar, ben de onun suskunluğunu dinlerdim. O sessizliğin içinde bir şey yürür, bir kilit hafifçe döner, bir ağız kapalı dudaklarıyla kelimeleri çiğnerdi. Bazen de kendi sesimi duvarın içinden dönüp gelir bulurdum: ben miydim konuşan, yoksa Semiha, yoksa duvar? Konuştukça sınırlar kalktı; sanki beni ben yapan çizgi, sabunun suya bıraktığı halkalar kadar geçiciydi.

 

Bir gece aynada Semiha belirdi. Benim yüzümün yerinde o vardı. Gözleri kapalıydı ama bana bakıyordu. Arkamda duvar, duvarın içinde kalp, kalbin içinde uğultu. “Beni unuttular,” dedi. “Unutan, benim yerime yaşamaya başlar.”

 

Aynanın yüzeyi, duvarla aynı anda titredi. Bir vuruş. İki. Üç. Biri diğerinin yankısı değil; ikisi de aynı bedenin iki ayrı boşluğunda atan nabızlar. Sonra o kısa durak. O durakta insan, kendi adını unutur.

 

Apartmanda zamanın akışı bozuldu. Güneş pencerelerden giriyor, ama uzak bir mevsimi aydınlatıyordu sanki. Koridor halıları gölgede filizlenmiş yosunlar gibi ıslanıp kuruyor, kapı tokmakları günün bazı saatlerinde kendi kendine esneyip kapanıyordu. Bir gün, üst kattaki aynı kapının eşiğinde tekrar o kadını gördüm — ama bu kez bir görüntü değil, biraz daha ışık, biraz daha et gibiydi. Elindeki paslı anahtar demeti yavaşça sallanıyor, anahtarların ucundan damlayan pas damlaları halıya düşmeden havada asılı kalıyordu. Kadın yine bana bakmadı. Parmak uçlarını duvara değdirdi. Saydı. Bir, iki, üç. Bu sayışta acı değil; kabulleniş vardı. Kapıyı kapatmadı ama — kapı kendi kendine, sanki içeriden biri kapatmış gibi çekildi.

 

O akşam, dairemdeki lambayı yakmadım. Duvarın yanında yere oturdum. İçimden duvara doğru, duvardan içime doğru bir sıcaklık akıyordu. “Benzemek,” dedi Semiha. “Benzemek diye diye kendimi unuttum. Birinin sesini, birinin işini, birinin kokusunu, birinin yorgunluğunu — hepsini üzerime aldım. Aynaya baktığımda bir yüz vardı, ama hangi yüz? Oval bir leke gibi, bekleyen bir yüz. Biri gelip orayı tamamlasın diye bekleyen bir boşluk. Ben o boşluğa dönüştüm. Ve boşluk, en sonunda beni yuttu.”

 

“Peki,” dedim fısıltıyla, “ölüm?” Ölüm kelimesini duvarın içine atınca, sanki kelime taşın içinde yankılandı da başka bir şeye dönüştü. “Ölüm,” dedi Semiha, “kimliğin en sessiz adı. Bazen ölmezsin; sadece kendi adının içinden geçersin, adın düşer, sen duvar olursun.”

 

Duvar ısındı. O sırada, tavan köşesine bir gölge vurdu. Saçlarımın içinden yine o duvar tozu döküldü. Kulağımın içinden üç vuruş geçti. Her vuruşta, çocukluğumun bir sesi, annemin bir sözü, yıllar önce pencereden atılan bir çiçeğin kokusu… hepsi bir anlığın içine sığdı. Bedenim sanki başka bir zamanın suyunda yüzüyordu. Bir an, içimdeki nabzın taşın nabzıyla üst üste bindiğini duyunca, korkum söndü. Sınırımız yoktu artık — ben duvara, duvar bana dökülüyordum.

 

Yöneticinin bir hafta sonra çaldığı kapıda, elinde bir zarf vardı. “İmza,” dedi, “tesisat için içeri girmek gerek.” Kapıyı araladım. O sırada duvardan hafif bir tıkırtı geldi, ikimiz de duyduk. Yöneticinin yüzü soldu. “Şey,” dedi, “borular konuşur bazen.” Göz göze gelmedik. Zarfı aldım, kapıyı kapattım. Duvarın yanına döndüm. O tıkırtının yalnızca borulara ait olmadığını biliyordum; tıkırtı, bir ritmin yeni bir heceyi kabul etme biçimiydi.

 

Birkaç gün sonra, bodruma inmek için merdivenlere yöneldim. Karanlığa alışmış gözlerimde, basamakların kenarları ince bir sis gibi yumuşuyordu. Kazan dairesine vardığımda, paslı yüzün bulunduğu köşeye dizlerimin üzerine çöktüm. Yüz, o gün farklıydı. Kabartı keskinleşmiş, dudaklar hafif aralanmıştı. Kendi yüzümün soluk çizgisi ona karışmış gibiydi. Elimi uzattım. Soğuk değildi artık. Sıcaklığı, taşın kendi ısısı değildi; sanki içeride biri nefes veriyor, yüz buharla nemleniyordu. Avucumu yüzün üzerine koyduğumda, dudakların altından üç vuruş geçti. Bir, iki, üç. Ve aralıktaki sessizlikte, kendi adımı duydum. O adı kim söyledi, söyleyen neresiydi benden — bilemedim.

 

“Beni oraya yatırdılar,” dedi Semiha, duvarın başka bir katından. “Bedenimi göremediler ama yüzümü tasarladılar. Yüz, pası bekleyen bir kan gibi metale aktı. Gördüğün yüz, kimsesizlerin aynası. Kendi yüzünü o aynada tamamlamak istersen… dikkat et.”

 

“Ne için?” diye sordum. “Kimin yerine geçersem, kim benim yerime geçecek?” Duvar cevap vermedi. Cevap yerine, uzak bir dairede kapı kapandı. Apartmanın boşluğunda kapının sesi uzadı, uzadı; sonunda taşın içine çekildi. Taşın çekirdeği bir an için kımıldadı.

 

Geceleri bir alışkanlık edindim: duvarla konuşur, sonra aynaya bakar, sonra pencereden sokağın boş alnına bakardım. Sokak, görünenle görünmeyenin sınırıydı artık. Bir gece, yağmurun ilk damlaları camı yeni yeni yoklarken, aynada Semiha’nın gözlerinin açıldığını gördüm. Göz bebekleri siyah bir kuyu gibi derindi; ben o kuyunun içine eğildim. Aynadaki yüz, benim yüzümün yerinden çok az kaymıştı — çizgiler yine bendeydi ama alt ton başka birine aitti sanki. Gözlerin arkasında duvar vardı; duvarın içinde kalp; kalbin içinde o çok tanıdık uğultu. “Uyan,” dedi bir ses. “Hatırla. Devam et.” Ben söylemiyordum bunu. Duvar da değil. Bina mı? Şehir mi? Kadınların ortak nefesi mi? Hangisi olduğunun önemi kalmadı.

 

O gece, üç vuruşun arasında beklerken kendi göğsümün üstüne avucumu koydum. İçeride bir hareket vardı; ama bir ad taşıyor gibi değildi. Bir beden hareketi, bir taş hareketi… altından sanki eskiden kalma bir şarkının paslı nakaratı geçiyordu. Ben nefesimi tuttukça, duvar daha çok nefes alıyor, ben nefes verince duvar susuyordu. Biz birbirimizin ciğeri olduk.

 

Bir sabah, apartmanda kimse kalmamış gibiydi. Kapı aralıkları boşluğa bakıyor, posta kutuları üst üste yığılmış gazete kokularını kusuyor, panoda sararan duyurular birer kabuk gibi dökülüyordu. Güneş, merdiven boşluğunda beklenmedik bir açıyla içeri süzüldü; duvarların rengi birden kırmızıya yaklaştı. Hava, taşın altında yumuşadı. Elimi duvara koydum. Çekirdekten bir nabız atıyordu. Benimkine benzer; ama benden biraz daha eski, daha kolektif. “Hesaplaşma,” dedim içimden, “itiraf değil.” İtiraf, sesle olur; hesaplaşma, bedenle.

 

Semiha’nın hikâyesi artık benim hikâyemden ayrı değildi. Onun yerine ben geçmiş miydim, yoksa o benim yerime mi geçmişti — ayırt etmek istiyorsam bile edemezdim. Bazı dönüşümler, ayırt etmeye kalkışanın elini utandırır.

 

Apartmandan çıktım. Sokak, yağmurla parlayan bir kabuktu. Her binanın yüzeyi, uzaktan bakınca aynı gri; yakından bakınca farklı farklı damar. Kulak verdim. Uğultu… her binada, her duvarda. Bazıları pasla kaplı, bazıları yeni sıvanmış, ama hepsinin ardında, taşın çekirdeğine yakın bir yerlerde bir kalp atıyordu. Belli belirsiz ve ısrarcı. Kadınların sessizliğiyle beslenen bir ritim. Bir, iki, üç.

 

Yürürken bir apartmanın girişinde yaşlı bir adama rastladım. Kapıyı açmaya çalışıyordu. Anahtarları birbirine karıştırmış, elinin tersiyle alnındaki teri siliyordu. Yanından geçerken o da aniden duvara dokundu; sanki bilmeden, bir içgüdüyle. Parmak uçları birkaç saniye bekledi, sonra çekildi. O da üç vuruşu duymuş olmalıydı. Beden, bazı sesleri doğduğunda öğrenir; sonra da unutmayacak kadar derine koyar. Adam bana bakmadı. Ben de ona bakmadım. Yapmamız gereken, duymaktı yalnızca.

 

Eve döndüğümde, duvar beni bekliyordu. Girişteki fayansın kırık köşesi, benim ayak izimle tamamlanacakmış gibi duruyordu. İçeri girdim. Pencereyi açmadan, perdeyi çekmeden, duvarın yanına geçmeden önce, avucumu göğsüme koydum. İçeride yavaş bir ritim vardı. Benim ritmim. Ama ritmimle aynı anda, duvarın ritmi de vardı. İkisi birbirine karışınca, arada kalan sessizlik — işte o sessizlik, bu hikâyenin asıl cümlesiydi.

 

“Ben buradayım,” dedi Semiha. “Duvarın içinde değil, duvarın diliyle. Sen neredesin?”

 

“Ben de buradayım,” dedim. “Duvarın karşısında değil, duvarın yankısında.”

 

O gece, aynadaki yüzümle duvar arasına bir sandalye koyup oturdum. Bir kadın sandalyesiydi: arkalığı oval, ortası biraz aşınmış, parmakların sık sık dokunduğu yerde vernik incelmiş. Bir bekleme sandalyeleri, modern hayatın hiçbir katalogunda doğru kategoride yer almaz. Sandalyeye uzaktan bakınca sıradan; üstüne oturunca, altına sinmiş bekleyişin kokusu burnuna değer. Sandalyeye çöktüm. Duvar, üç vuruşluk ritmi başlatmak için acele etmedi. Ben de bekledim.

 

Bekleyiş, insanın kendini taşın yerine koymasıdır. Şehrin bir haritası var; ama asıl harita, içimizde taşın attığı nabızda. Bekledim. Bir. İki. Üç. Bu kez, her vuruş bir söz değildi. Birinci vuruş — uyan. İkincisi — hatırla. Üçüncüsü — devam et. Ama bu cümlelerin sahipliği bende değildi. Cümle, bir kronik gibi duvardan söküldü; benden geçti; sonra dışarıdaki bütün binalara dağıldı.

 

Ertesi sabah, bodruma son kez indim. Paslı yüzün yanına değil, biraz karşısına oturdum. Avucumu taş zemine koydum. Yüz, gözlerini açmayacaktı — bununla barıştım. Açmasına gerek yoktu. Gözler, bazı şeyleri görmek için değil; bazı şeylerin üzerinde durmak için kapalı kalmayı seçer. Yüzün dudak kenarında çok ince bir çatlak vardı. Oradan, damla büyüklüğünde bir ıslaklık sızmış. Parmağımla dokunmadım. Her şeyi dokunarak anlamaya çalışma sabırsızlığımdan utandım. Taş, dokunmadan da anlatır. Sadece duymayı öğrenmen gerekir.

 

“Ben gidiyorum,” dedim. Giderken nereye gittiğimi bilmiyordum; ama kalmanın da, aynı kadim ritmi başka bir gövdeye devretmek olduğunu anlıyordum. “Burası kalsın. Burası, unutanlar için bir hatırlama oyuğu.” Duvarın içinden bir nefes geçti. Ne onaydı ne itiraz. Bir taş nefesi — gerçek ve tarafsız.

 

Merdivenleri çıktım. Koridorda bir an durup parmak uçlarımı duvara değdirdim. Bir, iki, üç. Bina, içgüdüsel bir zarafetle karşılık verdi. Benim yerime birinin geçeceğini biliyordu. Ben de. Bazı yer değiştirmeler teslimiyettir; bazıları özgürlük. Ayırt etmeyi, ayırt etmeye çalışmadan öğrendim.

 

Kapıyı çektim. Sokak yine sessizdi. Uzakta, bir kapı daha kapandı. Bir kadın, pencereyi açıp havayı yokladı; sonra camı kapattı. Göğsünün içinden bir şey geçti — belki yılların kendine sakladığı o cılız cesaret. Şehrin kalbinde, bir atım daha eklendi.

 

Gözlerimi kapadım.

 

Bir.

İki.

Üç.

 

Uyan.

Hatırla.

Devam et.

 

Ama bu kez, o ses benim değildi.

 

— Sessizlik.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.