Hatıralar Açık Hava Pazarı, Bitpazarları, Nostalji yüklü anılar.

Kültür

 

Hatıralar Açık Hava Pazarı, Bitpazarları,                                                             Nostalji yüklü anılar.

 

‘’ Hatıralar da, dal istiyor kuşlar gibi konacak… ‘’[1]*

Muzaffer Tayip USLU

‘’Eskiler alıyorum, Alıp yıldız yapıyorum, Musiki ruhun gıdasıdır, Musikiye bayılıyorum.

Şiir yazıyorum, Şiir yazıp eskiler alıyorum, Eskiler verip Musikiler alıyorum.

Bir de rakı şişesinde balık olsam.’’

Orhan Veli KANIK.

 

Gün gelir kütüphanenizden rastgele bir kitap alır ve incelemek için sayfalarını karıştırırsınız.Sayfalar arasında bir şişkinliği fark edip o sayfayı açtığınızda yıllar öncesinden sizin bile ne zaman koyduğunuzu hatırlayamadığınız, çoktan unuttuğunuz,kurumuş bir çiçek, gitmiş olduğunuz bir tiyatro, sinema biletini ya da benim de sıklıkla yapmış olduğum gibi okuduğunuz bir kitabın sayfasına o günün tarihini, saatini, yerini yazdığınız minik bir notu görürsünüz.

.

.

.

Görmüş olduğumuz o şeylerbizleri, çok yıllar öncesine, maziye götürür.Hafızamızın en karanlık en, kuytu köşelerinde, suyu tükenmiş hatıralar kuyusunun dibindeki unutulmaya yüz tutmuş, hatta kitap arasındaki unuttuğumuz,sadece görünce hatırlayabileceğimiz, aksi durumda hiç bir zaman hatırlayamayacağımız o şeylerin içinde sakladığıhatıraları, o an’ı, kitap arasındaki gördüğümüz işte o şeyler, geçmişten çekip önümüze getirir ve bize geçmiş zamanın şimdisini yaşatır.

Fotoğraf da öyle değil midir? Deklanşöre bastığımızda, içinde bulunduğumuz şimdi’yi, an’ı dondurur, o zaman diliminden o an’ı çekip alır, zamanı durdurur ve geçmişe gönderir. O çekilen kare o an için şimdiyi bize sunsa da, bir saniye sonra artık geçmişin, geçmiş zamanın bir hatırası olur. O zaman dilimine, o an’a zamansal olarak geri dönüş imkânı yoktur,her şey geçmiş zamanın bir bileşeni olmuştur artık.

Yaşadığımız o an’a geri dönüş ancak o fotoğrafa baktığımızda, geçmiş yaşamın şimdisine dönme, o an’ı yaşama imkânına sahip oluruz. O da yalnızca hatıralarımızdaki düşünce âleminde ve duygusal dünyamızda.

Geçmiş zaman koridoru gibi değil midir fotoğraf albümleri?Sayfalarını açtıkça, baktığımız fotoğraflar, hangi zaman diliminde çekildilerse bizi o zamana geri götürmez mi? Dondurulan o an’daki duygusallığımıza bizi kavuşturmaz mı?

.

 

Her bir fotoğraf karesi, çekildiği yılın, zamanın aurasını gizler içinde, adeta geçmiş zamanın muhafızı gibidir. Baktığımız fotoğraftaki yaşımız neyse o yaşa döner, hüzünlüysek, mutluysak, kederli bir andaysak o dondurulmuş kareye baktığımızda aynı duygusallığa bürünürüz.

Fotoğraf albümleri, geçmiş zamanın şimdilerini,biriktirdiğimiz acı, tatlı, mutlu, hüzünlü tüm anıları muhafaza eden adeta Mizan defteri ya da Amel defterimiz gibidir. Geçmiş zaman anılarını tekrar, tekrar hafızalarımızda tazelemek, hatırlamak için dönüp baktığımız albümler, geçmişin yitip gitmiş zamanın bir envanteri gibidir.

.

Hafızamızın derinliklerinde, karanlık kuytu köşelerin de, belediyelerin sağ da sol da unutulmuş malzemelerin saklandığı kayıp eşya depoları gibi bir gün hatırlanmayı, aranmayı bekleyen birçok unutulmuş, silikleşmiş hatıralarımız vardır. 

.

Kimi belkide hiç hatırlanmayacak ve o kuytu köşelerde kaderine terk edilecek, bedenimiz terk-i diyar ettiğinde, ilk çürüyen organ beynimiz olduğundan o hatıralar da beynimizin hafızasından ilk silinecekler arasında yer alacak, eğer ki o hatıraların bir kısmı beynimiz de değil de yüreğimiz de yer etmişse, yüreğimize bir ahşap oyma ustasının iskarpelası ile ıhlamur ağacını kanırtarak kazıyıp figürler işlemesi misali o anılar yüreğimize kazınıp yara açmışsa, son çürüyen organ kalbimiz olduğundan, o hatıralar beynimiz de yer alan hatıralara nazaran bir müddet daha varlığını sürdürebilecek, belki de farklı yüreklerde yer edinmiş olan ortak hatıraları yaşayanların hafızalarında tekrardan can bulabilecek, belki de bazı ortamlarda ohatıralar dost meclislerindeortak dostların, hüzünlü, tatlı anıları şeklinde vücut bulup yeniden hatırlanacak, biz olmaksızın.

.

Hafızamızın derinliklerinde ki unutulmuş, unutulmaya yüz tutmuş hatıraların tekrardanhatırlanıp canlanması, yaşadığımız değişik olaylarla gerçekleşir, yediğimiz, içtiğimiz bir şeyin tadı, kokusu,gördüğümüz bir obje, dinlediğimiz bir müzik bizi yıllar öncesine götürebilir ve o hatıraları yeniden yaşamamıza neden olabilir. Hatıralarımız adeta tat,koku,işitme ve görme duyu organlarımız sayesinde yeniden canlanır hafızalarımızda.

Sahip olduğumuz duyu organlarımızın hatıralarımızı nasıl canlandırdığını bilmem anlatmaya gerek var mı?

Olur da bir gün,doğal gazın daha ulaşamadığı, görece ekonomik sıkıntıların yaşandığı, soba ile ısınaneski bir mahallede, bacadan çıkan dumanı teneffüs ettiğinizde, dumanın ciğerimizde bıraktığı acı tat,o bacadan çıkan duman kokusu, bizleriuzun kış gecelerininilerleyen saatlerinde annemizin bayat ekmekleri soba üzerinde kızarttığı, üzerine yağ sürüp afiyetle yediğimiz o huzurlu çocukluğumuzun sobalı günlerine döndürmez mi? Ya da birkış günü okul dönüşü, erkenden çöken karanlığın karamsar atmosferinde çiseleyen yağmur altında, elimizi paltonun cebine sokarak hızlı adımlarla yürüdüğümüz, sokak lambalarının, titrek, fersiz ve solgun ışıkları, yolları aydınlatmaktan çok, yalnızca direğin dibini aydınlatabildiği, yağmurdan ıslanmış yolda yansımanızı izleyerek yürüdüğümüz o dar sokaklarda, bacalardan çıkan o duman kokusunu hüzünlenerek hatırlatmaz mı? 

.

Ankara Ayrancı antika pazarında yıllar öncesi, babamın Yalova’da Amerikan Üssünde çalışırken almış olduğu ve benim için oldukça değeri ve hatırası olan ilk, orta ve lise yıllarımda kullandığım şimdiler de antika durumuna gelmiş ve çok sonralı evde okuyacak çocuk kalmadı diye annemin komşulara vermiş olduğu, ofis tipi kollu kalemtıraşın bir benzerini gördüğümde nasıl sevindiğimi bilemezsiniz.Ona, yapılış maksadına uygun bir kalemtıraş muamelesi yapamayız artık, benim için o, artık bir kalemtıraş değil, geçmiş zamanı içinde hapsetmiş bir zaman makinesidir.Kalemtıraşla kurşun kalemi açtığınızda kalemden çıkan kıyılmış ağaç kokusu, ilkokul yıllarında hizmetlimizin koridorları temizlemek için şimdinin olmayan kimyasal temizlik malzemeleri yerine koridorlara serpiştirdiği talaşısüpürürken ortaya yayılan o kesif talaş kokusunu hatırlatmaz mı?

.

Hiç şüphesiz ki, hafızamızın derinliklerinde bir yerde hatırlanacağı günleri beklemekten başka bir çaresi olmaksızın bir yerde kıvrılmış, uykuya yatmış olan bu mazideki talaş kokusu,kalemtıraşın kurşun kalemi açarken ortaya çıkardığı kokusuyla,uyuyan o hatıralar hemen canlanır ve hem o 70’li yılların çocuksu ilkokul günleri, hem de o kalemtıraş ile yıllar önce yitirdiğimiz babamız hatıralarınızda yeniden vücut bulmaz mı?

Geçmiş yaşamımızda önemsemediğimiz, pek de dikkate almadığımızya da o yıllar için bir anlam ifade etmeyen hatıralarımız, hafızamızın derinliklerinde gelişi güzel atılmış, neyin nerde olduğunu bilemediğimiz ardiye misali yer alır. O önemsemediğimiz hatıralar gün gelir Nuri Bilge Ceylan’ın "Biri ölür üzülmezsiniz, sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur."dediği gibi, anlamsız, sıradan bir günde bir şey görürüzyada duyarız, bu birşarkı olurama bir obje olur ve o yerini bilemediğimiz, unutulmaya yüz tutmuş,karmaşık, sarmal hale gelmiş hatıralar deposundan usulce sıyrılıp mazideki yaşanmışlıkların muhasebesini,envanterini önümüze çıkartır ve olmadık bir yerde ve zamanda gözümüzden yaşlar süzülüverir yanaklarımızdan.

Hafızamızdaki anılar, bilinir ki, ya eskilerden bir şarkı, ya bir tat, ya da bir koku ile karşılaştığında tekrardan canlanır ve gün yüzüne çıkar. Gün gelir, radyodan ya da başka bir şeyden anısı olan bir şarkı duyarsınız veo şarkı sizi çocukluk yıllarınızın yaşandığı İzmir safhasına geri götürür, 80’li yılların fenomen şarkıcılarından olan ve her yerde ama her yerde,dolmuşta, kafelerde,pastanelerde şarkıları çalan, İzmir’in o sıcak yaz gecelerinde,ünlü Kokluca Mezarlığının hemen karşısında, tahta sandalyeleri ile zemininde çakıl taşlarıyla Çamdibi Zümrüt ve Zümrüt sinemasına nazaran görece daha şık ve estetik daha keyifli Altındağ Zararsız yazlık sinemalarında iki film ama biri illa ki zevkle izlediğimiz Ümit Besen’in melodram filmlerindekiNikah Masası, Islak Mendil, Tahta Masa, Yıkılan Gurur, Aşk Kitabışarkıları,bizleri hafızamızın derinliklerine 80’li yılların başı,lise yıllarımıza götürürken, şimdilerde yediğimiz bir üzümlü kek ve sade gazozun damağımızda bıraktığı lezzet ise, hafızamızın derinliklerinde sakladığı 70’li yıların, yazlık sinemalarında buzdolabı niyetine betondan mamul küvet benzeri bir şeyin içerisinde kalıp, kalıp buzlara yatırılmış sade gazoz eşliğinde yenen üzümlü kek’li günlere, o hatıralara götürürken çocukluğumuzun geçtiği Yalova’nın Kervan ve Melek yazlık sinemalarınıdahatırlamamıza vesile olur.

.

.

Geçmiş yılların naftalin kokulu anıların tüm yükünü omuzlarında taşıyormuşçasına ağır ağır pikapta dönen plaktan Ferdi Özbeğen’nin müthiş piyanosu eşliğinde ‘’Gözümde canlanır koskoca mazi,sevgilim nerede, ben neredeyim, suçumuz neydi ki ayrıldık böyle...’’sözleriyle başlayan ‘’Dilek Taşı’’ şarkısını duyduğumuzda ise, o yılların sosyal yaşantının ve eğlence kültürünün en üst noktası, zirvesi olan İzmir Fuar’ında Kübana Bar’da sahneye çıktığı günleri ve çocuk halimizle Kübana Bar’ın çevresinde, yakın bir yerde durduğumuz ve Ferdi Özbeğen’i dışardan da olsa dinleme imkanı bulduğumuz günleri. hatırlar, o günleri yad eder ve o eski mutlu, huzurlu olduğumuz yıllara sanal da olsa nostaljik bir seyahat yaparız.

.

.

Naftalin dedikte, unutmak mümkünmüdür?Naftalin kokusunu. Ölümüne uykuya yatmış, belleğimizin en kuytu köşesinde uyanmamak üzere kıvrılmış anıları bile hoplatacak, ayağa kaldıracak kadar güçlü bir kokudur naftalin kokusu. Bizden önceki ve bir sonraki kuşağın genelinde bu kokuyla ilgili mutlaka bir hatırası vardır ve bu hatıra genellikle ortak bir değerde buluşur.

Büyüklerimizin, anane, babaanne, büyük hala vb. nin yatak ve çarşafları kaldırdıkları dolaplardaki o kesif naftalin kokusunu unutmak ne mümkün. Söz konusu kuşağın nefesle ilgili bir problemi varsa sebebini araştırmaya hiç gerek yok diye bir söylemde bulunabiliriz çok rahatlıkla. Hava kirliliği ve sigaraya bağlı olarak geliştiği söylenegelen, astım, KOAH gibi hastalıkların bence en önemli müsebbibi, iddia edebilirim ancak ispatlanması bir hayli güç olacak, aile büyüklerimizin öncelikle temizlik sonrasında güve olmaması gibi takıntılarından dolayı, yattığımız yataklara, çarşaflara avuç, avuç serptiği bu naftalinlerdir. Bu bahtsız kuşakta zannetmiyorum ki, sair zamanlarda en anlamsız yerlerde duydukları bir naftalin kokusunda bu aile büyüklerini hatırlamasın.

.

Şarkılar bazen geçmişin tatlı anılarına bizi götürürken bazen de daha sıkıntılı zamanlara götürebilir. Ne zaman Çoşkun Sabah’tan Anılar şarkısını duysam,ilk defa evden ayrılmış bir çocuğun hiç alışık olmadığı yatılı askeri okul günleri, 1985 yılının kasvetli, karanlık, yağmurlu ve bir o kadar kömür tozlarıyla hemhal olmuş Ankara’nın havasını içime çektiğim sıkıntılı Harbiye günleri aklıma gelir, Sezen Aksu’nun ‘’Bir Kedim Bile Yok ‘’şarkısı ise beni 1991 yılındason yılların en çetin kış şartlarının yaşandığı ve onlarca Mehmetçiğin kar altında kalarak şehit olduğu, karlar altında, çığ altında kaldığımız Şırnak günlerine götürür o çaresizlik günlerini yeniden hafızamda yaşatır.

.

.

Sinan Özen’den ‘’ Sorsam Seni Yıldızlara ‘’ şarkısını hangi şartta ve ortamda fark etmez duysam hemen, 1991 yılının sıcak yaz günlerinde Şırnak’da,Cizre’den İdil’e, açık Land Rover da önde ben, elimde G-3 piyade tüfeğim, arabanın arka kasasında 2.tim, tozu dumana kata kata operasyona gittiğimiz teğmenlik günlerim aklıma gelir. Land Rover dedim de aklıma yine benzer ama yıllar sonrasında bir hatıra canlandı hafızamda.

Şırnak’tan 15 yıl sonra Ağrı Dağı bölgesinde İran Hudut’unda görev yaptığım yıllarda rüzgâr erozyonundan çöle dönüşmüş Iğdır Aralık ve İran’ın Dambat çölü bölgesinde kilometrelerce kare boşluk arazide benden başka kimsenin olmadığı, kendimin kullandığı  Land Rover’da,sol koldolmuşçu edasıyla pencereden dışarıda, elimde içtiğim beyaz uzun malbuş, Land’ın teybinde  o yıllarda çıkmış çok popüler olan Haluk Levent’in ‘’Gülendam’’ şarkısı, arabanın teybinde volümün en üst kertesine kadar açılmış bir halde, çölün ortasında Haluk Levent’e son ses eşlik ettiğim o an aklıma gelir. ‘’ Gümüşyaka köprüsünü, ezberledim türküsünü....’’ şimdi ne zaman bu muhteşem, ritimli, coşkulu şarkıyı duysam kendimi tekrardan Ağrı Dağı’nın eteklerinde insanda sonsuzluk algısı yaratan o çöle dönüşmüş arazisinde tek başıma araç kullandığım, özgürlüğün dibine vurduğum o üsteğmenlik günlerim aklıma gelir.

.

Anıları tekrardan harekete geçiren ses kadar koku’nun da hiç de azımsanmayacak kadar rolü vardır. Hatıraları tekrardan canlandıran en etkili aktörlerden birisi de hiç tartışma götürmez bir biçimde kokudur. Bazen anılar sesle, unutulduğu yerlerde tekrardan canlanırken bazen de koku ile canlanır hafızalarımızda. Misal çay ve tost kokusu hemen okulun o zemin kattaki kantinine götürmez mi insanı?Az kaşar biraz salça bir yaprak da roka ile yapılagelmiş tost kokusu hemen ama hemen, beni 1981 yılına,İzmir Tepecik 50 Yıl Lisesinin kantininetost sırasınagötürür.

Simit ve sade gazoz kokusu, tadı ise biraz daha öncelleştirir anılarımızı ve bu ikili kombin beni derhal 70‘li yılların başında Yalova Öğretmen Yusuf Ziya İlkokulunun kantininde, elimde evden her gün harçlık olarak aldığım bütün 2.5 lira ile sırada buldurur. Bu bozuk paranın hatırasının yanında diğer bir bozuk para dediğimiz 50 kuruşunda hemen canlandırdığı diğer çok değerli bir hatıra da, Zahir Zümrüt’ün bu madeni paranın tura yüzün de,2023 yılında aramızdan ayrılan 1933 doğumlu, Türk etnolog, koleksiyoner ve Türk kültürü araştırmacısı.Sabiha Tansuğ ‘un, Anadolu başlıklarından olan Ankara başlığı takmış olduğu resmin basıldığı 50 kuruşu, kullanmış olduğu Zippo marka çakmağının ön yüzüne yapıştırmış olarak kullanırdı.İçmiş olduğu filtresiz Bafra sigarasını bu çakmağıyla yakar kendi çapında lokalize bir karizma yaratırdı. İşte küçük ve değerli bir 50 kuruşun hatıralarımızı katalizör etkisi ile tekrardan canlandırırken alıp bizi neredeyse 45 yıl öncesine götürüp yıllar önce yitip giden babamızı anmamıza vesile oldu..

.

.

 

Limon çiçeği kokusunu duyduğum da ise hemen hafızam beni Kıbrıs’ın o turunç, limon, mandalina ve portakal ağaçlarıyla bezenmiş Güzelyurt'a götürür.Ama asıl daha önemlisi çocukluğumuzun o güzel günlerinde, misafirliğe gidilen evde tüm toplumca uygulanagelen bir adet olan gelen misafire kolonya ve şeker tutulması zamanında, biz çocuklara nedense kolonya elimize değil de direk kafamıza sıkılırdı ve kafamızdan akan limon kolonyası da hoop gözümüze kaçar ve gözümüz tabii ki de yanar ve yaşarırdı. Limon çiçeği ya da kolonya kokusu hafızamızda hemen o çocukluk günlerindeki hatıralarımızı canlandırırken sanki birazda gözümüzü nemlendiriyor gibi o günleri anınca.

Gazete kâğıdı üzerinde, İzmir Tulumu, turşu, çay bardağında rakı’nın tadı ise beni 1990 yılına İzmir Kemeraltı Kunduracılar çarşısında ‘’Bali’’ kokuları arasında can dostum, liseden sınıf ve sıra arkadaşım Sait Dereli ve Kunduracı Böcek Mehmet ile o daracık kundura atölyesinde, çırağın tarihi Agora’ya çıkan Havra Sokağındaki balıkçılar çarşısından bi koşu alıp geldiği karışık, lezzetine doyulmaz turşu ve bir parça İzmir tulumu iledemlendiğimiz emsalsiz çilingir sofrasına götürür.

.

Gazete dedik de, bu olayı yaşamayanımız yok gibidir. Bazen kullanmayacağımız, özellikle cam gibi narin eşyaları gazete kâğıtları ile sarar ve bir dolabın en kullanılmayan bir tarafına yerleştiririz. Gün gelir, o eşyayı tekrardan kullanmak hâsıl olduğunda,yerleştirdiğimiz yerdeno eşyayı indirip, sardığımız gazeteyi açtığımızda, öylesine göz ucuylagazetenin tarihine baktığımızda, farkına varamadan yitip giden, akıp geçen zamanınyarattığı, sarsıcı bir minik şoku içimiz cız ederek yüreğimizde hissederiz ve biraz nefeslenmek üzere olduğumuz yere çökeriz.

.

O gazeteyi aldığımız, okuduğumuz günü dün gibi hatırlar, gazetedeki haberlerin, görsellerin daha halâ hafızamızda dipdiri, cap canlı olduğunu şaşkınlıkla düşünmeden edemeyiz.Gazetedeki haberlere, duvara sağlamca yaslanıp tekrardan göz attığımızda,yıllar öncesinden aramızdan ayrılmış, tanınmış insanların, sevdiğimiz sanatçıların konser haberlerini, vermiş oldukları beyanatlarını, geleceğe dair, sanki yaşıyormuşçasına yapmış oldukları yorumları okuyunca ‘’bir varmışş, bir yokmuşş’’ şeklinde içimize garip bir boşluk duygusu çöker ve geçen yıllara, siyah beyaz Yeşilçam filmlerinin nostaljik iç acıtıcı halet-i ruhiyesi ile bakıp,yitip giden zamanın nasıl da acımasızca elimizden kayıp gittiğini ‘’vay beee, ne günler yaşamışız, nasıl da geçti o güzelim yıllar ‘’ diye hayıflanıp, içimizden Zeki Müren’in benzersiz sesiyle söylemiş olduğu ‘’ Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım, Bazen gözyaşı oldu, Bazen içli bir şarkı, Her anını eksizsiz, Dün gibi hatırlarım‘’ şarkısını istem dışı terennüm ederken buluruz kendimizi.Bu kısmi şok durumundan kendimize gelişimiz ise, içeriden gelen ‘’ hadisene kaç saat oldu, bir eşyayı bulamadın halâ, ne yapıyorsun dolabın önünde oturmuş birde gazete okuyorsun ‘’ seslenişiyle olur ve sararmış gazete sayfaları arasındaki geçmiş zaman yolculuğumuzdan ani bir irkilmeyle günümüze döneriz. Tabii ki içeriden seslenen kişi nereden bilecek ki o geçmiş zamanın hatıralarını solmuş sayfalarında saklayan gazete sayesinde yıllar öncesine astral bir seyahat yapıp kısa bir zaman yolculuğu yaptığımızı.

.

Şarkıların işte böyle de bir huyu vardır. Bir şarkıyı hangi yılda hangi ortamda ve hangi halet-i ruhiye de dinlediysek o ortamın anıları hemen, şarkının sözlerinde, melodisinde, notalarında, ortamın şeklinde ve varsa bir kokusunda kodlanır ve hafızamızın karanlık kuytu bir köşesinde hatırlanacağı güne kadar gizlenir, nadas ta bırakılır. Misal, şimdiler de ne zaman Muazzez Abacı’dan ‘’Vurgun ‘’ şarkısını duysam, henüz eylül ayı olmasa da hazan mevsiminin çoktan yaşanıp, hüküm sürmeye başladığı,şarkın ve hatta Türkiye’nin en soğuk memleketi olan Erzurum’un 1990 yılı ağustos ayının son günlerinde, yeni mezun bir teğmen olarak, bozuk stabilize yolun sarsıntısından minibüsün titreyen camına başımı dayamış, çoktan sararmış yaprakların aheste, aheste dalından kopup istemsizce yere düştüğü Kop Dağı’nın o çorak arazisini hüzünle seyrede, seyrede 23 yaşının acemiliği ve ne yaşayacağını ve yaşanacağını bilmeden, o yılların köyden kasabalara ulaşımı sağlayan zamanının en popüler ulaşım aracı olan eski bir FIAT 50 NC minibüsünün teybinde çalan Muazzez Abacının ‘’Vurgun’’ şarkısını dinleye, dinleye en arka koltukta tek başına, Erzurum’dan Bayburt’a gittiğim minibüsün içinde bulurum kendimi.

.

Tabii ki o 50 NC minibüsünü hatırlayınca şark görevimizin ilk yeri olan Bayburt’a gidişimcanlandı hemen hayalimde. Tuzla Piyade Okulunda bizlere istihkak olarak verilen oldukça ağır ve kullanışsız, kampet dediğimiz ve hiçbir zaman kullanmaya fırsatımızın olmadığı portatif karyolanın da içinde bulunduğu ve o kadar ağır oluyordu ki neredeyse uçakta yolcu parası kadar da yük parası verdiğimiz ve her yerde başa bela olan, taksilerin almak istemediği,kalın brandadanmamul hurçile yeni gelinin bohçasını alıp ata binip ya nasip dediği gibi, bende TSK ile nikâh yaptığımızdan çeyiz bohçası misali, yani o bas baya hacimli hurcumu yüklenip Erzurum’dan Bayburt’a gitmek için o efsane minibüs FIAT 50NC’ye binmiştim.

.

.

Minibüs,Erzurum’dan Aşkale’kadar düzgün bir karayolundan ilerledikten sonra asfalt yoldan ayrılıp Bayburt istikametine yönelip, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus’larla çetin muharebelerin yaşandığı Kop Dağı’na doğru bozuk stabilize yoldan tırmanarak hoplaya zıplaya yavaş, yavaş yol alıyordu.

.

.

Hani derler ya, her yolculuk bir hikâyedir, o misal benim hikâyem de Erzurum, Bayburt yolculuğu ile başlamıştı. “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”Evet, yolculuk ile hikâye arasındaki bu edebi bağlantıya esin kaynağı olan söz her ne kadar Tolstoy’a atfedilse de hakikatin öyle olmadığını “The Art of Fiction: Notes on Craft for Young Writers ‘’("Kurgu Sanatı: Genç Yazarlar İçin Zanaat Üzerine Notlar")kitabında genç yazarlara hikâyenin nasıl başlanması gerektiğine ilişkin yazdıklarından bu etkileyici sözün Amerikalı yazar John Gardner’ın olduğunu bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz. Evet, gerçekten de her yolculuk bir hikâyedir ve benim hikâyem,  Jhon Gardner‘in belirttiği gibi muhteşem olmasa da kendi çapımızda minik bir yol hikâyesiydi. İlk defa askeri okul haricinde tek başıma arkadaşlarımdan ve ailemden uzak bir yerde tek başıma bir hayat sürmeye başlamak için yola çıkmıştım.

Kop Dağı’nı geçmiş ve Bayburt’a doğru ağır, ağır bozuk stabilize yolda minibüsün en arka koltuğunda pencereden görebildiğim kadarıyla çevreyi izliyordum. Yanımda adını hiç unutmadığım Zeki adlı birisi oturuyordu. Ara sıra klasik yolculuk muhabbetleri yapıyorduk. Bayburt’a yaklaşmaya yakın, bir köyden geçiyorduk, dikkatimi yolun sağ ve sol tarafındaki bazı evlerin yıkılmış olduğunu ve bunun nedenini sorduğumda, Zeki’nin cevabı bu yolculuk hikâyesinin ilk çarpıcı önsözü gibiydi. Yıkılmış evlerin esbab-ı mucibesi’nin mezhep farklılığından dolayı olduğunu öğrenmem bu hikâyeden aldığım ilk ders gibiydi. Yıllarca aynı köyde huzur içerisinde yaşayanların ne oldu da birbirlerinin evlerini yıkacak kadar birbirlerinden nefret eder hale geldiler ve o patika yolu sınır ilan edip karşılıklı hasmane bir biçimde yaşamaya başladılar?

Minibüsün en arka koltuğunda, üç yıl boyunca havasını soluyacağım yeni yaşam yerlerini,pencereden izleye, izleye giderken önce Maden, sonrasın da ise Gezköy’ü geçip Bayburt’a hemen, hemen yaklaşmış gibiydik. Bayburt daha o sene yeni il olmuş ama hala kasabadan hallice bir görüntüsü vardı. İl olduğundan sadece ahalinin ve siyasetçilerin haberi vardı, Bayburt’un ne alt yapısının, ne üst yapısının ne de düşünce bazında il olmaya hazır olmadığını yaşayarak öğrenmek mümkündü.

Yıllar sonra, 23 yıl geçtikten sonra tekrardan Bayburt’a gittiğimde geçen onca senenin kentleşme açısından hiç de olumlu geçmediğini, kasaba olarak Bayburt’un çok daha şirin olduğunu,Bayburt’a has eski taş evlerin yerine günümüzün inşaat kanseri olan TOKİ’lerin peydahlandığını hele hele şehre çok hakim bir tepe de Saltukoğulları komutanlarından Mengücük Gazi’nin erkek kardeşi Osman Gazi ve kız kardeşine ait olduğu bilinen tarihi türbelerin olduğu, başka memleketler de olsa tarihi milli park yapılacak olan Şehit Osman Tepesi adı verilen yere neredeyse 800-900 yıllık türbelerin, mezarlıkların olduğu yere, TOKİ evleri, villalar, apart oteller ve çay bahçelerinin falan yapıldığını, inşa edildiğini görünce keşke il olmasaydı da, tarihi taş evleri, şehit Osman Tepesi ve Kalesiyle o eski, tarihi  Bayburt kalsaydı daha iyi olurdu diye düşünmekten alıkoyamıyor insan kendini.

.

.

.

Bayburt’a, minibüs girdiğinde kimliksiz, kişiliksiz, briketten, kırmızı tuğladan mamül sıvasız binaları göre,göre merkeze girmiştik. Minibüs bir yerde durdu ve yolculardan, ben ve Zeki hariç herkes inmişti. Minibüsün durduğu yerin hemen sağında azgınca akan Türkiye’nin debisi en yüksek nehirlerinden biri olan Çoruh Nehri’nin hemen dibinde kesme taştan, bir katlı çok muntazam,estetik bir bina ve bu binanın hemen önünde çok güzel tasarlanmış bir bahçe,diğer sıradan ve biçimsiz binalara nazaran farkındalık yaratıyordu. O kadar çirkin, sevimsiz binalardan sonra bu yapı çok ilgimi çekmişti. Minibüs durunca yanımda oturan Zeki’ye geldik mi? Burada mı ineceğim?Diye sorunca, o da, ‘’yok daha gelmedik, şehir merkezinde inip taksiye biner ordu evine gidersin’’deyince bende minibüsün hareket etmesini beklerken bu güzel binayı izlemeye başlamıştım. Minibüs hareket etti ve daha 50-60 metre gitmeden durdu ve şoför, şehir merkezine geldiğimizi ve ineceğimizi söyledi. Bayburt Saat Kulesi’nin olduğu yerde indim ve bir taksi çağırdım. 

Taksici, bitirim bir tavırla vayy komutanım hoş gelmişiniz deyip, benim çeyizimi yani askeri hurcumu bin bir zahmetle yardımlaşarak arabanın bagajına zorla yerleştirip arabaya bindikten sonra, komutanım kışlaya mı? Diye sorunca bende, yok ordu evine gideceğiz deyince birden suratı düştü ve yaaa komutanım 50 metre için taksiye mi binilir?Neden ordu evinin önünde minibüsten inmediniz ki? Deyince,dedim ki ‘’oğlumŞenol ! Şark’a hoş geldin.’’ Bu minik tecrübe hikâyeden elde ettiğim dersin ikincisiydi.Meğerse biraz önce minibüsün durduğu ve benim çok hoşuma giden bina, Askeri Gazinonun astsubay bölümüymüş ve hemen onu karşısı da subay ordu eviymiş.

Şark kurnazı Zeki’ninbilerek ya da bilmeyerek beni yanlış yönlendirmesiyle inmediğim ordu evinden az ötedeki şehir merkezine gittim ve tekrardan 50 metre için taksiciyle papaz olma pahasına ordu evi önüne gelmiştim. Ordu evi, biraz önce gördüğüm estetik, kesme taştan yapılmış binanın bir benzeri iki katlı, (1878-9)’da ki 93 Osmanlı- Rus savaşları zamanında Rus İşgalinde yapılmış kesme taştan bir askeri karargâh binasıydı. Bu kısa yolculuğun oluşturduğu kısa hikâyedenüç önemli ders çıkartıp yeni bir hayata başlamak için binanın yanındaki küçük kapıdan binaya girip,resepsiyondaki askere, ‘’Teğmen Şenol, yeni tayin oldum, boş odanız var mı?.’’ diyerek profesyonel askerliğimin ve hikâyemin ilk gününü başlatmış olmuştum. 

Üçüncü ders ise hiçbir zaman beklentileri en üst seviyede tutmamaktı. Çünkü hiç beklemediğiniz kadar hayal kırıklığına uğruyor insan. Nasıl mı? Anlatayım. Piyade Okulunda kura çekip Bayburt’a tayinim çıktığında lise de sınıf ve sıra arkadaşım Sait, bu yeni tayinime çok sevinmiş ve ‘’Arkadaşım çok güzel bir yere gidiyorsun, şehir o kadar güzel bir yer ki, hele askeri gazinosuna diyecek yok, adeta beş yıldızlı otel gibi bir yer. Deyince nasıl sevindirik oldum bilemezsiniz. İlk tayin yerim, şark da Bayburt olunca o genç teğmen halimizle oldukça üzülmüştüm. Ama Sait’in bu moral veren haberi beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Sevgili kardeşim Sait,Bayburt’u biliyordu çünkü Sait’in küçük kardeşi Suat,Bayburt’ta askerliğini yaparken mide rahatsızlığı nedeniyle ne yazık ki orada şehit olmuş ve bu çok üzücü, kahredici olay nedeniyle bir hayli fazla zaman Bayburt’ ta zaman geçirmek zorunda kalmıştı.

Ben, Sait’in vermiş olduğu moral verici bilgiler ışığında, Bayburt’a en yakın havaalanı olan yer Erzurum’a İzmir’den uçakla gelmiş ve o sene yeni hizmete açılmış olan ve zamanına göre bir hayli modern ve imkânları üst seviyede olan, yemek salonunda piyano eşliğinde akşam yemeğinin yendiği, zengin çeşitliliği ile mükemmel sunuşu olan sabah kahvaltısı ile iştah kabartan Erzurum ordu evini, görmediğim ama Sait’ten öğrendiğim Bayburt Ordu evini düşünerek çok doğaldır ki tabii ki beğenmiyor ve biran önce hayalini kurduğum Bayburt’a gitmek istiyordum.

İşte bu ahval ve şerait içinde taksiden inip Bayburt Askeri Gazinosunun hemen önünde heyecanla indim. İki katlı kesme taştan Rus işgali zamanında karargâh binası olarak yapılmış şahane bir bina. Binaya ana kapıdan değil yandan küçük bir sundurması olan kapıdan girdim.

Binaya girince ilk dikkatimi çeken şey, önümde kocaman bir salon, salonun hemen yanında zevksiz bir işçilikle yapılmış suntadan bir resepsiyon karşılama bankosu, eskiden bayaa moda olan ve yıllardır verniklenmediğinden olsa gerek,hafiften sarıdan kahverengiye doğru renk değiştirmiş,kıta usulü yani askeri imkanlarla marangozhanede askerlerin yapmış olduğuahşap lambri ile kaplanmış yüksek duvarlar, oldukça hacimli karanlık, loş bir salonun ortasında, iki bandı düşmüş, yarısı kırık bir ıstakası ve iki kırmızı, iki beyaz topu, iyice aşınmış çuhası ile bir bilardo masası; iştebeni ilk karşılayan kasvetli ortam buydu.

Bu salonun hemen yanında, üzerinde yemek salonu yazan kapıdan içeri girdim ve ilk girdiğimsalondan neredeyse dört beş kat daha hacimli ve yüksek tavanlı insan da agora fobi oluşturabilecek kadar kos kocaman bir salon, yerler iç karartıcı şekilde kara mozaik, asker yemekhanelerinde kullanılan verzalit masalar ve sandalyeler,salonunsol köşesinde mutfağa benzer bir bölme ve önünde eskice minik bir kasap buzdolabının içinde hala unutmadığım şekilde, zeytinyağlı biber dolma, şakşuka, rus salatası ve isteğe bağlı ızgara köfteden başka imkânı olmayan bir menü sunan mutfak. Yemek salonu okadar büyüktü ki, nasıl ifade edeyim, bu bina yani Rusların yaptığı bina U şeklinde bir yapıydı ve yemek salonunun bir benzeri, simetrisi yani U’nun diğer ucu sinema salonu olarak kullanılıyormuş eskiden, yani sinema salonunda daha hacimli bir yemek salonu.

Tarihi ordu evinin muhteşem dış görüntüsüyle iç görüntüsündeki mezbelelik  arasındaki tezatlığa anlam veremeyince demek ki bana bahsedilen ordu evi burası değil diye düşündüm, çünkü bu düşünceye beni sevk eden olay, benden bir gün önce Bayburt’a gelen levazım Teğmen arkadaşımla yapmış olduğum telefon konuşmasıydı. Levent’le telefonda onun nerede kaldığını sorunca Levent’te ‘’ben yukarıda kışlanın orada kalıyorum ‘’ diye cevap vermesiyle, biraz önce yaşadığım hayal kırıklığı yerini, yine sevince bıraktı ve kendi kendime, demek ki asıl ordu evi şehrin yukarı kısmında diye içim kıpır kıpır etti yeniden.

Levent’e ordu evinde kalıp kalmadığını sorunca‘’yok oğlum ne ordu evi, topçu taburunda bir boş odaya iki ranza attılar şimdilik orda kalıyorum‘’deyince gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalmış ve bir hayli hayal kırıklığınauğramış ve o köhne ordu evinden başka bir ordu evi olmadığına inanmak durumunda kalmıştım. ( Gerçi bu olaydan bir ders daha çıkmıştı, beğenmediğimiz bu ordu evini, Bayburt’tan geçici görevle gittiğimiz, Şırnak Gabar Dağındaki Kayaboyun Mezrasında iki yıl kalınca nasılda aradığımızı, kıymetini bilemediğimizi, katlanılması zor bir dersle öğrenmiştik.)

Bayburt maceramıza konu olan ordu evi hikâyemizin oluşmasına sebep olan ana unsur, lise arkadaşım olan Sait’in Bayburt ve ordu evi hakkındaki zihnimizde oluşturduğu muhteşem bir yer olduğu algısıydı. Tabii ki İzmir’e izine gittiğimde bunun sebebini sorduğumda çok yalın bir biçim de ‘’ abi, kardeşimin cenaze işlemleri için Bayburt’a gittiğimde uzun süre orada ordu evinde ve Bayburt’ta kaldım. Senin de tayinin oraya çıkınca üzülmeni istemediğimden Bayburt’un çok güzel bir yer olduğunu, hele de ordu evinin ise mükemmele yakın güzellikte, imkânlarının üst seviyede olduğunu söylemek durumunda hissettim ‘’ diye söyleyince tabii ki bir şey diyemedim, ama kardeşim doğruyu söyleseydinde beklentimizi üst seviyede tutmasaydım diyerek hiç olmazsa yepyeni ordu evi olan Erzurum’un birkaç gün daha tadını çıkarsaydım diyerek birazcık da olsa hayıflanmıştım.

Neyse Muazzez Abacı’nın ‘’Vurgun’’ şarkısından taaa nerelere geldik. Hafızamız işte böyle, bir şarkı, bir tat ya da koku ile alır bizi taaa yıllar öncesinin yaşanmışlıklarını tekrardan anımsatır ve yaşatır. Tabii ki bu yeniden anımsama ve yaşatma o hatıranın hangi koşullarda beynimizin hafızasına, nasıl kodlandığıyla da çok yakından ilişkili. Yoğun duygusal bir ortamda kodlandıysa, unutulması diğer anılara göre daha zor oluyor gibi.

Hafızamızın derinliklerinde kuytu, karanlık köşelerinde bir vesileyle hatırlanacağı günleri bekleyen anılar bölük pörçük, rastlantı olaylarla canlanabileceği gibi, herkesin birer hatırasının bulanabileceği hatıralar açık pazarı dediğimiz Bitpazarlarıda bu hatıraların canlanması için bulunmaz bir imkân tanır bizlere.

Bitpazarı denince,akla hayale gelemeyecek şeylerin alınıp satıldığı yerler canlanır hayalimizde. Bu yerler aynı zamanda eski çağlarda henüz paranın bulunmadığı zamanlardaki takas (Trampa) düzenin hala seyrek de olsa geçerliliğini koruduğu yerlerdir.Yani kullanmadığını bir malzemeyi getirirsin onun karşılığında başka bir malzemeyi gayet rahat alabilirsin.

Bitpazarı kavramına kısaca değinecek olursak; Osmanlı zamanında Bayat Pazarı, sonrasında bat pazarı ve nihayetinde bitpazarı şekline dönüştüğü söylenegelmektedir. Dünyanın birçok yerinde benzer kavramlar kullanılırken ilk olarak, 1800'lerin başlarında da New York yakınlarındaki Manhattan'daki East River bataklığı kenarına kurulan pazar yerinde muhtemelen bataklıktan dolayı fazlaca bulunan sineklere atfen "Sinek Pazarı" adını aldığı rivayet edilirken, diğer bir söylemlerden biri, 1860’larda eski püskü eşyaların Paris’te satıldığı pazara ‘’marché aux puces" (pire pazarı) kelimesinden geldiği, diğer bir söylem ise, İmparator III. Napolyon döneminde, imparatorluk mimarı Haussmann,’ın güncel deyimle kentsel dönüşüm için birçok gecekonduyu yıkınca yerlerinden edilenlerin 1860 yılında Paris'in kuzeyinde, eski kalenin hemen dışında, Porte de Clignancourt kapısının önünde, tezgâhlar kurup eski eşyaları sattıkları pazar yerine bitpazarı" anlamına gelen "marché aux puces" adı verildiği şeklindeydi.

Eski elbiselerden tutunda eski mutfak malzemeleri, tıraş takımından, yemek takımlarına kadar her türlü malzemeyi bulabileceğiniz yerlerdir bitpazarları. Kullanılmış usturadan, diş fırçasına, antika köstekli saatinden, kristal kadehlere kadar çok geniş bir yelpazede bir sunum alanıdır buralar. Efsane ve hemen hemen her fotoğrafçının ilk tecrübe ettiği Zenit fotoğraf makinesi ile çift lensli tepeden vizörlü Lubitell fotoğraf makinesinden tutunda üzeri çizik, çizik olmuş ve hangi cihazda oynatılacağı bile şüpheli 8 mm.lik film makaralarına kadar her şeyi bulmanız ihtimal dâhilindedir. 

.

Bitpazarlarındaküçük bütçelerle anılar, yaşanmışlıklar ve başkalarının duygularınıaslında farkında olmadan satın alabiliyoruz. Tabii ki bazen de bu satın almalara sıcak bakmayanlar da olabiliyor, satılan eşyalarda kötü enerjinin gizlendiğini ve bu kötü enerjiyi eve sokmanın uygun olmadığını ileri sürenlere de rastlamıyor desek yalan olur.Bu düşüncelere saygı duymakla beraber aslında bilmemiz gereken bir husus da, eğer ki bir eşya tamamen imha edilip yok edilmediği müddetçe, hiçbir eşyanın son sahibi olamayacağımızdır. Sahip olduğuna inandığımız eşyaların aslında belli bir süreyle bakıcılığını yaptığımızdır. O eşyalar çeşitli vesilelerle mutlaka el değiştirir ve yeni sahiplerinde kiracı olarak belli bir süre konuk olurlar. Sonrasında ise, ölümler, kalımlar, ayrılıklar, yangınlar, miraslar ve daha birçok sebeple o eşyalar sabit bir yerde, mekânda durmaz, duramaz mutlaka farklı mekânlara göçüp yeni sahiplerini memnun ederler. Bu eşyaların bir kısmı değerlerine göre prestijli mezatlarda, bir kısmı miras yoluyla, bir kısmı toptan ev satışları ile bir kısmı da kadir kıymet bilmeyen hayırsız evlatlar eliyle bitpazarlarında yeni geçici sahiplerine, koruyucu ailelere evlatlık verilirler.

Bitpazarları düşük bütçeli, eskiye sevdalı, antika sever insanların rahatlıkla alışveriş yapacağı mecralardır demiştik. Buralarda çok ucuza aldığınız bir nostaljik bir cam obje, mesela Tunalı’daki antikacılarda ya da, İstanbul Çukurcuma’da akıl almaz pahalılıkta fiyatlara alırsınız,

Tezgâhlarda bazen eski çevirmeli telefonlar görürsünüz, biraz daha eski olanlar genellikle siyah olurken 70’li ve üstü yılların telefonları biraz daha renklenmiş ve genellikle yeşil, bordo ve kırmızı renklerin hâkimiyetine dönüşmüş olduğunu görürüz.Aslında bu telefonlar basit birer eski obje olmaktan çıkmış hatıralar içeren, gizemli, birçok sırrı, yaşanmışlıkları gizleyenadeta Alaattin’in sihirli lambasına dönüşmüştür.

Tezgâhlardaki o telefonlara bakınca bir telefondan daha çok yaşanmış hikâyeler aklımıza gelir, kim bilir o telefonla nasıl haberler alındı ve verildi.O telefonun başında belki de günlerce gelecek bir haber için ne çok zamanlar tüketildi kimbilir?Gece yarısı acı, acı çalıp ne kederli, istenmeyen haberler geldi, belki de yeni doğan bir bebeğin müjdesi ile evin içi neşeye boğulurken, belki de askerde olan evlatlarının şehit haberi gelip o ev için artık zamanın durmasına neden olacak haberler geldi.

Sevdiği ile keyifli, aşk dolu kelimeler ardı ardına gelirken belki de ayrılık konuşmalarına tanık oldu bu telefonlar, bu objeler salt üretildiği amaca hizmet etmez, buralarabitpazarlarının o seyyar tezgâhlarına düşünce, o saklı hatıraları dile getirmeye çalışır, tabi ki o dilden anlayanlara.

Bazen de çevirmeli telefonlar yanında akıllı telefon dediğimiz, kullanılmış, hasarlı ya da belki de çalıntı telefonların satıldığını görürsünüz. Her akıllı telefon artık, birer anıları belgeleyen, depolayan, kaydeden bir fotoğraf/film makinesidir. Daha önceki sahibinin çekmiş olduğu birçok anısı artık o telefonun hafızasında saklıdır. Her ne kadar silinse de aslında silinmez o hatıralar, telefonun dijital belleğinde bir yerinde köşesinde saklanır, kalır onlar. 

.

O telefonlar ki, hatıraların saklandığı eski çeyiz sandıkları gibidir aslında, tüm anıları banyo edilmemiş negatif film rulosu gibi saklar hafızasında, imkân olsa da o hatıralar,dijital bellekten çıkarılsa, kim bilir ne hüzünleri, mutluluklarıgizlemiştir belleğinde. Amerikalı fotoğrafçı Vivian Dorothy Maier misali çekmiş olduğu binlerce kare fotoğrafı banyoetmediği negatiflerini bir evin deposunda onlarca koli kutuda istiflediği saklı hayatlar gibi o telefonların belleklerinde de belki de binlerce hatıra saklıdır.

.

Akıllı telefonların hafızasında, banyo edilmemiş fotoğraf/filmler vardemiştik, bazen de banyo edilip kartlara basılmış birçok aile fotoğraflarını görürsünüz bu tozlu tezgâhlarda. Kimin ve kimi çektiği belli olmayan anonim fotoğrafları, yer tezgâhların da, küçük karanlık kuytu dükkânlarda nemlenmiş, su almış mekânların raflarında görürsünüz. Gelin, damat fotoğraflarından tutunda, askerlik, aile, nişan, doğum günü, mevlit, cenaze, yeni doğmuş bebek fotoğraflarına denk gelirsiniz ve içinize bir hüzün çöker, geçmiş zamanın şimdisi gözlerinizin önünde ve elinizdedir, ancak çoktan mazi olmuş, artık hayatta bile olmayan kişiler hakkında en ufak bir fikriniz yoktur. Buralara neden ve niçin düştüğü, fotoğraftaki insanların çoluk çocuğu neden bunlara sahip çıkmadı diye kendi kendinize düşünür ve üzülürsünüz.

.

.

Çok yıllar önce çekilmiş siyah beyaz fotoğraflara bakar hüzünlenirsiniz, yaşlanmış fotoğraflar gözünüze ilişir daha da hüzünlenirsiniz. Geçmiş zamanın dondurulmuş an’ının, fotoğrafın yaşlısı olur mu? Nasıl ki insan yaşlandıkça saçları kırlaşır, vücudunda buruşmalar, yüzünde yılların yorgunluğunu ifade eden kırışıklıklar, kahverengi lekeler oluşmaya başlarsa, çok yıllar öncesinde çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarda geçen uzun yılların etkisiyle sararıp solup sepya rengine dönüşür, lekeler oluşur, bazıları yılların etkisiyle buruşur ve geçmiş zamanı bize gösteren fotoğraflar bile yaşlanır.  

.

Bitpazarlarının derme çatma binalarının tezgâhlarında, eski zamanların kristal, cam kül tabaklarına denk gelirsiniz.O, sadece bir kül tabağı değildir artık.Dertten, hüzünden, sevinçten ya da sevdadan, ayrılıklardan, gönül yaralarından, hayal kırıklıklarından doğan katlanılamaz duyguların harıyla yanıp külettiği sigaranın son durağıdır artık bu kül tabakları, kadehlerde azalan rakıya tezat küllüklerde artan, kül olmuş, duman olmuş umutların izmaritleri, yaşanmış birçok duyguyu yükler o camdan mezarlıklara.

.

.

Bakmayın öyle, yitik zamanların, karanlık kuytu dehlizlerinden günümüze,şimdiye aktarılan, sunulan, antikacıların raflarında ya da daha hüzün verici şekilde bitpazarlarının tezgâhlarında terk edilmiş, sıradan malzemeler gibi duran objelere ki onlar, cansız ama geçmişin ruhunu bünyesinde muhafaza eden mazide birilerinin en nadide, en değer verdiği belki de hayatının en önemli parçalarıydı..

Hayatımızı bir projeksiyon makinesine,yaşanacak olan hayatımızı üsteki makaraya,yaşanmış olan hayatımızı da alttaki sarılan makaraya, üsten aşağıya doğru sarılan, merceğin ve ışık kaynağının önünden geçen ve sahneye yansıyan film karesi o anı yaşadığımız şimdiye benzetecek olursak o aşağıdaki sarılmış olan makara bizim yaşadığımız ve geride bıraktığımız an’lardır diyebiliriz. 

.

.

Aldığımız eski dönem bir plağı evde pikaba koyup çalmaya başladığımızda çıkan cızırtılı o büyülü ses ve müzik bizi biran için olsun maziye götürür.Pikabın üzerine büyük bir ihtimam ile yerleştirdiğimiz plağın üzerine,hassasiyetle plak kolunu tüy hafifliğinde kondurduğumuzdasağdan sola doğru dönmeye başlayan plak,aslında biz farkına varmadan soldan sağa doğru dönmeye başlar ve o incecik kristal iğnenin çıkarmış olduğu o büyülü cızırtılı ses aracılığıyla bizi geçmişte yaşadığımız günlere, hafızalarımızda kaydederek depolayan projeksiyon makinesinin alttaki yaşanmış anların olduğu film makarasına doğru anılara,maziye, düşünce âleminedoğru bir zaman yolculuğuna çıkarır. 

.

Geçmiş anıların hüznüyle dinlediğimiz ve mazide hatırası olan şarkının pikap da yaşattığı geçmişe dair, eskiye ait, geçici nostalji hülyasından, pikap kolunun plağın bitmesiyle yerine geri gelirken çıkardığı sesten ve daldığımız hülyanın etkisiyle derin, derin içimize çektiğimiz ve farkına varmadan dibine kadar yanmış sigara külünün üzerimize düşmesiyle uyanırve günümüze döneriz.

İkinci el, eski giyim eşyalarının satıldığı yerlerde,elbiselerden ziyade sanki eski kundurular daha bir hüzünlendirir insanı.Kim bilir kimlerin yükünü, derdini,sevincini, yüklenip sahibini taşımıştır.Raflara dizi, dizi kitap gibi sıralanmış kunduraları görünce, sıralanmış kunduralardan daha çok, istiflenmiş hayatlar canlanır insanın gözünde.

.

Yöresel bir kahvehanede gördüğümüz bir tahta sandalye ise insanı, yenmiş çekirdek kabuklarıyla bezenmiş ve çakıl taşlarıyla döşenmiş zeminiyle, birbirine sabitlenmiş tahta sandalyelerinde yediğimiz tuzlu çekirdeğin yaktığı damağımızı,dudaklarımızı sade gazozla serinlettiğimiz yazlık açık hava sinemalarına götürdüğünü, içimizde geçmişe olan bir özlem ile hatırlamazmıyız?

Bitpazarıtezgâhında, eskinin tasarruf bilincini çocuklara aşılamak için yapılmış olan İş Bankası’nın klasik kumbarası dikkatinizi çeker, geçmişte her çocuğun mutlaka böyle bir kumbarası olmuştur. Çocukkentasarruf için kumbaranın içine attığımız bozukluklarla,para biriktirdiğimizi zannederiz ancak, paradan ziyade hatıralar biriktirmişiz de farkına varamamışız.Tezgâhtakiminik metal kumbarayı görünce, o biriktirdiğimiz hatıralar hemen canlanır ve kendimi,sağ elimde kumbaram, sol elimde güvenle tuttuğum babamın eli,minik adımlarla gittiğim, çocukluğumun Yalova’sı,Heykel’in oradaki İş Bankası’nın önünde bulurum kendimi.

.

.

Bitpazarlarında anı yüklü eşyaları görüp anılarımızın canlanmasına örnek İş Bankası kumbarası hikâyesikadar farklı bir hikâyeyi de anlatmazsam sanki bu yazımız biraz eksik kalacak gibi. Müsaadenizle anlatayım.

Geçenlerde Ankara İtfaiye Meydanında (Ankara’nın Ulus  semtinde, yerleşik bitpazarı) gördüğüm eski bir kaset çaların fotoğrafını çekmiştim. O fotoğrafınıçektiğim teybi görünce hafızam beni taaa çocukluğumun İzmir’ine1982 yılına götürdü.

1982 yılının sıcak bir İzmir günün akşam vakitleriydi, Zahir Zümrüt Yalova’dan İzmir’e taşındığında yaşadığı bir yıllık maddi sıkıntıları nispeten atlatmış, yaşadığımız geçici de olsa o yoksulluk günlerini geride bırakmıştı. Mali durumu düzeltince herkesin ihtiyaçlarını giderme yoluna gitmişti. Mersinli’de bir mağaza vardı ve bana ‘’ hadi Şenol gidelim de bir teyp alalım ‘’ dediğinde nasıl sevindiğimi anlatamam, müzik dinlemeyi severdim ama daha çok müzik sistemlerine aşırı ilgim vardı o zamanlar.Her evde de öyle müzik seti, kasetçalar falan bulunmazdı hani, daha çok Almancıların getirdiği radyo teypler falan olurdu.

Eskiden evlerde pikap olurdu ama geçen yıllar içerisinde pikabın ve çok da kullanışlı olmayan plağın modası geçmiş ve kasetçalarlar daha moda olmuştu.Bizim evdede çok yıllar öncesinden, ben daha ilkokula yeni başladığım 1974 yılında Zahir Zümrüt’ün almış olduğu yerli üretim Nevtron Meksico 70 marka bir pikabımız vardı ki iğnesini bile değiştirmeden 90’lı yılların sonuna kadar kullandık ve en sonunda benim için hatırası olan bu kıymetli pikap, her evin başına geldiği gibi evde yer tutuyor ve modası geçti diye annem tarafından komşulara verilmişti.Görüntü olarak çok bir albenisi olmayan bu pikapta ne Muazzez Abacı’lar, Orhan Gencebay’lar Adnan Şenses’ler ve Zahir Zümrüt’ün de çokça beğendiği Neşe Karaböcek’leri dinlemişliğim vardı yıllar içerisinde. 

.

Zahir Zümrüt, benim müzik sistemlerine olan ilgimize duyarsız kalmamış ve bir kasetçalar almaya niyetlenmişti, mağazaya beraber gittik ve fazla da bir çeşit yoktu, aslına bakarsanız mütevazı bir teyp görmüş ve onu beğenmiştim, fazla çeşit yok dediğime bakmayın, bizim durumumuza göre fazla çeşit yoktu, Fevzi Paşa Bulvarı’nda Basmane Tren Garı’ndan Konak istikametine doğru giderken hemen sol tarafta bir mağaza vardı ki her oradan geçtiğimde dakikalarca vitrinde ki müzik sistemlerini hayranlıkla izlerdim.

Vitrinde dönemin en ünlü marka müzik sitemleri, amfileri, kasetçalarları, deck’leri, kompak sistemleri sergilenirdi, en sevdiğim, favorim olan müzik setleri ise Technics marka olanlardı ki onları seyretmeye doyamazdım resmen, tabii ki çok pahalı olduklarından yalnızca seyretmekle yetinirdim.

Neyse, mağazadan Toshiba marka tek kasetlik çok basit bir radyo teyp almıştık, ama gel gör ki o benim gözümde adeta Technics marka müzik setinden farklı değildi. Kucağıma aldım, nadide bir eser taşıyormuşçasına dikkatli ve yavaşçasına, ama biran önce de eve varıp yeni oyuncağımı, kasetçalarımı dinlemek için bir o kadar da acele ediyordum.Herhalde hayatımın en uzun yolculuğu bu yolculuktu, nedense bir türlü eve varamıyordum, mesafe kat ettikçe sanki yol da bir o kadar daha uzuyor gibi geliyordu. 

.

Neyse uzun meşakkatli bir yolculuktan sonra, sağ salim elimdeki nadide eser gibi neredeyse pamuklara saracağım, adeta kundaktaki bir bebeği taşıyormuşçasına, büyük bir ihtimamla taşıdığım kasetçalarımı kırmadan, dökmeden, düşürmeden eve getirebildim ve rahat bir nefes almıştım.Evet, eve gelebilmiştik, ama ben evin içerisine sevinçten sığamıyordum ki, nereye koyayım nereye yerleştireyim diye aklımda binlerce fikir dolaşıyordu, en nihayetinde 30 santimlik küçücük bir teypti ama o yaştaki çocuk için ve yokluk zamanlarının bir kuşağı olarak o koca eve, minicik teybi yerleştirecek, sığdıracak bir yer bulamamıştım.

Neyse koca samanlığa bir iğneyi yerleştirecek bir yer bulmuştuk. Evet, benimde artık bir teybim vardı ve bu sevincimi, coşkumu paylaşmalı ve sevincime ortak olacak arkadaşlarımı aramalıydım. Bu sevincimi, coşkumu hemen arkadaşım şimdi Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde çok kıymetli bir deprem uzmanı, bilim insanı olarak görev yapan sevgili arkadaşım Onur Köse’yi aradım ve ona heyecanlı bir tonla ‘’ abi mağazadan yeni bir teyp aldım, gelsene ‘’ diye haber verdim. Onur’da nasıl sevindi anlatamam, şimdiki çocuklara anlatsak inanılamayacak bir şekilde hayretle, sanki yeni bir araba almışçasına sevinçle ‘’Valla mı?’’ diyerek hemen geliyorum dedi.Belki de şimdi o bu olayı hatırlayamayabilir ama ben hiç unutmadım ki, o da hemen bize geldi, teybi büyük bir heyecanla ‘’Tanrılar Çıldırmış Olmalı’’ filmindeki yerlilerin uçaktan düşen kola şişesini hayretle incelemesi misali bizde teybi incelemeye başlamıştık.

.

Teknoloji harikası bir teyp olmasa da bizim için son derecede teknolojik bir teypti.Açma kapama, ses, ton, dört radyo bandı (FM, MW, LW, SW) olan o dört aşamalı düğmeyi, heyecanla inceledik.Bir kere FM bandı vardı ki en çok da buna sevinmiştik, bu kanalda TRT 3’ün yabancı şarkılarını dinleme imkânımız olurdu, eski radyolarda nedense bu FM bandı pek olmazdı.Neyse detaylı bir incelemeden sonra radyosunu açtık, mükemmel bir sesi olduğuna kanaat getirdik. Müzik dinlemek istiyoruz ama çok doğaldır ki dinleyecek kasetimiz yok.

Radyoda o zamanlar TRT’nin hüküm sürdüğü yıllar olduğundan, sadece belli saatlerde Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği adı verilen yayınlar olurdu.Şimdinin Türkçe Pop, Anadolu Pop, ya da Anadolu Rock dediğimizbu müzik türü, 1955 yılında Deniz Harp Okulu öğrencilerinden, Durul Gence, Erkan Gürsal, Güngör Yücel, Ersin Yüce, ve solist olarak da Erkut Taçkın tarafından kurulan orkestra ile Türk Pop müziğin miladının başladığı ve sonrasında Erol Büyükburç, Barış Manço ve daha nice sanatçının domine ettiği Türkçe Pop yaygınlaşmış, yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılmasıyla aranjmanlar dönemi başlamıştı. İşte öyle bir zamanda yaşadığımızdan şimdiki gibi özel radyolar olmadığından,radyoda belli saatlerde müzik yayını oluyordu, istediğimiz saat de meşrebimize uygun müzik dinleme imkânımız pek olmuyordu.

.

.

Evet, hayalimiz gerçekleşmiş ve bir teybimiz olmuştu, ancak o teyp de dinleyecek kasetimiz yoktu.

Ee napacaktık?Hemen aklımıza can dostum İsmail Evren geldi ve ona haber verdik. İsmail’in iki ablası da Almancı olduğundan onların evinde teyp ve birçok kaset vardı.İsmail’e de müjdeli haberi verdik ve artık bizimde bir teybimizin olduğunu ancak dinleyecek kasetimizin olmadığını ona söyledik. İsmail bize gelirken bir kaset getirdi ve ilk dinlediğimiz kaset İsmail’ino zamanlar çokça ve severek dinlediği Müslüm Gürses’in ‘’ Senin Hasretin Varken Bu şehirde Yaşanmaz ‘’ kasetiydi. Okutan İlkokulunun hemen arkasında ki bizim evin arka balkonunda defalarca tekrar tekrar sıkılmadan bu kaseti dinlerdik, bu yaşadığımız güzel anıdan, bu kasetten en çok aklımda kalan ise kasetin en son şarkısı olan  ‘’Kara Bulutları Kaldır Aradan’’ şarkısıydı.

.

Şimdi ne zaman bu şarkıyı dinlesem sıcak İzmir günlerinde evin arka balkonunda Onur ve İsmail ile yaşadığımız o tatlı hatıralar canlanır hafızamda. Hatta, geçen günlerde TRT sanatçısı Bahadır Özüşen idaresindeki Gazi Üniversitesi Sultanı Yegâh TSM Korosu'nun konserinde sevgili abimiz Fuat Öndin ve Koro şefi değerli arkadaşımızNalan Melek’in de içinde bulunduğu ve değer kattığı koro, bu şarkıyı neşe ve coşku içerisinde icra ederken onların yaşadığı coşkuya tezat ben biran için 1982 yazına, o arka balkonda yaşadığımız çocuksu heyecanını hatırladım ve ister istemez ham bir ayvanın boğazımızda yumru olup takıldığındaki, ağrıyı hissetmedim desem yalan olur.

Artık bir teybimiz olmuştu ancak heyecanımız daha bitmemişti. Akşamları, özellikle evde kimsenin olmadığı sakin zamanlarda teybi yüksekçe bir yere,televizyonun üzerine koyar lambaları kapatır ve teybin yanan ışıklarını büyük bir keyifle izler, sanki lazer ışıklı bir gece kulübünde hissederdim kendimi. Alt tarafı üç tane minicik led lamba vardı, biri teyp açıldığında yanan bir kırmızı led, diğeri radyo stero modundayken yanan kırmızı led, diğeri ise radyo kanalının doğru frekansta olduğunda yanan yeşil led lamba hepsi bu, radyonun tüm atraksiyonu hepi topu bu kadarcıktı.Ama olsun o üç minik led lambanın ışıkları benim renkli hayal dünyamı oldukça aydınlatıyor ya o bana fazlasıyla yetiyordu.

O yıllarda isteğe bağlı karışık kaset doldurma modası vardı. Sevdiğimiz şarkıları bir kâğıda listeler ve kasetçiye verir oda imkânları dâhilinde istediğimiz şarkıları kasete kaydederdi. Kayıt yapan dükkân bazen dışarıya ya da cama günün popüler, sevilen şarkılarından oluşan kendi seçkisini sunar, lokanta önlerindeki yemek menüsü misali listeyi dükkânın önünde tabela da sergilerdi.

Tabii ki bende, ertesi gün neredeyse gün ışırken hemen hazırlamış olduğum listeyi kasete kaydettirmek için bizim mahalleye biraz yakın, uzak olsa da fark etmezdi hani, heyecanla Mersinli’de Beton Yol denen bir yerde ki,neredeyse kepenkleri beraber açtığımız kasetçiye giderek ilk karışık kasetimin listesini vermiştim. Öyle bir liste hazırlamışım ki içinde, tabii ki Ümit Besen, Ferdi Özbeğen olmazsa olmazımızdı, birde Bülent Ersoy’dan ‘’İtirazım Var ‘’ ve ‘’ Beddua ‘’adlı damar iki şarkıyı da listeye eklemişim ki sormayın gitsin. 

.

Teybimiz var ya, balkonda sesini biraz açar öyle dinler ve keyiften dört köşe olurdum.Bülent Ersoy’un‘’İtirazım var bu zalim kadere, İtirazım var bu sonsuz kedere, Feleğin sillesine hayatın cilvesine, Dertlerin cümlesine itirazımmm varrrr ‘’ arkasından da diğer şarkısı hemen devreye girer ve‘’Dilerim Tanrı'dan gülmesin yüzün, Gönlüne eş olsun dert ile hüzün, Huzura ermesin benliğin, özün, Benden başkasını seversen eğer,  Gönül yaraların deva bulmasın, Benden başkasını seversen eğer’’, artık neye dertleniyorsak bu şarkılarıkola çekirdek eşliğinde büyük bir keyifleson ses dinlerdim.Duyanda zanneder ki, yıllarca fabrikalar da çalışmış, hakkı yenmiş, sömürülmüş bir emekçi ya da sevdasına bir türlü kavuşamamış müzmin, gönlü kırık, derbeder bir âşık, dertten dinleyip,dinleyipefkârlanıyor, nereden bilsinler ki 13,14 yaşlarında bir çocuk dinliyor. 

.

Yerli kasetleri şimdinin mantığı ile Playlist (Çalma listesi) şeklinde kendimiz karışık kaset olarak yaptırıyorduk. Ancak yabancı kasetler için biraz daha özen gösterir, Konak’taki Çınar Sinemasının olduğu yerde çok büyük, modern, zamanının çok ötesinde, şimdilerde büyük AVM’lerde görebileceğimiz bir müzik plaza gibi bir yere giderdim, belki de o zamanlar bize öyle geliyordu, Mersinli Beton Yol’daki mütevazı kasetçiden sonra burası dediğim gibi mega bir müzik hol gibi gelmişti. Severek dinlediğim, Simply Red, Elvis Presley, Budy Gay, B.B. King, Patricia Kaas,Tina Turner, John Lee Hooker, Rod Stewart gibi sanatçıların kasetlerini Konak’taki bu müzik holden alırdım.

Şimdilerde sonsuz müzik kaynağı olan internet, You Tube gibi mecralar o zamanlar olmadığından elimizdeki kasetler de sınırlı sayıda ve çeşitlilikte olduğundan farklı kasetleri dinlemek için İsmail ile kaset değiş tokuşu yapar daha fazla kaset dinleme imkânımız olurdu. İsmail’in, Queen müzik gurubunun 1984 yılında çıkarttığı ve albümünsadece ‘’I Want to Break Free’’ şarkısıyla doldurduğu tüm kaseti, evde kimse yokken karanlıkta teybimizin muhteşem üçlü led ışık şovu eşliğinde defalarca sıkılmadan, bıkmadan dinlediğimizi söylesem belki de abartı olarak değerlendirebilirsiniz.

Evet, özenle seçtiğimiz şarkılardan yaptırdığımız karışık kasetlerle yabancı kasetlerimize gözümüz gibi bakardık, marangoza kaset boyu kadar olan kitaplık misali raflar yaptırır itinayla yazıları karşıdan tam okunacak şekilde yerleştirirdik. Kıymetli evrak muamelesi yaptığımız kasetlere zarar gelmemesi için en mutena yerlerde saklardık. En büyük korkumuz kasetin sarıp bantın zarar görmesiydi. Kaset sardığında teybin sesinden hemen anlar ve zaman geçirtmeksizin stop tuşuna basar daha fazla kasetin sarmasını engellemek isterdik. Saran kaseti teypten çıkarmak bir hayli zor olurdu, bantı koparmadan itinayla sardığı yerden çıkarmaya çalışır, kopmadan çıkarabilirsek kurşun kalemle kasetin geriye doğru sarmaya çalışırdık. Eğer bant koparsa ki en korktuğumuz şey buydu, koptuğu yerden zarifçe şeffaf bantla yapıştırmaya çalışırdık. 

.

.

Kasetlerimize gözümüz gibi bakar en ufak bir sarma olayında katarak ameliyatı yapan göz doktoru hassasiyetiyle saran bandı tedavi etmeye çalışırdık.Topkapı sarayındaki kutsal hazinlere nasıl kıymet verip gözümüzden bile sakınıyorsak kasetlerimize da benzer bir hassasiyet gösteriyorduk. Gel gör ki Zahir Zümrüt nasıl öğrendiyse radyodan kasete şarkı kaydetmeyi öğrenmiş ve beğendiği şarkıları o anda teypte hangi kaset bulunursa bulunsun hedef gözetmeksizin radyoda çalan şarkıyı teypte bulunan kasete kaydetmeye başlamıştı.

Akşam eve gelip keyifle bir Elvis kaseti dinlemeye başlarsınız ve muhteşem ‘’ Jailhouse Rock’’ ya da ‘’What'd I Say ‘’  şarkısının en etkili, ritmin en zirve, tenor saksofonun solo yaptığı yerde,nabzınızın şarkının temposuyla aynı attığı, hazzın doruklarına ulaştığınız bir anda,birden kasette bir hışırtı ve tak diye, play ve record tuşlarına basma sesi ve arkasından Zahir Zümrüt’ün ünlü repliğini  ‘’yılların eskitemediği sanatçı’’ dediği,ünlü Divan Şairimiz Mahmud Abdülbâki yani bilinen şekliyle Bâki'nin herkesçe bilinen, yitip giden sevdiklerimizden geride sadece hoş sedalarının kaldığını dile getirdiği ‘’Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş ‘’ misalisesini kasette kaydedilmiş olarak duyarsınız ve hemen arkasından Şükran Ay’dan ‘’ Senin en güzel yerin kahverengi gözlerin ‘’ türküsünü dinlemeye başlardınız, Zahir Zümrüt radyoda sevdiği bir şarkı ya da türkü duyduğu zaman,  hiç vakit kaybetmeksizin hemen radyodaki şarkıyı kasete kaydetmeyialışkanlık haline getirmişti.Tabii ki Zahir Zümrüt’te fikri takip olmadığından kayıt yaptığını unutur ve tüm kaset, şarkıdan sonra radyodaki tüm konuşmaların ve reklamların kaydıyla dolardı. 

.

.

.

Rahmetli az kasetimizi böyle radyo kayıtlarıyla mahvetmemişti. Bende, kasetler böyle kayıtlarla mahvolmasın diye kasetin hemen üstündeki tırnakları kırar ve kayıt yapılmasını engellemeye çalışırdım ama ne nafile, Zahir Zümrüt onunda çaresini bulmuş ve kırılan tırnaklar üzerine bant yapıştırarak kasetleri kayıt yapılır hale getirmişti.

.

İşte bitpazarında gördüğümüz eski bir teypten 43 yıl öncesinin hatıraları bu şekilde canlanır ve aynı anda bir dönemi, sevdiğimiz arkadaşlarımızı, kaybettiğimiz büyüklerimizi, o yılların yaşam tarzını, farkına varamadığımız zenginliklerimizi, mutluluklarımızı dakikalar içerisinde eskiye özlem bir film tadındagözlerimizin önünden, zihnimizin içinden akıp gider.

Maziye dönüp baktığımızda yaşamın akışı içerisinde ne anılar biriktirmişiz farkında olmadan, yaşadığımız süreç içerisinde o an için çok sıradan, olağan, gündelik olayları şimdi düşündüğümüzde, aslında neleri yitirdiğimizi, farkında olmadan ne kadar çok değerlere sahip olduğumuzun, maddi olmayan zenginliklerimizin ölçülemeyecek derecede olduğunu içimiz acıyarak idrak ediyoruz.

Çocukluğumuz çocuk gibi geçmiş, umutlarımız, geleceğe ait renkli hayallerimiz, gerçekleşebilecek planlarımız varmış. Derelerimizden, musluklarımızdan temiz içilebilir su akar, kana kana içermişiz. Su’dan daha ucuz bir şey olmazmış, ücretli su içebileceğimizi düşünemezmişiz bile. Denizlerimiz, ormanlarımız yaşanabilir yerlermiş, denizlerimizde özelliklerine göre yüzlerce tür balık yaşarmış, denize girebilmek için yüzlerce kilometre mesafeler kat etmeksizin evimizin önündeki denize girermişiz. Bir araba yolculuğunda yolları, köprüleri, viyadükleri, tünelleri, aşar sadece Susurluk’da içtiğimiz köpüklü ayran ile yediğimiz kaşarlı tostun ücretini ödermişiz.. İlk, orta, lise ve üniversitede okumak hiçbir zaman ailelere yük olmaz, ücret ödemek düşünülmezmiş bile.

Okula yürüyerek gider, servis nedir bilmezmişiz, kreş kavramından bi haber çocuklar olarak huzurla ve güvenle evde annemizle beraber yaşarmışız. Eve bir maaş girer ve bununla kira,mutfak, elektrik, su, vb. ne varsa ödenir, evdeki üç, dört çocuk rahatlıkla okula gider ve küçük yatırımlarla ileri de oturabilmek için kooperatife üye olunur ve ev sahibi olurmuşuz. Hastalanmaktan korkmaz, hastanelere ücret ödemek aklımızdan bile geçmezmiş.

.

.

Umutlarımız biraz hayalcide olsa, gerçekleşebilir hayallerimize, bir meslek sahibi olduğumuzda bir iki yıl içerisinde kavuşabilirmişiz. İlk bir iki yılda ufak tasarruflarla mütevazı da olsa da bir arabaya sahip olmak bir hayal değil bir gerçeklikmiş. Herşeyden önce renkli hayallerimize koşut umutlarımız varmış, yaşama dair coşkuyla bağlantılarımız varmış.

Acılarımızı, sevinçlerimizi ayrı gayri olmaksızın hep beraberce yaşarmışız, dini bayramlarımızı huşu içerisinde huzurla, milli bayramlarımızı coşku ve neşeyle, içimiz gurudan kabararak kutlarmışız. O zamanlardada dini bayramlarımızda insanlarımız anasını, babasını, aile büyüklerini görebilmek, memleket özlemini giderebilmek için yollara dökülür, bir bayram yoğunluğu gözlere çarpar ve gazetelerde, televizyonlarda bu bayram trafiği, bayram neşesi, bayram yoğunluğu, bayram bereketi şeklinde milletimize sunulurmuş.

.

.

.

Atılmış, satılmış ya da çöp olmuş, anılarla yüklü, her biri duygu dolu hikâyelere sahip eşyaların muhafızları olan bitpazarlarının köhnemiş, tozlu tezgâhlarındakihatıralarda evlat edinilip, sahiplenilip tekrardan hayat bulacağı, yeni yuvalarına kavuşacağı güne kadar kalan ömürlerini geçirdiği bitpazarları, terk edilmiş ya da hayatta tutunacak bir dalı kalmamış yalnız,yaşlı insanların ömürlerinin son zamanlarını tükettiği huzur/bakım evleri gibi değil midir?

Özel günlerde, ara sıra huzur/bakım evlerinde ziyaret edilince mutlu olan yaşlı insanlar gibi,tezgâhlardaki anı yüklü eşyalarda, bitpazarlarındaki gezilerimizden, onlarla ilgilenmemizden,onlarla aramızda bir bağ kurup kendimizden bir şeyler bulmamızdan mutlu oluyorlar mıdır acaba?

Bitpazarlarının her sokağı,her tezgâhımutlaka hafızamızın derinliklerine pusu atmış hatıralardan bir şeyler sunar bize, bu hatıraları canlandıracak olan eşyaları bazen fark ediyoruz bazen de fark edemeyip hafızamızın derinliklerinde kalmış olan bazı hatıraların bir müddet daha oralarda mahpus kalmasına neden olabiliyoruz ve oradan uzaklaşıp ardımızda bıraktığımız tezgâhlardakifark edilmeyen eşyalar, belki de bir hayvan barınağında heyecanla sahiplenilmek isteyen ama fark edilip sahiplenilmediği için hüzünlenen, içi burkulan, boynu bükük olarak,biz oradan ayrılırken ardımıza baka kalancan dostlarımız kedi-köpeklergibi, bir sonraki bitpazarı gezimizi heyecanla ve yeniden hayata döneceği yuvayı, yeni sahibi tarafından fark edilip evin en nadide yerindeki rafta sergilenmeyi bekliyorlardır.

Nereden bileceğiz ki?

 

*   Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, Şiirler 1945,YKY 1. Baskı, syf. 44, İstanbul,2013, Muzaffer Tayyip Uslu, ‘’Rüştüden Gelen Mektup ‘’ adlı şiirinde Oktay Rıfat’ın ‘’ Gün Sonu Konuşması’’ şiirinde geçen ‘’ Çünkü hatıralar kuşlar gibi, Dal ister konacak,’’dizesine gönderme yaptığı bölüm.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.