Gölgesiz Mevsimlerin Hüznü

Edebiyat

Gölgesiz Mevsimlerin Hüznü

Toprak… Hep toprak. Çocukluğumdan beri kulağıma fısıldanan, sofralarda konuşulan, bayramlarda, düğünlerde ağızlardan düşmeyen kelimeydi bu. Dedemin adı bile çoğu zaman mirasla birlikte anılırdı: “Dedenden kalan bu toprak altın değerinde…” Sanki bu dünyadan insan olarak geçmemiş; sanki başka bir hayat yaşamamış, hiçbir şeye gülmemiş, hiç ağlamamış… Üzüntüleri, sevinçleri; boy boy oğulları kızları olmamış… İşte yalnızca bu uçsuz bucaksız, engin denizlere benzeyen arazileri bırakmıştı arkasında. Öyle ki torunları daha dünyaya gelmeden bu mirasın gölgesinde büyümeye mahkûm edilmişti...

O yükünü alıp gittikten sonra aşiret yaşadı; yaşadıkça büyüdü, büyüdükçe nesiller boyu fırtınalı denizleri çoğaldı. Kurallar, taş duvarlar gibi örüldü hayatımızın her tarafına. Hiç kimse bu duvarları aşamaz, yazısız kanunlara başkaldırmayı aklından bile geçiremez oldu. Annem sık sık kendi evliliğini anlatırdı. Babamla evliliği bir kararın, bir geleneğin, bir mecburiyetinnihayetiydi. Gözlerindeki gölgenin sebebini o zamanlar anlamazdım. “Ben de babana mecbur bırakıldım…” derdi hep. Meğer annemin sözleri bana öğüt değil, kehanetmiş. Bilemedim.

Ve yıllar geçip gitti, sonsuz arazilerin gölgesiz mevsimlerinden.Kaderimin harita gibi çizildiği sırlarla dolu sayfalar, en sert rüzgârlara savurdu umutlarımı.

İbrahim...

Adını işittiğimde içim ürperdi. Kardeşim gibiydi o. Ağustos sıcağındaçömçe gelin oynarken bana gölgelik yapan, gizlice topladığı üzümleri avuçlarıma bırakan çocuktu.

Çömçe gelin nur ister Allah’tan rahmet ister… Koç koyun kurban ister, göbekli harman ister, balıklara yem ister… Ver Allah’ım ver, bir yağmurdan bir sel…

Birlikte büyümüştük. “O bana kardeş olmuştu, ben ona abla olmuştum.” İncirin, zeytinin ve narın en sevgili iklimlerine adamıştık gençliğimizi. Duamız yağmuraydı, yağmur; duamızın tecellisiydi. Ama aşiret için bunların hiçbir önemi yoktu. Toprak, bölünmemeliydi… Mutlak bütünlük sağlanmalıydı…Kutsal güç, elde tutulmalıydı… Dünyanın en kanaatkâr bitkisiyle bezeli hâk, bu uğurda kim bilir kaç sevdayı yerle bir etmişti…

Ailenin soyunu sürdürecek erkek sayısı azdı. Ben ise evlilik yaşı geçtiği söylenen bir kızdım. O yüzden İbrahim’le evlenmek zorunda olduğumu söylendiklerinde, içimin derin kuyularından ıssız bir ses yükseldi. Ama sedasını kimsecikler duymadı…Erdem kisvesindeki o suskunluk boğuldu, boğuldu…

Kısa zaman içinde düğün kuruldu… Çalgılar çaldı, halaylar tutuldu. Her şey, feodal bir köylülüğe uygun olmalıydı zira. Abartı, gösteriş, israf… Hiçbirinden feragat edilmedi. Takılarınışıltısındaninsanların gözleri kamaşmıştı âdeta… Oysa ben, içimdeki karanlığa bakıyordum. Altın bilezikler kollarıma takılırken, bileklerimdeki görünmez zincirler daha da sıkılaşıyordu. Kurbanlar kesildi, türküler söylendi. Gelin ve damat dışında herkes mutluydu.

İbrahim’in gözlerindeki haklı huzursuzluğu görebiliyordum. Elimi tutarken, ruhundaki fırtınadan korktuğunu duyabiliyordum. Çaresizce gülümsedi. Çünkü ikimiz de bize seçim hakkı tanınmadığının farkındaydık. Benden dokuz yaş küçük amcaoğlum gencecik yaşına rağmen büyük bir olgunluk gösteriyor ve bana destek olmaya çalışıyordu.

Dillere destan düğünümüzün ardından günler, aylar geçti. Evimizde sessiz bir sözleşme yapılmış gibiydi. Bütün kurallar yerli yerince uygulanıyor, ikimiz de birbirimize karşı saygılı ve sevgili olarak yaşıyorduk. İçimizdeki kardeşlik hissini bir kenara bırakmamız uzun zaman aldı. Ama hayat işte, suyun akıp yolunu bulması gerekiyor bir şekilde…

Nihayetinde bir gün hamile olduğumu öğrendim. O gün,aynı zamanda kayınvalidem olan yengemin yüzünde beliren sevinci hiç unutamıyorum. Sanki bana değil, uçsuz bucaksız bir deryaya bakıyordu. “Şükürler olsun Yarabbi! Soyumuz devam edecek…” dedi. Amcamın gözleri parladı. İbrahim’in de içinde buruk bir umut vardı. Belki bu çocukla birlikte biz de yeniden doğacaktık, yepyeni bir dünyaya uyanacak; onunla geleceğimizi yeniden inşa edecektik. Bize zorunlu istikamet olarak gösterilenkader rotasına onu sokmayacak, yüreğinin sevdasını bulmasına müsaade edecektik…

Ne yazık ki mutluluğumuz kısa sürdü. Gebeliğimin on ikinci haftasında rahatsızlıklarım başladı. Hastaneye gittiğimizdebebeğin gelişiminin normal olmadığını ve doğumu beklemeninçok riskli olacağını söylediler…Bunları işittikten sonra etrafımdakilerin konuşmaları zihnimde belli belirsiz: Günah! Mecbur…, doğmalı… hem de erkek!

O an anladım ki ben ne bir anneydim ne de kadın. Sadece aşiretin gövdesindenuzamış bir daldım ve sürgün vermeye mahkumdum. O koca gövdenin köklerini güçlendirmezsem hayatta kalmasam da olurdu, zira bir kuru dalı kesip atmakla yel kayadan ne aparırdı ki...

Hamileliğim ilerledikçe acılarım da arttı. Geceleri sancılarla kıvrandım. Sabahları yine kalkıp sofralar kurdum, evin hanımlığınaşan kattım! Herkesin gözünde güçlü görünmek istiyordum, ama içimde bir yerlerde her gün biraz daha eksiliyordum. Bazen aynaya bakıp kendimle konuşuyordum:

Bu kader mi? Yoksa biz sadece bir senaryonun figüranları mıyız? Şayet öyleyse bu talihi evlatlarımız aracılığıyla değiştirebilir miyiz?”

Bir sabah… -Aslında sabah demek doğru değil, çünkü o gün öğleye kadar uyanamamıştım-İbrahim yanıma geldi, kulağıma eğildi:“Leyla… Leyla!” diye seslendi.Sesini çok uzaktan işitiyordum. Yorgunluğumu, acılarımı içten içehissettiği için uyandırmaya kıyamamış ama saatler geçtikçe endişelenerek beni uyarmaya karar vermiş olmalıydı.Çünkü ben, sabah Güneş doğmadan kalkmaya alışıktım. Ancak o gün gözlerimi dahi açamıyordum. İbrahim’in sesini duyuyordum ama ona cevap veremiyordum. Bedenim uyuşmuş, soluğum ağırlaşmıştı. Sonra omzumdan tutup sarstı beni. O an kendimden çok onun kalp atışlarını hissettim. Korkuyordu…

Hastanenin soğuk koridorlarında gözlerim karardı birden. Bir dağa yaslanır gibi sarılmıştım İbrahim’e. Yetkililerbeni hemen ameliyata almaya karar verdiler… Bütün sesleri uzaktan, derin kuyulardangelen inlemeler gibifark ediyordum…Sedyede,oracığa yığılmışçasına yatıyordum. Bedenim,olduğundan daha ağırdı sanki ama ruhum bir uçurumun kenarında asılı kalmıştı. Ha ittiler beni ha itecekler… İbrahim’e, hayatın gövdesine tutunmamı sağlayan görünmez bir dalla bağlanmıştım. Neden sonra,ultrason cihazını doğduğundan beri elindeymiş gibi bir umursamazlıkla tutan doktorun sesi yankılandı kulaklarımda:

“Bebeğiniz birkaç saat önce ölmüş. Biraz daha geç kalınsaydı, sizi de kaybedebilirdik…” Gerisi yine yok… “Vah vah…, gitti oğlan…, geçmiş…, Leyla!”

İçimde taşıdığım hayat, aylar sonra can evimden kayıp gitmişti. Ama en acısı bu değildi. Doktor, “Hafif ateşiniz var, biraz üşütmüşsünüz. C vitamini verelim birkaç güne kalmaz toparlanırsınız…” dercesine sıradan bir şeymiş gibi rahatça devam etti sözlerine:

“Bir daha anne olamayacaksınız...”

O an, Dünya bütün renklerini yitirdi. Annem ağlıyordu, babam umarsız ancak kadere teslim olmuş bir edayla dua ediyordu; İbrahim başını önüne eğmişti... Ama ben hiçbirini net olarak göremiyordum. Sanki hepsi uzaklardan beni çağıran bir sisin içinde belli belirsizsilüetlerdi. Henüz adını bile koyamadığım, yüzünü hiç göremediğim evladımı kaybetmiştim. İçimde kalan koca boşlukla artık kupkuru bir daldan farksızdım.Bölünmeyecek bir acıyı miras olarak sükût içinde taşımak için ben seçilmiştim…

 

Dr. Seda Artuç Bekteş

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.