Fakir Baykurt'un Dirayeti

Öykü


Fakir Baykurt'un Dirayeti

Yücel Feyzioğlu

zorbatv

1980 başları: Almanya Essen kenti. Sol başta  Ertan, Federasyonun başkanı.2. Kişi Yağmur Atsız,3. Yücel Feyzioğlu,4. Aydın Karahasan,5. Fethi Savaşçı.6. Fakir Baykurt

Güzel bir yaz akşamıydı. Caddelerden gül kokusu yayılıyordu. 1969 yılı, Temmuz ayında, Kayseri’deydik. Türkiye Öğretmenler Sendikası –TÖS-ün kurultayı vardı. Ben gencecik bir öğretmen, Ardahan delegesi olarak gelmiştim. Türkiye’nin her yerinden 800 delege bir anda kente canlılık getirmiş, oteller, kahveler, sinemalar, lokantalar dolmuş, esnaf severek hürmet ve hizmet ediyordu. Çaylarımızı yudumlayarak sohbete dalmıştık. Aniden şehri sallayan iki patlama ile telaşa kapıldık. Eli sopalı insanlar ve korna çalarak dolaşan arabalar caddelerde belirmeye başladı. İddalar, söylentiler muhtelifti. Bir komplo olduğunu anlamıştık. Korkuyla odalarımıza çekildik. Ertesi gün yollardan ürpertiyle geçerek Alemdar Sineması’na gittik. Kurultay başkanlığına Cemal Başbay seçildi ve çalışma başladı. Saat onbire doğru Fakir Baykurt sahneye çıktı. O zaman Türkiye’nin en çok okunan üç yazarından biri ve TÖS genel başkanıydı. Cemal Başbay’ın kulağına bir şey söyledi. Başbay’da konuşmakta olan delegenin sözünü keserek sözü Fakir Baykurt’a verdi: 

“Arkadaşlar,” dedi o, “aldığımız habere göre dünkü patlamalardan sonra halkın arasında bizim camilere bomba attığımızı yayarak kışkırtma yapmışlar. Ve galeyana gelen halk şu anda sinemaya doğru yaklaşıyor. Heyecanlanmayalım lütfen, çalıştayı sürdürelim, önlemler alınmıştır.” 

Dilimizde söz, salonda çalıştay bitti. Salonda bir sessizlik, müthiş bir gerilim. Kimse konuşan delegeyi dinlemiyor artık. Biraz sonra patlama sesleriyle birlikte uğultu çoğalmaya başladı. Elimizde kendimizi savunacak hiç bir şey yok. Kapıları kitleyip koltuk kenarlarını sökerek elimize aldık. Çok geçmeden uğultu kapılara büyük bir öfkeyle yüklenmeye başladı.  İçeride panik havası. Saldırıya gelenler kapıları kırmaya çalışıyorlar, kapılar fazla dayanmıyor, az sonra gümbürtü ile iniyor aşağı. İçeri taşlar, sopalar, şişeler yağmaya başlıyor. Onların attıklarını geri fırlatarak içeri akmalarını engellemeye çalışıyoruz. Bir içeri dalsalar cesetlerimizin üstünden geçecekler. Can havliyle kapıları savunuyoruz. Bir çoğumuz yaralanıyor. Bu kez benzine batırılmış bezleri ateşleyip üst camlardan içeri atıyorlar.  Sinema perdelerini söküp ateşin üstüne sererek söndürmeye çalışıyoruz. İçeride duman daha da yoğunlaşıyor. Alevleri söndürmek güçleşiyor. Sinemanın karşısında orduevi var. Ama bir müdahale yok. Nasıl beceriyorsa, Fakir Baykurt oraya ulaşmayı başarıyor. “Biz öldükten sonra mı kurtarmaya geleceksiniz, lütfen!” diyor. Vali izinli, emniyet müdürü izinli, tugay komutanı izinli, emir vermek için kimse sorumluluk almıyor. 

O kargaşa içinde Fakir Baykurt’u aramızda görüyorum. Ceketi omzundan yırtılmış, pantolonu dizine kadar sökülmüş. Delegeleri sakinleştirmeye çalışıyor. İlköğretim müfettişi Veli Demiröz F. Baykurt’u o durumda görünce tabancasını çekiyor. Fakir Baykurt: “Yerine koy onu!” diye üst perdeden bağırıyor, mikrofona ulaşıp: “Sakin olun, sakin olun! Şimdi saldırı durdurulacak!” diyor. 
O arada üst üste düdük sesleri duyuluyor. Elinde megafon bir albay kapıda görünüyor: “Şimdi sizi dışarı çıkaracağız arkadaşlar. Askerlerin arasından yavaş yavaş geçip arabalara binerek Ankara’ya gideceksiniz!” diyor.
“Biz kurultayımızı bitireceğiz!” diye itirazlar yükseliyor, ama vali yardımcısı toplantıyı yasaklamış. Askerler, saldırganların arasından GMC’lere kadar bir kanal açmışlar. Oradan geçiyor, arabalara biniyoruz. Saldırmak, vurmak istiyorlar, askerler güçlükle engelliyor, araçlarla hareket ediyoruz.

Yolboyunca sararmış buğday tarlalarını hüzünle seyrediyorum. Güneş gurupta bütün dünyaya yetecek kadar kocaman bir portakal gibi görünüyor. Romantik hülyalara dalıyorum. 

Fakir Baykurt TÖS Genel Merkezinde bir basın toplantısı düzenliyor. En uzak ve en yakın kentlerden bazı delegeler de toplantıya davetli. Ben de aralarındayım.  Toplantı bitince ilk kez orada kendisiyle tanışıyoruz. O hengamenin içinde elimi yumuşacık tutuyor: “Eve gel, konuşalım,” diyor. Çok heyecanlanıyorum. Kitapları çıkar çıkmaz kapışılan bir yazar, birkaç hikâyesi ve gazete yazısı yayınlanmış 22 yaşında bir delikanlı ile ne konuşacak?..

zorbatvKurultay, Siyasal Bilgiler’de bitiyor. Fakir Baykurt’a gidemiyorum, acele Kars’a dönmem gerekiyor. Ayırttığım kitapları almak için Sergi Kitabevi’ne gidiyorum...aaa! Fakir Baykurt, Prof. Muammer Aksoy ile orada ayaküstü sohbet ediyorlar.  Hocayla tanıştırıyor beni. Hoca yüzüme bakıp: “Yahu seni aklı başında bir adam sanıyordum, sen çocukmuşsun daha!” diye bana takılıyor, kıpkırmızı oluyorum, onlar gülüyorlar.  Fakir Baykurt: 

“Gazetelerde ve dergilerde yazılarını görüyorum. Bunlar unutulup gidecek yazılar. Git otur roman yaz, kalıcı olan odur,” diyor.
“Benim yaşım başım kaç abi, nasıl roman yazarım?” diyorum. Aslında kolayına kaçmışım, gazete yazıları çekiyor beni, çünkü ne yazsam önemli sayfalarda düzeltilmiş şekliyle yer alıyor. O yazıları referans alan makaleler yayınlanıyor, TRT, “Tarla Başı,” “Tarla Dönüşü” programlarında Abdullah Yılmaz (kulakları çınlasın) o yazıları kullanıyor. Ben de kendimi bir şey sanıyorum. Meğer Doğu Anadolu’dan yazı gönderen benden başka kimse yok. Onun için gazeteler yazılarımı düzeltip yayınlıyor bir de telif ödüyorlar. Fakir Baykurt itirazıma şöyle cevap veriyor: “Şu kaşar yapımı, süt sömürüsü, Mustuk dayının hikâyesi tam roman konusu, git otur yaz.”
Yazılarımı okuyup aklında tuttuğuna daha da şaşırıyor ve çok büyük moralle Kars’a dönüyorum.  Gerçek babalık bu olsa gerek. Fakir Baykurt ile daha sonraki  anılarımı da yeri geldikçe yazacağım. Bu günlük yeter, hoşça kalın!

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.