Talvar
Prof. Hasan Pekmezci
Talvar’ın ya da Talvar sözcüğünün ne olduğunu bilir misiniz?
Anadolu’da yer, yöre ve eşya adlandırmalarında çok farklı sözcükler vardır bildiğimiz, bilmediğimiz. Kökeni, nedeni, niçini başka bir konudur elbette. Kim bilir kimlere, nerelere, nelere, ne gibi öykülere dayanır bu gibi sözcükler; hangi yaşam deneyimleri ile. Talvar da bunlardan biridir kuşkusuz.
Bağların, bostanların yabani hayvanlara ya da bizim oralarda çok görülen hasımlık yüzünden yabani insanlarca verilebilecek zararlara karşı korunması için direkler üstünde yapılan; yüksekçe; bazıları iki katlı, bekleme ve gözetleme yeri. Kimileri çakaralmaz tüfekle, kimileri teneke-davul çalarak bekler burada, olası istenmeyen durumlar için. Talvarın altı gündüzleri gölgeliktir; bebelere, çocuklara ve eli-ayağı tutmaz yaşlılara. Geceleri de üstü barınak. Seyyar bir merdiveni bulunur, inip çıkmaya. Gece olunca merdiven yukarı çekilir ki iki ayaklı, dört ayaklı kimseler çıkamasın. Üzüm ve meyve zamanı boyunca bu talvarlarda bağ ve bahçeler korunur. Buralarda bekleyenler-yaşayanlar için bağbozumuna kadar bir çeşit serüvendir; şimdi benim anlattığım gibi.
Bazı bölgelerdeki talvar geleneğinde her köy çocuğunun nice öyküleri yaşanır, burada anlattığım gibi ya da çok daha fazlaları. Anılar dünyasından nice izlerle.
*
Talvarın en üstüne çıktı, daha alaca karanlık basmadan. Akşama kadar bağ, bahçe koşturanlar, bir şeyler üretebilmek adına didinenler, zamanla yarışarak çalışanlar köylerine, evlerine dağıldı, gitti. Her günkü gibi geride insansız bir sessizlik, ıssızlık; yalnızca börtü böceğin yorgun sesleri kaldı. O, yine yalnız başına kalıverdi koca bağda, bağı beklemek ona düştüğünden. Zaten neredeyse bir aydır köye hiç gitmedi, gidemedi bu yüzden. Bu bağlar beklenmek zorunda, bütün kışın yiyecekleri buralara bağlı. Köylü için bir nimet. Dedesinin evinde kendisinden başka burada kalıp geceleri bekleyecek kimse yok ki biraz da o beklesin. Büyük dayısı İzmir’de, öteki dayısı kendisinden daha küçük. Geri kalanlar teyzeleri. Köyden çok uzak bir yerdir buralar. Dağlar arasında uzun bir vadinin içi ve yamaçları. Dağlara doğru yamaçlar, ormanlık, kıraçlar bağlık, aşağıdaki derenin etrafı da bahçeliktir, sebzelik. Yaz ayı bile olsa gündüzleri esintili bir vadi, geceleri nerdeyse ayaz. Tam karşı yamaçlar, ormanlık ve domuzların ailecek gezinti yerleri. Ailecek gezmeleri hoşuna gider onun. Önde ana-babaları; arkada sırayla bebeleri. Kaç kez rastladı, gördü bunları.
Dağ, bayır karanlıklara gömülmeye başlamadan bir ürperti sardı bütün vücudunu. Ağustos ayının sonlarına doğru olmasına rağmen sıska, kuru bedenini kendisine verilen kim bilir kimden geri kalan eski püskü bir ceketle sarmaya çalıştı. Dayısının aile içinde paylaşılan artık ceketlerinden biri de olabilir ama ona kimden kaldığı belli değil. Onun beğenmediği ya da kendisine artık küçük gelenlerden olabilir mi ki... Ne olursa olsun, her günkü giyeceklerle korunma yöntemleri bunlar. Doğal bir alışkanlıkla tekrarlanan.
Aşağıya baktı, talvarın en üstünden. Koyu-kara yeşiller içinde bütün bağı saran, küçüklü büyüklü demet demet bağ kütükleri. Kimileri yayılmış ve dalları birbirine girmiş örgü gibi. Aralarından geçenlerin ayaklarına çok dolanır bunlar. Kaç kez bunlara takılıp düştüğünden iyi bilir. Ereğele üzümlerini ve çubuklarını da iyi bilir, üstten bakınca bile onları gördü bu yüzden. Dalları daha dik ve daha gür olur yaprakları. Üzümleri açık sarı. İri taneli, su damlası gibi şeffaf. Bir yandan bakınca öteki taraf görülecekmişçesine. kendine özgü çekici bir kokusu. Ağza alınınca ezilip büzülmeyen, yiyeni bıktırmayan bir haz. Bu üzümden pekmez yapılmaz zaten. Sırf yemek içindir; katıktır. Üzüm denince herkesin gözü bu üzümdedir. Bu yüzden o, doyasıya yiyemese de; ereğele üzümlerini çok sever, zaten sevmeyen pek bulunmaz ki. Dedesi hangi ereğele çubuğunda kaç salkım vardır, hangi üzüm koparıldı, anında bilir. Bu yüzden üzüm koparmak için kimseler yaklaşamaz, bu asmalara onun izni olmadan. Sadece seyreder ağzı sulanarak.
Bunları düşünmek istedi, korkusu geçsin diye. Daha çoook zaman vardı sabaha, kocaman bir gece vardı önünde. Nedense her akşam böyle oluyordu elinde değil. Dün gece de böyle. “Hep böyle olmuyor mu sanki” dedi içinden. “Alışırım birazdan ay ışığı çıkınca”. Birden kararıveriyordu buraların akşamları. “N’olur gece olmasa. Bereket ki çok geçmeden ay ışığı çıkıyor ve ardından yıldızlar. Bunları düşünürken bir yandan da aşağıdan getirdiği eski çul parçalarından birini, üzerinde uzanacağı şekilde serdi. Geceye hazırlık. Kocanasının dokuduğu çulların eskiyenleridir bunlar. Gündüzleri aşağıda üstünde namaz falan kıldıkları. Geceleri talvarın tepesinde onun yatağı. Elini değdiği şeylerle ilgili anıları geliveriyordu aklına. Kısacık yaşamının getirdiği sıcağı sıcağına anımsamalarla. Çul dokumalar keçi kılından yapılır, yılan, akrep gibi zararlıların bunun üzerinde gezinemediğine ve insanı koruduğuna inanılır. Hatta çadırların kıldan yapılmasını da buna bağlarlar bizim oralarda..
Tarla-tapandan dönünce onca yorgunluk üstüne gece yarılarına kadar çul-çuval-heybe dokurdu evde gocanası; konu komşuya. Sabah ezanıyla, aynı giysilerle yine bağa bahçeye koşturmak zorundaydı. Zaten gece için pijama denen şey bilinmezlerdendi bu evde. Giysi giysidir, örtündü mü tamam, gecesi-gündüzü mü olur ki. Bu dokuma işinden tuz, şeker ve dedenin kahve harçlığı için beş on kuruş gelir. Bunları da düşündü birden, onun o yorgun, bezgin halini gözlerinin önüne getiriverdi bu arada. Gündüz buralarda o köşe, bu köşe koşturup, geceleri de ıstarda çul çuval dokumak kolay mı? Başının iplere düştüğünü ve öylece uyuyup kaldığını çok görmüştü. Evde hiç kimse de “ana sen çok yoruldun” demezdi, görmezlerdi bile alışkanlıklarından. Hele dedenin bir hışmına düşmesin; sabah namazına kalkamadı, diye nasıl teperdi ayağının ucuyla, sırtına, beline, poposuna. Ardından olmadık sözlerle azarlardı yorgun, bitkin Gocanasını. Ya Gocanası olmasa ne yapardı, nerelere giderdi, bu çocuk haliyle.
Başının geleceği yere oradaki söğüt demetlerinin birazını koydu; yastık gibi, yükseklik için. Üstüne örteceği pala dokumalardan birini de yanına aldı, gecenin hazırlığı. “Acıkır mıyım” diye düşündü bir an. Dün acıkmıştı, karnı gurul gurul etmişti bütün gece, ince ince sızlayarak. Korkudan aşağı inip bir şey yiyememişti. Talvarın tepesine merdiven olmadığı için ara direklerden birine çakılan çivilere basarak aşağı indi. İçindekiler kurumuş ve ufalanmış da olsa gündüzden artan yufka bohçasını ve katık için bağın kıyısından köşesinden aldığı bir iki salkım üzümü alıp yukarı çıkardı. Bu arada çiviler bacağını çizdi panikten ve telaştan. Canı çok yansa da tükürüğü ile oraları iyice ovdu-sıvazladı, kanayan yerlerin acısını hep böyle dağıtırlardı büyükleri. Talvarın tepesinden eğilerek merdiveni orta kata çekip çekmediğini bir daha kontrol etti, “ya unutursam”, tedirginliği içinde. Gerektiğinde gürültü çıkarma aracı olan boş gaz tenekesini ve kalın sopasını yanı başına hazırladı. Yapayalnız geçecek bir gecenin bütün önlemlerini almak zorundaydı. Önceleri yaşanan veya yaşandı diye anlatılan çeşitli masalsı anılar ya da böylesi öyküleri çok dinlediğinden.
Köylülerden biri talvarın merdivenini yukarı çekmeyi unutmuş bir zamanlar bu bağlarda. Gece talvarda uyurken mıs mıs bir sesin kendisini kokladığını hissetmiş, gözlerini korkuyla biraz aralayıp bakmış ki ay ışığında tüyleri parlayan kocaman bir ayı yanı başında. Can havliyle talvarın tepesinden bağ çubuklarının üstüne yuvarlanmış kurtulmak için. Ezilen üzümlerin, yaprakların, dalların arasından zar zor toparlanarak, orasını burasını çekiştirerek, önce kaçmaya çalışmış düşe kalka, ama bütün acılarına ve sızılarına rağmen birden ayının arkasından geleceğini düşünüp geri gelmiş. Ayı merdivenlerden inmeyi akıl eder korkusuyla, merdiveni yere çekivermiş. Yeniden kaçmaya başlamış, gecenin bir yarısı öteki bağın talvarına doğru. Bir yandan da var gücüyle “ayı var, yetişin” diye bağırarak. “Ayı vaar, ayı vaaar” diye bağırmasına komşu bağın bekçisi de uyanmış ama ayı sözünü duyunca talvardan inmemiş korkusundan. Bir yandan gücü yettiğince teneke çalıyor, bir yandan da uzaktan, uzaktan “ben burdayım korkma” diyormuş. Her bir yeri sızlayarak, kan-ter içinde varmış oraya. İkisi birden komşunun talvarının tepesinde sabahlamak zorunda kalmışlar. Gün ağarınca bakmışlar ki ayı hâlâ talvarın tepesinde geziniyor, bir oraya bir buraya. Merdiven yere yıkıldığından inememiş, atlamayı da gözüne kestirememiş olacak ki büyükler gelinceye kadar öyle yukarıda hapis kalmış. İnecek başka yer olmadığı için ne yapsın zavallı, başına geleceklere katlanmaktan başka.
*
Aklına bu anlatılanlar geliverince ayıyı sanki yanı başındaymış gibi hissederek iyice ürperdi. Merdiveni talvarın orta bölümüne çekip çıkardığı için rahatladı biraz. Nasıl olsa yılanların ve farelerin dışında başka canlı çıkamaz buraya diye düşündüğünden.
Gittikçe karanlık sarmaya başladı, bağları, bahçeleri. Talvarın çatısı bağlarla birlikte koyu bir bulut içindeymiş; bulutların üstünde uçuyormuş gibi görünmeye. Artık aşağıya bakmamaya karar verdi, yıldızlar uzaktan uzaktan “biz burdayızzz, biz varııız” demeye başladığından. Sıkıldığı zamanlar yaptığı gibi eline aldığı bağ bıçkısı ile gündüzden hazırladığı söğüt dallarını çentmeye, budamaya koyuldu, alaca aydınlıkta. Sepet örmek için dalları budamayı, esnek, körpe sürgünleri bir boyda ve bir hizada hazırlamayı çok sevdiğinden. Aslında boş durmaktan hoşlanmadığından. Bir şeyler yapmayı, kesip biçmeyi, yontmayı, kazımayı çok severdi eskiden beri. Bu yüzden kaç kez dayak yemişti babasından, evdeki ağaç direkleri, tahtaları; eline geçen bıçak, bıçkı, tahra ile yontma, oyma, kesme merakından. Talvarda bağ beklerken sıkılıncaya kadar ay ışığının da yardımı ile bunlarla uğraşırdı hep. Bazı gündüzleri işlerden fırsat verirlerse, kimi aydınlık gecelerde, söğütten küçük sepetler örmeyi çok seviyordu. Böylece değişik değişik sepet örme denemeleri yapmıştır, kendi kendine. Onun için farklı bir oyundu bu. Bunlarla uğraşmaya başlayınca, gecenin çok ilerlediğini bile geç fark ediyordu çoğu zaman. Yıldızlar çoğalmıştı, her zamanki gibi. Söğüt demetlerini başının altına gelecek şekilde yeniden yerleştirdi. Çulun üstüne, sırtüstü uzandı. Kollarını da başının ve boynunun altında birleştirdi. Yıldız kümelerini, kendine anlatılanlarca arama ve yeniden bulma oyununa hazırlıktı bu. Çeşit çeşit hayaller kurmak için de. Çok geçmeden yıldız kaymalarının başlayacağını da biliyordu; bir oraya bir buraya. Aslında her gün bütün aşamalarını bildiği bir oyunu sil baştan oynuyordu, sanki yeniden keşfediyormuş gibi. Yıldızlar ve ay dede aynı oyunun içindeydi. Kimi zaman o kadar çok yıldız kayıyordu ki yarın acaba bağlarda, bahçelerde bir farklılık olacak mı, köylerinde evlerde yangın çıkacak mı diye merakla bekliyordu. Arkadaşlarınca, kendinden büyük ağalarınca anlatılanlara göre ateş gibi bir şeydi bunlar, dağlara, tepelere düşen. Düştüğü yerleri yakan. Ara sıra gittiği okulda öğrendikleriyle, köyde anlatılanlar arasında bocalayarak.
Geceleri ay ışığına ve onca yıldıza rağmen aşağıdaki bağlar ve her taraf karardığında, ay ışığının bağ kümelerinin ve asma yapraklarının üstündeki ışıltılarına bile bakamıyordu korkudan, sessizlikten, ürkütücü yalnızlıktan. Aşağıdan bir karaltı, bir hareket, bir hışırtı, bir ses duyarım, görürüm diye. Bu korkular, tedirginlikler onda panik atak haline gelmişti; Talvarın üstünden ve tepesindeki gökyüzünden başka bir yere bakmamaya gayret ediyordu. Bu yalnız gecelerde bütün dostları, sırdaşları, oyun arkadaşları, talvarın üstü, söğüt dalları, bağ bıçağı, gökyüzü, yıldızlar, bulutlar, ay dedeli hayal üstüne hayaller… Kendini sanki bulutlar üstünde düz bir yerde, yatıyormuş gibi hissederdi hep, aşağıyı görmediğinden. Gökyüzündeki büyüklü-küçüklü yıldızlara ve hele ay dedeye elini değmeyi hep hayal ediyordu. Uzaktaki minicik yıldızlar, az ışıklılar, yakındaki çok ışıklılar. Kocaman delikli bir çadır gibi koyu mavi bir boşluk. Bu boşluk içinde bir yandan başlayıp öte yana gitmeye çabalayan ay dede.
He akşam, her gece bu gökyüzü oyununda Gocanasının bir zamanlar kendisine anlattıkları ve öğrettiği tekerlemeler gelir aklına; içinden tekrarlar durur. Bilmem kaç kez tekrarlayınca dileklerimiz oluverirmiş derdi İrez Gocanası. Dilek bu ya!
‘’Ay dede, gün dede, evin nerde, ince belde, tatlı dilde,
Yağa batır, bala batır, ben yiyeyim sen bak otur”
“Ay gibi ahtın olsun, gül gibi bahtın,
“Ay gördüm Allah, amentü billâh”.
Bunları sık sık söylediğinde, aklına takılabilecek bağ, bahçe masallarını düşünmediğinden sessiz bir kandırmaca oyunu oynardı, kendi kendisiyle. Yıldızlarla ve gecenin saatleri ile sessiz, sözsüz bir oyun. Işık saçarak gecenin koyu karanlığını az da olsa aydınlatan; dostu, arkadaşı, sırdaşı yıldızlar ve ay dede. Talvarda geçen bütün gecelerinin vefalı dostları.
Bugün talvarın tepesinde hiçbir şey yapmadan sırtüstü sessizce yatması ve böylece uykusunun gelmesini beklemesi çıkarabileceği bir sesin domuzların, ayıların, tilkilerin, kurtların saldırmasına neden olabileceği korkusundan çok; yorgunluktan. Sabah ezanından sonra yola çıkan Gocanasının, dedesinin ve teyzelerinin bağa gelmesi ile birlikte ayakta olduğundan; bu saatlere kadar kolay m? Söğüt budamayı bırakması da bundan. Yapayalnız küçük bir çocuğun yorgunluğu ve korkusu: Gerçi bağa tilki, domuz, ayı, kurt gibi bir hayvan indiğinde ya da bir yabancı geldiğinde var gücü ile komşulara bağırması ve yanındaki tenekeyi çalarak, çok büyük gürültüler çıkarması öğütlenmiştir, ama yine de elinde olmadan sessizce hareket etmeye çalışıyordu, gece boyu.
*
Yıldızlar bütün hayallerinin, bütün sorularının kaynağıdır altı-yedi yaşlarında bir çocuğun kafasındaki. Gece gelip, gündüz nerelere gidiyorlar, nasıl bir şey bunlar? Bir birine çarpmıyorlar mı? Onlara ulaşılabilir mi? Birbirlerinden ateş alarak yanıp tutuşmuyorlar mı? Gece uyurken üstümüze düşerler mi? Kazara böyle bir şey olsa buradan nereye ve nasıl kaçabilirim? Arkadaşlarının bazı geceler kayan yıldızların dağlara, tepelere düştüğünü söylemesi aklına geldi. Dedesinin izin verdiği kadarıyla kayıtsız gidebildiği okulda birinci sınıfta bunlarla ilgili öğrendiklerini düşündü. Kafası karma karışık oldu, gecenin içinde.
İş yüzünden, “tarla tapan var” diye “bugün mektebe gitmeyiver” dediği çok oluyordu dedesinin. Dedesi için işler okuldan önemliydi. Öğretmenini düşündü: Bu köydenmiş benim gibi. Okumuş, Cengiz’in abisi gibi okullarda.
Ardından yaşam kaygılarının, tedirginliklerinin soruları başladı elinde olmadan. Mahalle arkadaşı Memiş, Niyazi ve Abdullah’la bu yıl yine okula birlikte gidebilecek miyim, beni bu yıl okula gönderir mi dedem? Ya artık evine git, baban seni okula gönderirse göndersin, oradan der mi? Ne yaparım üvey ananın yanında? Kardeşim Zeki ölmüş, Akif ölmüş o evde, analığın elinde. Ya yine her gün döverse bir bahane bulup. Kötü kötü sözler söylerse, ölüp giden anamın ardından.
En iyisi bunları düşünmek yerine bir baştan başlayıp yıldızları sayabilmek. Çoğu zaman bu sayma işlemi sırasında uyuyup kalıveriyordu zaten.
*
Yıldız saymaca oyunu her gece mutlaka birbirine girer elinde olmadan. Tam bir yerlere kadar saymışken içlerinden biri “vızzz diye başka bir yere fırlayıp gider, ardında cıvvv diye bir ışık. Bütün sayılanlar da güm.
İşte o zaman “ben de cıvvv diye bir yerlere gitsem, dayımın İzmir’e gittiği gibi” düşünceleri ve hayalleri; başka bir oyun olarak.
“Cıvvv” diye gidivermek başka yerlere. Nelerden kurtulur insan, oralara gidince, kim bilir? Hele şu talvarın tepesinde beklerken yaşanılan gece korkusundan kurtulur en başta. Sonra yarın dedemin çatık kaşları altındaki çipil gözlerinden fışkıran kızgınlıklardan. Bir oraya bir buraya koşturmalardan. Köylü Konya lastik ayakkabıların ayağımda yaptığı pişiklerden ve yaralardan. Her gün “artık evinize git” diyecekleri korkusuyla çok çalışmaktan, çok az yemekten, hata yaparsam kovacaklar endişesinden. Üvey ananın yanına gönderecekler diye her gün iç sancısından, tedirginlikten; onun bunun gözlerinin içine bakmaktan. Her söylenene boyun bükmekten.
Istarın ardında sığıntı gibi yatmaktan. Geçen kış oğlakla, kuzuyla, buzağı ile birlikte yatmanın kokuları halâ burnunda.
‘’Dayımın yaptığı gibi İzmir’e gitsem. Başka yer bilmem ki zaten. Geçen geldiğinde nasıl güzel bir iskarpini vardı. Gözlerimin önünde her gün siler, pırıl pırıl parlatırdı. Söz verdi, eskiyince bana verecek onu’’.
Cengiz’in öyle ayakkabısı var ağasının verdiği. Elbisesi öyle. Bir gün öğretmenimiz Cengiz’in ağasını sınıfımıza çağırdı, okulunu anlatması için. Bize anlattı dersimize geldiğinde. Orada yepyeni elbiseler veriyorlarmış her sene. Her gün çok güzel yemekler yiyorlarmış doyuncaya kadar, tabakları ayrı, sabah-öğle ve akşam.
Ağasının birçok kitabı var, okuldan veriyorlarmış. Cengiz bazılarını okula getirir, öğretmenimize göstermek için.
Öğretmenimiz de aynı okulda okuyup, öğretmen olmuş ya bize hep o okulu anlatır.
Okumak.; uzaklara gitmek, çoook uzaklara gitmek analıktan, kuzuyla, oğlakla, buzağıyla yatmaktan; sıkıla sıkına yemekten, sığıntı gibi olmaktan.
Bulutlar gibi gökyüzünde uçmak, yıldızlar gibi uzaklarda olmak. Canı istediğince, keyfince...
*
Ülkenin başkentinde, iki sokağın kesiştiği köşede, çok kalabalık bir mekân. Mekânın girişi, sağı solu çiçeklerle, çelenklerle dolu. Sokaklarda trafik tıkanmış, Herkes bu mekâna girip çıkma telaşında. “Bu ne biçim kalabalık böyle” sızlanmaları. Doktoru, hukukçusu, eğitimcisi, mimarı, sanatçısı, mühendisi, öğretmeni, öğrencisi, genci, yaşlısı ile her meslekten sanat tutkunları ve meraklıları. Eşi, dostu, seveni, belki de sevmeyeni.
Burası bir sanat galerisi.
Bütün duvarlarda tablolar, küçüklü-büyüklü. Her tablonun önü kalabalık.
Herkes resimlere bakıyor, yorumluyor, anlamaya çalışıyor, kimileri anlatmaya dili döndüğünce ve anladığınca; tabloların önünde öbekler.
Kuşlar var tablolarda. Kırık dökük kafeslerde, dallarda, ağaçlara yaptıkları yuvalar içinde.
Bulutlar var gökyüzünde, kocaman kocaman pamuk yığını. Bulutlara uzanan, bulutlar içinde kaybolan yaldızlı merdivenler var, gittikçe sonsuzlaşan.
Evler var, içinde ne sıkıntıların yaşandığı, sıkıntılar acı kırmızı.
Tarlalar var, koyu karanlık bağlar.
Bağların ortasında talvar. Geceye hayalet gibi karışan çalı-çırpıdan çatısı. Kopkoyu mavi gökyüzünde binlerce yıldız ve sapsarı ay dede.
Talvarın en tepesinde bir çocuk; dostu, sırdaşı yıldızlarla konuşan; geçmişi, günü, geleceği.
Salona girişte solda büyükçe bir poster, sergi sahibi için hazırlanan.
Posterin üst kısmında yer yer pörsümeye, torbalanmaya, yılların izlerini, çizgilerini taşımaya başlayan bir yüz. Kabarık, kıvırcık, bembeyaz saçlar. Kimilerinin şair Hasan Hüseyin’e, kimilerinin Einstain’e benzettiği.
Altında uzunca bir özgeçmiş; sanatta neler yaşadığına, neler yaptığına ilişkin. Talvarın tepesinde geçen günler hariç. Onlar duvarlarda, tablolarda.
Nerelerden nerelere uzanıp gelen.
Yanında getirdikleriyle, götürdükleriyle.
Hasan Pekmezci.Ankara.2000.
Yeni yorum ekle