Veda

Öykü

Veda


Esra Bölgen

Çok yorgun hissediyordu kendini Burak. Fiziksel yorgunluktan çok beyniydi yorgun olan. Tek istediği gözünü kapatmak ve açtığında da kendini evinde, yıllarca uğraşıp zorlukla kurduğu kendi düzeninde bulmaktı. Duygularını anlamlandırmak, mevcut huzurlu duruma gelmek, kendiyle ve çevresindekilerle barışmak yıllarını almıştı. Ama belli ki düzen kurmadaki başarısını, kendiyle ve çevresiyle barışmada gösterememişti. İki gün önce yıllardır görüşmediği babasının ölüm haberini alıncaya kadar her şey yolunda, mutlu bir hayat sürdüğünü düşünüyordu. Çok severek yaptığı bir işi, çok güzel bir sosyal çevresi ve hayatında yakın zamanda evlilik teklif etmeyi düşündüğü, değer verdiği bir kadın varken her şeyi tekrar sil baştan yaşar gibi hissetmesi öfkeli hissetmesine neden oluyordu.
Hangi ara bu kadar hissiz olmuştu? 

Hangi ara bu kadar vurdumduymaz bir insana dönüşmüştü?

Bunları düşününce babasına daha da çok kızdı. Onun yüzünden dönüştüğü bu insanı sevmiyordu çünkü. Ve eğer bir insan kendini sevmiyorsa kimseyi sevemezdi ona göre. ‘’Eh bu da iyi bir şey. En azından babamdan biraz farklıyım. O sadece kendini sevdi. Başka da kimseyi sevmedi’’ diye düşündü hafifçe gülümseyerek. Tam yirmi yıl olmuştu babasıyla görüşmeyeli. On beş yaşında lise sınavında aldığı sonuçla ülkenin en iyi okullarından biri olan Galatasaray Lisesi’ni kazandığını öğrendiğinde hayalindeki okulu kazanmaktan çok evden kurtulacağı için sevindiğini hatırlıyordu. Nitekim babasıyla yatılı bölüme kaydolmaya gittiğinde diğer öğrenciler gibi evinden uzaklaşacağı için hüzünlenen değil, evi olacak bir yere kavuşmanın heyecanını yaşamıştı. Annesi kendisi çok küçükken ölmüştü. Artık annesi de hayali gittikçe uzaklaşan ve hatta zaman zaman gerçekliğini sorguladığı bir rüya gibi geliyordu ona. Onunla ilgili en belirgin anısı sürekli hasta olmasıydı. Ruhun öncesinden terk ettiği bir vücutta yaşamaya çalışan sarı benizli, aşırı zayıf bir kadındı aklında kalan. Ama çocuk aklıyla fark ettiği yoğun acısına rağmen o halde bile oğlunu yatağa çağırır, yanına yatırır ve başını okşardı. En son hatırladığı sevgi içeren fiziksel temas da bu baş okşamaydı zaten. Babası hiç konuşmaz, gülmez, bir gün bile oğlunu diğer babalar gibi kucağına alıp sevmezdi. Hatta annesiyle bile konuştuğunu hatırlamazdı. İşten gelince başını annesinin yattığı odaya uzatır, şöyle bir bakar ve içeri yemek yemeğe geçerdi. Hiçbir zaman maddi sıkıntıları olmamıştı. Her zaman oynayacak oyuncakları, canının istediği her şeyi satın alacak yiyecekleri ve kıyafetleri olmuştu. Evin tek çocuğu olduğu için başka bir sevgiyi kıyaslama durumu da olmamıştı. Bazen arkadaşlarının anne-babalarının, kardeşleri içinde kimi daha çok sevdiğiyle ilgili konuşmaları duyduğunda anlamlandıramazdı o duyguyu. Birini sevmeyi beceremeyen on tane de olsa kimseyi sevmeyi başaramazdı ki. ‘Keşke bir başkasını daha çok sevdiğini görseydim de sevgi kavramıyla tanışsaydım’ diye düşünürken bulurdu kendini bazen. Beş yaşlarında bir çocuğun, daha sevgiyi öğrenmeden annesini kaybedince onu bekleyen yaşamda da ne bulması gerektiğini öğrenmesi zaman alıyordu. Evde her zaman yatılı bir bakıcı ve düzeni sağlayan, yemekleri yapan bir yardımcı olurdu. Onlar içinse çekindikleri bir babanın oğlu ve annesini çok erken kaybetmiş bir çocuktu. O kadar. Akşam babası işten geldiğinde hazırlanmış mükellef sofrada hiç konuşmadan yedikleri yemekler belki de hayatının en sevimsiz anılarını oluşturuyordu.
‘’Nasılsın?’’
‘’Günün nasıl geçti?’’
‘’Bugün neler yaptın?’’  
‘’Bir şeye ihtiyacın var mı?’’ gibi sıradan konuşmalar bile yapılmadan geçirilen o eziyet dolu dakikalar…
Yemeğini bitirmeden masadan kalkamazdı. Ama şimdi hatırlıyordu da kimse ona böyle bir şey dememişti. Sofradaki o ağır hava, babasının uzak ve katı duruşu kendisinde o duyguyu uyandırmıştı. Bir babaannesi ve halası olduğunu öğrenmişti yıllar sonra. Sadece var olduklarını bildiği ama görmediği…

Görüşmüyorlardı. Ama hiçbir zaman merak etmemişti nedenini. Babası zaten görüşülecek biri       değildi. Peki kendisi de mi görüşülmeyecek biriydi? Yıllar sonra sorgulamıştı bunu. Çünkü o zamanlar, yaşadığı hayatta ona göre her şey mümkündü. Annesinin de kimsesi yoktu herhalde ki ne ölümünden önce ne de sonra kimseleri görmemişti evde. Doğalı buydu o evin. İnsansız olmak. Böyle olunca da kendisini okul hayatı başladıktan sonra derslerine adamıştı. Liseye kadar kendisi de aynı babası gibiydi. Konuşmayan, mecbur olmadıkça kimseyle iletişime geçmeyen, arkadaşı olmayan, sadece ders çalışan biri. Yaşadıkları kasabada babası oldukça nüfuzlu ve tanınmış biriydi. Kimse sorgulamadı ondaki bu içe kapanıklığı. Öyle ya anneyi bu kadar erken kaybedip bir de babası böyle olandan başka bir davranış beklenmez zaten diye düşündüler belki de. Yatılı okul hayatı başladıktan sonra öğrendi birçok şeyi. Sevmeyi, kızmayı, tepki vermeyi ve hatta ağlamayı. İşte o zaman başladı babasına duyduğu nefret, öfke…
O güne kadar normal saydığı tüm duygusuzlukların, tüm tepkisizliklerin nedeniyle yüzleşti bir anlamda. Hiç evlenmedi babası bir daha. Lisedeyken birkaç kez tatillerde gittiği yere ev demekten vazgeçmesiyle değiştirdi hayatını. Kendisini heyecanla bekleyen birilerinin olmadığı hiçbir yer ev olamazdı onu öğrenmişti. Sonrasında da dersler dedi, projeler dedi, yetiştirmem gereken ödevler dedi ve hiç gitmedi bir daha o eve. İşin ilginci babası da ısrar etmedi ‘gel’ diye. Aslında ilginci değil babasının doğalı demeli belki de. Düzenli para gönderen biri vardı hayatında o kadar. Para sıkıntısı çekmeden tamamladığı lise hayatını aynı şekilde üniversitede de devam ettirmesi babasının yaptığı en iyi şey olarak tanımlanabilirdi şu an. Babasına Galatasaray Hukuk’u kazandığını haber verirken de Yüksek Lisans için Fransa’ya gideceğini söylerken de bir heyecan hissetmemişti. Sadece haber vermişti.

Neden avukat olmak istediğini söylememişti…
Yıllarca susarak geçirdiği bir yaşamı; çok konuşmasını gerektiren bir mesleği seçerek ve başkalarının sesi olarak kendiyle ve hayatla bir tür inatlaşma içinde olduğunu da...


Bir anda uçağın kalkacağı anonsunu duyunca kendine geldi. Başını pencereye dayayıp gözlerini sımsıkı kaparken, kulaklığında dinlediği müziğin sesini biraz daha yükseltti. Bildiği bir şeyi dinleyerek kendisini gerçekliğe dönüştürüyordu bir anlamda. Elinde duran defteri sıktığını uçağın tekerleklerinin yerden kalktığını hissettiği an fark etti. Eski usul orta boy, siyah kapaklı bir defterdi. Veraset işlemleri için görüşmeye gittiği, babasının avukatı İsmet Bey vermişti ‘’bu babandan… Ölümünden sonra sana vermemi istemişti’’ diyerek. Merak edip açmamıştı o süreçte. Hatta orada, odasındaki komodininin üzerine bırakmıştı. Ama nasıl olduysa havaalanında bilgisayarını göstermek için açtığı çantanın içinden çıkmıştı. Şimdi ise elinde ne yapacağını bilmez bir şekilde tutuyor ve açarsa yirmi senedir görmediği babasını tekrar görecekmiş gibi hissediyordu. ‘’Bir insan ölse de varlığını bu kadar mı göze sokar ya?’’ diye söylendi içinden deftere bakarak. Ellerinin sıkmaktan eklem yerleri kızarmıştı. Ellerine bakarken birden yan koltuğun kenarını sıkan ele gözü takıldı. İlk dikkatini çeken şey elin sahibinin yaşıyla ilgili belirgin fikir veren lekeleri olmuştu. Yaşlı bir insana ait olduğu belli olan kemikli, ince uzun parmaklar, temiz, kısa kesilmiş tırnaklar ve pembemsi tenin üzerindeki kahverengi lekeler. Ne ilginç, kadın mı erkek mi olduğunu anlayamamıştı. Sonra yaşlılığın da bir tür bebeklik gibi olduğunu düşündü. Nasıl bazı bebeklere bakıp kız mı erkek mi olduğunu anlamıyoruz, yaşlılık da öyleydi. Cinsiyetsizleşiyordu insanoğlu sona doğru. Elindeki defteri unutmuş merakla yanındaki yolcuyu incelemeye başlamıştı göz ucuyla. Siyah bir takım elbise, iyi ütülenmiş, tertemiz beyaz bir gömlek ve eski ama parlatılmış siyah rugan ayakkabılar. Bir an ‘eski bir diplomat falan herhalde’ diye düşündü. Kıyafetine verdiği önemden nedense eski zaman bürokratlarına benzetmişti. Ama halâ incelediği belli olacak diye kafasını tam kaldırıp yan koltuk sahibinin yüzüne bakamamıştı. Nedense tuhaf hissetmişti kendini. Sadece o el bile o kadar çok yaşanmışlık anlatıyordu ki.
‘’Kimlere dokundu acaba bu eller?’’ diye düşündü.
‘’Kimleri sevdi?’’
‘’Belki de dövdü…’’
‘’Kimlerin elinden tuttu?’’
‘’Acaba bir enstrüman çaldı mı?’’ Sanki piyano çalan ellerin zarafeti vardı.
‘’Neler yazdı bu ellerle? Kimlerin kalbini çaldı, kimlerin kalbini kırdı yazdıklarıyla?’’
‘’Babamın elleri son dönemde neler anlattı acaba?’’
‘’Aynı bu şekilde zarif bir yaşanmışlık mı gösteriyordu yoksa ruhunun sertliği ellerine de yansımış mıydı?’’
Kendi ellerine baktı birden. Temiz, bakımlı, kısa ve tombul parmaklarına…
Sevmemişti hiçbir zaman ellerini. Kim bilir belki de aynı babasının ellerine benzediği için. İyi bir ceza avukatı olmuş ve bir sürü karar yazmıştı bu ellerle. Ama kimse ellerine bakıp şu an onun yaptığı şeyi yapamazdı. Kendisiyle ilgili fikir edinemezdi. Sıradan ellerdi aynı yaşamı gibi. Birden kafasını kaldırıp yanında oturan kişiye baktığında düşündüğü her şey silindi aklından.

Yanında çok yaşlı bir bey oturuyordu. Hatta beyefendi demek daha doğru olurdu. O kadar zayıftı ki gömleğin yakası boynunda bol duruyordu. Saçları bembeyaz ve yaşına göre oldukça fazlaydı. İtinayla geriye doğru taranmıştı ama azalan yerlerden başındaki derinin de pembe beyaz rengini görebiliyordu. Aynı lekelerden tek tük yüzünde de vardı. Doksan yaşlarında olmalıydı. İnce uzun kemikli yüzü ona bilge bir ifade verirken aynı zamanda kalın beyaz kaşları ifadesini sertleştiriyordu. Bu sertliği şu an bozan ve onu bu kadar rahat incelemesine neden olan tek şey ise sımsıkı kapadığı gözlerinden sessizce dökülen yaşlardı. Hıçkırık yoktu, inleme yoktu… Sadece akan gözyaşları vardı.

Bir an ne yapacağını bilemedi. Uçaktan mı korkuyordu acaba? Yolculuklarında birileriyle konuşmayı da hiç sevmezdi ki. ‘’Hay Allah ne yapılır ki böyle zamanlarda? Şimdi sorsam çok meraklı gibi mi görünürüm acaba?’’ diye düşünürken yaşlı adam gözlerini açtı birden. Gördüğü en güzel bir çift mavi göz kendisine bakıyordu. Sert olduğunu düşündüğü yüz bir anda dünyanın en duygusal hikâyesini anlatıyordu sanki.

‘’İyi misiniz? Uçaktan mı korkuyorsunuz? Bir su isteyelim mi?’’ diyerek arka arkaya soru sorunca kendine kızdı yine. Özeline müdahale ediyormuş gibi hissetti birden.
Onun yerine acı acı gülerek cevap verdi yaşlı adam.
‘’Yok evlâdım. Bu yaştan sonra uçaktan korksam ne olacak? Ha şimdi olmuş ha yarın. Sona bu kadar yaklaşınca nasıl olduğu çok da önem arz etmiyor. Ha ama sizin için burada olmasın tabii. Sonuçta kaderime ortak etmiş olurum sizleri değil mi? Uçak kazasıyla olmasını tercih etmem o yüzden. Mümkünse tek beni ilgilendirecek şekilde olsun sonum’’ dedi gülerek. Sesi yaşına zıt bir şekilde tok ve genç çıkıyordu. Tane tane ve anlaşılır şekilde çok güzel bir Türkçeyle konuşuyordu. ‘’Sizi rahatsız ettiysem kusura bakmayın’’ diye devam etti. ‘’Ama bir su istesek fena olmaz’’ diye ekledi sessizce.
‘’Tabii ki, ne rahatsızlığı’’ diyerek hostesi çağırırken, bir anda az önceki öfkeli halinin saygılı ve daha dikkatli konuşan birine dönüşmesi garibine gitmişti. Beş dakika önce birisi adını dahi sorsa öfkelenecek durumdayken şimdi kibar kibar konuşması nasıl bir ironiydi diye sorguluyordu. İnsanın kişiliğini yansıtma şekli beraber olduklarınla değişkenlik gösterebiliyormuş bunu anladı bir kez daha. Yıllar önce Sorbonne Üniversitesinde yüksek lisan yaparken bir hocasının sözü gelmişti aklına. ‘’İletişim birbirine ayna tutarsa amacına ulaşır’’ demişti. Şimdi yerine oturtmuştu bu sözü. Karşı tarafın nezaketi kendisindeki öfkeyi dönüştürmüştü bir anda. Bunları düşünürken yaşlı adamın, hostesin getirdiği suyu içmesini izledi sessizce.
‘’Nasıl, biraz daha iyi misiniz şimdi?’’
‘’Çok teşekkürler evlâdım. Çok daha iyiyim. Sizi de telâşlandırdım kusura bakmayın.’’
‘’O nasıl söz. Zaman zaman hepimiz kötü hissederiz. Eğer çok özel değilse ne oldu diye sorabilir miyim?
‘’Zaten yeteri kadar rahatsız ettim sizi. Bir de derdimi anlatıp daha da çekilmez yapmayım yolculuğunuzu’’ dediğinde ısrar etmenin kabalık olacağını düşünerek gülümseyerek cevap verdi sadece. Yaşlı adamın toparlandığını düşünerek pencereden dışarı bakmaya başladı. Ne yapacaktı ki adam? Beş dakikadır gördüğü kişiyle mi paylaşacaktı sıkıntılarını yani. Tam kulaklığını takıp müziğini açarken yaşlı adamın bir şey dediğini duydu.

‘’Pardon bir şey mi dediniz?’’ diye ona döndüğünde yaşlı adamın karşıya bakarak konuştuğunu fark etti. Sanki kendi kendine konuşur gibiydi ama ona anlatıyordu.

‘’Oğlumu kaybettim dedim. Onun cenazesinden dönüyorum. Çok olmuştu onu görmeyeli. Tek oğlum ve hayattaki tek varlığımdı. Eşimi kaybedeli on sene oluyor. Diğer yarımdı eşim benim. Kolum, bacağım, beynim, sırdaşım, dert ortağım, akıl hocam, neşem, her şeyimdi. Oğlumuza iyi bir gelecek vermek için çalışmıştık bunca yıl. Geç gelen mutluluktu o bizim için. Tam umudumuzu kestiğimiz, anne-baba olamayacağımızı kabullendiğimiz zaman aldık mutlu haberi. E haliyle yaşlı bir anne-baba olduk oğlumuza. Oğlumuz üniversitedeyken kaybettik eşimi. Öyle yıkıldım ki baba olmayı unuttum. Bıraktım kendimi. Kopardım yaşamla tüm bağımı. Ama unuttuğum bir şey daha vardı ki; ben eşimi kaybederken oğlum da annesini kaybetmişti. Ben kendi acıma o kadar gömüldüm ki onun çektiği acıyı görmezlikten geldim. O da bir süre sonra beni görmeyi reddetti. Kendi hayatına döndü. Diyemedim ‘hatalıyım, affet’ diye. Bensiz daha mutlu olduğunu düşündüm hep. Sanki bana baktıkça annesini görecek ve onu daha üzecekmişim gibi düşündüm. Madem tek başına mutlu olabiliyordu ‘beni affetlerle’ falan aklını karıştırmaya gerek yok dedim. Aramaz oldu beni. Aramadım ben de onu. İsteğine saygı gösterdiğimi düşündüm. Bu işler öyle olmuyormuş onu kaybedince anladım. Trafik kazası geçirdiğini haber verdiklerinde nasıl gittiğimi bilemedim. Dua ettim Allah’a ‘son bir şans’ diye. Uzun süre hastanede yattı komada. Bu sürede ziyaretine gelen arkadaşları beni gördüklerinde şaşırdılar. Ben annemle birlikte babamı da kaybettim demiş herkese. Bir tek sevgilisi biliyormuş hayatta olduğumu. O da bir gün içkiliyken ve bir şeye canı çok sıkkınken söylemiş ona.  Söz verdirmiş ama sonra kimseye söyleme diye. Beni yok sayan birinden var diye bahsetmemin gereği yok demiş. Bense bunca zaman onun gözünün önünde olmazsam, sesimi duymazsa hayatındaki en büyük boşluğu hatırlatmam diye düşünüyordum. Saçma sapan bir mantık yani. Aslında şimdi düşünüyorum da ben ona baktıkça annesini hatırlıyordum. Bencilce kendimi korumuşum. Şimdi ise ‘beni affet’ bile diyecek kimsem yok. Ben fazlasıyla hak ettim de oğlum hiç hak etmedi be yavrum. Yanıyorum yanıyorum da ‘oğluma onu ne kadar sevdiğimi’ söylemediğime kahrediyorum. En azından onu ne kadar sevdiğimi duyarak veda etmeliydi bu dünyaya. Bu da benim cezam. Siz siz olun söyleyeceklerinizi içinizde tutmayın. Ne öfkenizi ne sevginizi ne kırgınlığınızı ne de siteminizi. Kalmasın içinizde bir şey. Geri dönüşü olmayan tek şey söylenmeyenlerdir çünkü. Ve bilin ki en kötü şeyin bile bir açıklaması vardır. Herkes bir açıklamayı hak eder. Aa, bak gördünüz mü? Sizi de üzdüm, ağlattım. Çok özür dilerim evlâdım. Bakmayın siz benim dediklerime. Şurada size ağız tadıyla sakin bir yolculuk da yaptırmadım değil mi?’’
‘’Yok be amcacığım. Belki de yan yana oturmamızın bir nedeni vardır. Binlerce metre yükseklikteyiz ve belki de kaybettiklerimize çok yakınız. Hani hep öyle denir ya yukarıdan bizi izliyorlar diye...  Öyle düşünün siz de. İşte şimdi farz edin ki yanınızda ben değil oğlunuz oturuyor. Gözlerinizi kapatın ve onu ne kadar sevdiğinizi söyleyin. Emin olun duyacak o. Çünkü ben onun duyması için yanınıza oturdum belli ki. Kim bilir? Belki siz de benim söylenmemiş sözlerime aracılık etmek için yanımdasınız. Benim aracılığımla veda edin oğlunuza’’ dedikten sonra yaşlı adamın minnet dolu bakışları dolandı yüzünde.
Birden gözlerini sımsıkı kapayan yaşlı adam, kemikli elleriyle koltuğun kenarını sıkarken ‘seni hep çok sevdim. Sen hayatımdaki en büyük şansımsın. Affet oğlum beni. Sana söylemediğim her şey için affet beni. Sana yapamadığım babalık için affet. Bencilliğim için affet. En zor dönemimizi birlikte atlatma şansını vermediğim için affet. Acıyı yaşarken bile bencillik yaptığım için affet’’ derken kendisi de içinden ‘affedip affetmeyeceğimi bilmiyorum. Ama çaba göstereceğim. En azından anlamaya çalışacağım. Affetmiyorsam da nedenlerini öğrenmiş olarak koyacağım son noktayı. Herkes bir açıklama yapmayı ve duymayı hak eder sonuçta.

Ve herkesin veda edeceği birileri olmalı bu dünyadan göçerken’’ derken yavaşça elindeki defterin kapağına dokunuyordu.
 

Yorum

benim_okudukla… (doğrulanmamış) Pa, 16 Ekim 2022 - 10:49

Ne öfkenizi, ne sevdiğinizi, ne kırgınlığınızı ne de siteminizi …
Söyleyeceklerinizi içinizde tutmayın, kalmasın içinizde bir şey.
Dönüşü olmayan şey söylenmeyenlerdir…👏👏👏
Müthiş etkilendim.. Kaleminize sağlık..sevdiklerimizle,duygularımızı paylaşabildiğimiz, içimizde acılar biriktirmediğimiz yaşanmışlıklara🙏💐

Aydan Demir (doğrulanmamış) Pt, 17 Ekim 2022 - 19:17

Ahh keşkeler, pişmanlıklar, yapılan hatalar…😞Emeğine yüreğine sağlık arkadaşım. Okurken göz yaşlarıma hakim olamadım. Çok güzel bir öyküydü. 👏👏👏

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.