Silindir Şapka Giyen Köylü

Edebiyat

Silindir Şapka Giyen Köylü

Yanımıza birkaç arkadaş alıp Pınarbaşı’na gitmek, arabamızın burnunu Ceyhan’a çevirip eğlenmek yegâne dinlenme yöntemimizdi. Aradan elli yıl geçti ve o günler o yıllarda kaldı! Dört aydan beri bir sahil kentindeyim; ilk kez dün Şeytan (!) dedi ki, “Haydi biraz nevale al sahile git, arabanın burnunu denize çevir eski günleri yad et."  Öyle yaptım… Sahilde ilk iş, radyonun düğmesine dokundum. Diksiyonu, ses tonu iyi bir konuşmacı ilginç şeyler anlatıyordu. İçimden, “Akşama değin televizyonda onlarca konuşmacıyı diniliyoruz bir de radyoda dinlemek… Çekilmez ki!” dedim ama yine de dinledim. Program bitince, konuşmacı, “Silindir Şapka Giyen Köylü'yü anlatacaktım ama süremiz bitti” dedi. Bu “Silindir Şapka Giyen Köylü” aklıma takılıp kaldı! Yazar Talip Apaydın’ı düşündüm. Savaştan önce de sonra da tüm gücünü ve yüreğini ortaya koyarak düşmanla cebelleşen Anadolu insanının dramını, yalnız ve sahipsiz bırakılmışlığını en iyi o anlatır. Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler romanlarını bunun için yazdığını söyler. Sözgelimi; * Ulen bu milletin çektiği nedir? Memleket nereye gidiyor, ilerisi ne olacak?  * Gelirse gelir, başımıza iş gelir diye koyun gibi her sözü yutacak mıyız?  * Biz insan değil miyiz, görüp de görmezden gelinir mi?  * Ulen kim için alırsınız bu vergileri?  * Hani hükümet nerede? Ne iş yapar? Bize ne faydası var? * Bulmuşsunuz cahil köylüyü binmişsiniz dalına, yalanla dolanla çeviriyorsunuz dolapları, emme duur sırası gelecek elbet, duur!.. İşte Talip Apaydın’ın köylüsü bunlar. Olup bitenin farkında, direngen; aynı zamanda yoksul, çaresiz bırakılmış insanlar. Onun köylüsü hiçbir zaman silindir şapka giyecek varsıllığa, mertebeye ulaşamadı ki!   
Sahil keyfini bir taraf edip Silindir Şapka Giyen Köylü’yü aramaya başladım. Araya taraya bölük pörçük bir öykü buldum. Şapka Devrimi'yle modernleştirildiği sanılan 1922-1933’lerin köylüsü anlatılıyor; yaşamları da yazgıları da Apaydın'ın köylüsüyle aynı insanlar. O zamanın gazetecilerinden Sadri Ertem yazmış, 1933’te yayımlanmış. Şimdi bu öyküyü biraz da ben bölük pörçük ederek (kısaltarak) aktarayım. Otomobilleriyle köyleri gezmeye çıkan aristokrat beylerin, “Güzel bir dere gibi önümüzde akıp gidiyor” dedikleri yolu kazmayla, kürekle yapan köylülerin hikayesi bu: “Otomobilimiz düzlüğe fırlar gibi atladı. Akşam morarıyor, koyulaşıyor, uzakta kapkara görünen mini mini tümseklere yaklaşıyoruz. Yol birdenbire güzelleşti. Otomobilimiz artık keçi gibi zıplamaktan vazgeçti, tin tin kuzu gibi uslu yürümeye başladı. Tertemiz yol hepimizi sevindirdi. Ben, güzel bir dere gibi önümüzde akıp giden yola daldım. Yanımdakiler konuşuyor, herkesin dilinde kelimeler tatlılaştıkça laf lafı açıyordu.  Biri hızla söylendi: —Bilir misiniz bu yol halk için ne kadar faydalı oldu. Hayat hayat Monşer! Kar yağar yollar kapanırdı, zavallı köylüler muhasarada kalırdı, yaz olur tozdan geçilmezdi.  Biri mırıldandı:  —Monşer, köylü şimdiye kadar yol diye ancak dağları tanırdı.  Öteki cevap verdi:  —Doğru… Yolsuzluk tahsildar gibi jandarma gibi halkın kalbine işlemişti. “Dağlar, kar yağmış sana dağlar / Bir elimde arzuhal bir elimde senet ağlar” diyen halkın adsız şairi şimdi başını mezarından kaldırsa da etrafına baksa. Artık yollar açık, hükümet kapısına varmak için dağlar birbirine yaslanarak köylünün ayağına bukağı vurmuyor. Yol yol… Medeniyetin kan damarı! Tevekkeli değil, yol olmayan yerde medeniyet olmaz, demişler. Bu yol biraz sonra buraya dünya irfanını taşıyacak. Bu zümrüt tarlalar dünyanın altınlarını buraya bir oluk gibi boşaltacak.  
Bir gün Allah’ın kırında uçsuz bucaksız, kervan geçmez Anadolu’nun steplerinde bir silindir şapka görseniz ne yaparsınız? Hayret değil mi? İşte biz de ona uğradık. Kağnının medeniyet alameti sanıldığı, çarığın refah barometresi bilindiği bir yerde, bir silindir şapka bir baloda öküz boynuzu kadar tuhaftır. Arkadaşımın gözleri yaşardı, “işte medeniyet!” dedi. Acaba baloya mı gidiyorlar, düğün mü var, nikahtan mı dönüyorlar?  Otomobilimiz ilerledikçe karşımızdaki silindir şapka biraz daha büyüdü, siyah ceket, pantolon meydana çıktı, onlarla bir hizaya geldik. Otomobilin kenarına çekildiler. Silindir şapkanın yanında bir de melon şapka peyda oldu. Onun yanında bir başka silindir bir başka silindir daha. Sonra tüylü ve kuşlu bir kadın şapkası altında kırçıl bir sakal bir heybe, elinde bir değnek. Şalvarın üstüne mavi sarı mayo giymiş bir çocuk. Redingota bürünmüş bir kadın, elinde gramofon. Birbirimize baktık, niçin? Şehrin en sünepe adamı, başkasını kendinden biraz daha zayıf gördü mü derhal yere vurmaya kalkar. Onunla alay etmek, onun zevkine bir kulp takmak onu alt görmek bir nevi şehir eğlencesidir; poker oynamak, tırnak cilalamak gibi… Biz de karşımızdaki tuhaf adamların kılıklarına bakıp aynı şeyleri duyduk, birbirimize baktık. Yanımdaki arkadaşım pek içli bir çocuktu, köylüyü çok severdi. Açtı ağzını:  — Medeniyet sel gibidir, evvela akar sonra yatağını yapar. İptidai dediğiniz köylüler, bakınız medeniyet alametlerini nasıl bulmuşlar?  Medeniyet… Ah sen ne müthiş şeysin! Senin kudretine inanmayan vallahi eşektir. Bak, kağnı gıcırtısından başka ses işitmeyen bu köylüler işten sonra eğlenceyi düşünüyor. Medeniyet hayat demektir, yaşamak demektir. Şimdi arkadaşlar düşünün, bu adamlar evlerine girince karınlarını doyuracaklar, gramofonlarını çalacaklar, of gel keyfim gel! Yolları da var, mallarını kolay kolay satacaklar, topraklar da bereketli. Ah keşke köylü olsaydım!   Köye kadar otomobilimizle gitmekten vazgeçtik. Otomobili durduralım da şu köylülerle konuşalım diye otomobilin kapısını açtık. Efendim, köylüler ne nazik şeyler, hep birden hayret ettik. Siz olsanız hayret etmez miydiniz? Çünkü 
biz şehirliler fötr şapkayı başımıza taksak bir efendiliktir beynimize çöker. Yanımızda birinin otomobili dursa, biz hemen gider onun kapısını açar, “Burada inecekseniz eşyalarınızı veriniz götürelim” der miyiz? Demeyiz, demezsiniz fakat köylüler bize böyle dediler.  Otomobilin kapısı açılır açılmaz tuhaf bir şey gözüme çarptı; bu adamların hepsi silindir şapka giymişlerdi ama hiçbirinin ayağında ne kundura ne yemeni ne de çarık vardı. Ayakları çırılçıplaktı. Ben çıplak ayakla silindir şapka arasında münasebet ararken, redingotlu kadın:  — Efendi Ağa, biraz ekmeğin var mı? Çocuk açtır da onun için. Biz neyse de çocuk sekiz saatlik yola aç dayanamadı, daha üç saatlik yolumuz var."   Yemek sepetinde pek az ekmek kalmıştı, çocuğa uzattık. Bir atmacanın bir pilice bakışı gibi ekmeğe bakıyordu fakat elini şiddetle uzatmaya açlığı ve yorgunluğu mani idi. Başında kadın şapkası olan kır sakallı köylü:  — Ağalar dedi, bizi dilenci sanmayın, biz dilenmeyiz biz çalışırız. Gördüğünüz şu yolu biz yaptık, dün de bir aydır biriken gündeliklerimizi yol müteahhidi, kazada tuhafiyeci Şaban Ağa’dan almaya gittik. Bize para vermedi, zaten her zaman para vermez un, tuz, basma filan verirdi. Bu gidişimizde,  “Size İstanbul’un kibar efendilerinin giydiği şeylerden getirdim, medeniyette artık bunları kullanacaksınız; bir adama benzeyin, dedi. Onun için kusura bakmayın aç kaldık hem de geceye. Kasabada sekiz saat müteahhidin verdiği elbiseyi satalım diye sokak sokak dolaştık bir metelik veren olmadı, bir okka ekmek bile alamadık!" .... Biz köyün misafir odasına gittik, onlar yollarına devam ettiler

 

Doğan Soydan / 01 Ekim 2024 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.