Üveyik’in Seyir Defteri

Edebiyat

Üveyik’in Seyir Defteri

1. Seyir: Kil Tabletlerde Yankılanan Kadın Sesi

Hatice Ayan

 “Ben Enheduanna, sana bir dua edeceğim.
Sana kutsal İnanna”

 

Ben Üveyik. Ben bir göçmen kuş. Yüzyıllardır o saz kafeste şairle birlikte yaşıyor, ona refakat ediyorum.Yüzyıllardır hep o söyledi, ben dinledim; az konuştum çok sustum. Uçma hevesine kapıldığı zamanlar çok oldu şairin, ben bu hevesle gelen sevinçlerine, coşkularına, umutlarına, en çok da hüzünlerine yoldaş oldum. Uykusuz çok geceler geçirdik. O ağladı ben kanat çırptım. Sözün ve uçmanın telaşını kimselere anlatamadı şair: “ama kim anlayabiliyor ki seni gerçekten?” dedi durdu, yüzyıllar ama yüzyıllarca… Sonunda yorgun düştü şair, hem uçma hem söyleme telaşından vazgeçti. Çekildi bir köşeye. Sustu, sustu, sustu… Günün birinde sözü de uçmayı da bana bıraktı. Dedi ki: “Canım Üveyik, asırlar var ki sen şairin yanındaydın. Şimdi ise şairin Üveyik’e eşlik etme zamanı. Haydi uç Sevgili Üveyik ‘im! İçinden geldiğince, gönlünün arzuladığınca uç, kimseleri umursamadan… Haydi söyle Sevgili Üveyik ’im, söz senin. İçinden geldiğince dilinin döndüğünce söyle, kimselerden çekinmeden… Binyıllar sürse de uçuşun,ben senin yanında olacağım ve hep sözüne kulak kesileceğim.”

Ben Üveyik. Şairi iyi tanırım; kadın ruhunun hassasiyeti, rikkati, nahifliği var onda. Eril gücün sürekli ittiği, bastırdığı, hırpaladığı, alaya aldığı… Aşk söylemleriyle kandırılmış, cinsellikle örselenmiş kadın ruhu…Şairi iyi tanırım; kuş kadar yüreğinde milyonlarca kadının yüreğini taşımaktadır sanki. Ben ise Üveyik,o göçmen kuş… o saz kafeste… İçimde çoktan baş göstermiş bir göç huzursuzluğu ile… Durulur mu bu sözün üstüne? Göç mevsimi çoktan gelmiş iken… Şair, bu sefer ardına kadar açtı saz kafesi. Birkaç kanat çırptım, özgürlüğü soludum, göç sürülerinin kanat sesine kapılır gibi oldum… ama onu bırakıp gidemedim. Şimdi şair benim kanatlarımda. “Dünleberaber gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Yola koyulduk her gün bir yerden göçmek, her gün bir yere konmak üzere. Şöyle güneye doğru… hoş kokulu ayçiçeği tarlalarından geçerek… Mezopotamya’nın güney ucuna, Dicle ve Fırat nehirleri arasına, medeniyetin beşiğine yani… Antik Babil’den, Babil’in Asma Bahçelerinden süzülerek daha gerilere daha gerilere gittik…ve MÖ üçüncü milenyumun Sümer şehrine vardık…

Ben Üveyik. Evet Sümer ülkesindeyiz şimdi, tarihin ilk imparatorluğu Akad’ın Sümer ülkesinde. Burçlarında “Ur” yazan bir şehre girdik bir gece vakti… Piramit biçimli bir kule-bir ziggurat olmalı- sessiz göğe doğru yükseliyordu. Terasına ürkekçe konduk. Terasta göklerin kutsal bilgisiyle büyülenmiş gibi duran rahibe, başını yıldızlardan çevirip elindeki kil tablete birtakım çizimler yaptı. Neden sonra bizi fark edip yanımıza yaklaştı.Biz çoktan tanımıştık onu; şefkatli bakışlar, rüzgârın taşıdığı bir ses… “Ben Enheduanna” dedi,kadim bir dosta kavuşmuşçasına gülümsedik.Enheduanna… tarihin adını bildiği ilk kadın şair yahut tarihin adını bildiği ilk şair / ilk yazar mı demeliydim?

Kısa sürede onun dostu, yazgısının tanığı olduk. Ay tanrısı Nanna’nın kutsal evi Ekişnugal’da, tapınağın baş rahibesi o. Lâkin yalnızca bir rahibe değil; bir prenses, bir şair, bir gökbilimci. Babası Sargon, Sümer’le Akad’ı birleştirmek, iki halkın kültürünü kaynaştırmak için onu bu tapınağa atamıştı.Bir siyasî hamlenin merkezine yerleştirilmiş olsa da o bunu bir barış görevine çevirdi. Eril gücün gölgesinde, tanrılarla kralların yer değiştirmeye başladığı o çağda, kadınlık bilgeliğini, dengeyi ve uyumu temsil ediyor Enheduanna.

Tapınakta her ay, Ay Tanrısı Nanna adına düzenlenen ritüelleri yönetiyor, halkın katıldığı kutsal evlilik törenlerinde Nanna’nın eşi rolünü üstleniyor. Ah hüzünlü Enheduanna!Kim bilir ne aşklara düştün de anlaşılmadın. Koruyucu tanrıçan, aşk tanrıçası İnanna ’ya yazdığın lirik şiirler aşkı bildiğini nasıl da söyler: “ay tanrıçası İnanna, cennetin ve dünyanın tanrıçası / ateşin kıvılcımlar saçıyor ve sıçrıyor halkımın üzerine … bütün büyükayinlerimizde sen varsın / ama kim anlayabiliyor ki seni gerçekten”

Dilinde tanrıların sözü yankılanır onun; duaları, ilahileri avluyu doldurmuş halkın arasına yayılır. Sümer panteonunda tanrıları bir araya getirmiş, kırk iki tapınak ilahisi yazmış. Kırk iki şehir tanrısı için yazılmış kırk iki ilahi…. Ah ruhsuz tanrılara ruh üfleyen Enheduanna! İlahilerinin Eski Bâbil çağında kopyalarla çoğaltıldığını biliyor musun? Ya Eski Ahit’i, Hristiyan ilahilerini, Homeros’u nasıl da etkilediğini?

Tapınağın terasında geceleri ayın hareketlerini izliyor hep, tabletine yıldızların konumlarını nakşediyor. Ayın döngüsüne göre ekinlerin ne zaman ekilip biçileceğini, nehir taşkınlarının ne zaman başlayacağını, bayramların hangi gün kutlanacağını hesaplıyor. Yanında yetiştirdiği kadın rahibeler, onun rehberliğinde matematikle, geometriyle, gökbilimle ilgileniyor. Tapınak, yalnızca dua edilen bir yer değil, bir bilgi evi olmuş.

Tapınakta kendisi için hazırlanmış mezar odasının kenarından geçip dinlenme odasına çekildiğinde dizinde hep kil tabletler olur, gözleri uzaklara dalmış…Yorgun ama inanç dolu. Kendi yazgısını da yazıyor tabletlerin satır aralarına,hem bir rahibenin hem bir şairin hem bir kadının yazgısını kazıyor.

Ah Eheduanna, içli şair. Nedir, nedendir eril güçteki bu hırs? Hani Mezopotamya’nın bereketli topraklarında tanrıları temsil edecek, adalet dağıtacaktı krallar? Hani barıştı, hani birlik beraberlikti? Bütün bu olanlara neden müsaade etti tanrılar, o güzelim tanrıçalar? Seni susturanlara, tapınağından sürenlere, senin bedenine tacizle, tecavüzle kastedenlere, senin ölümünü isteyenlere neden müsaade ettiler? Sesini duymadılar mı? Kil tabletlerde yankılanan sesini: “Hayatım alevler içinde / O beni dağlardaki böğürtlen dikenlerinde mecbur etti yürümeye / Sıyırdı başımdan / bir baş rahibeye yaraşan tâcı / Bir hançer ve bir kılıç verdi elime / ve dedi / 'senin için yapıldı bunların ikisi de / çevir onları hemen kendi öz bedenine'“

Sonra da yüzlerce, binlerce yıl devran değişmedi hiç Enheduanna, hep böyle sürdü gitti. Senin teninle zevklenen eril güç hâlâ hükmediyor şu zamanlara.

Mezopotamya’da İnanna’nın, İştar’ın oğulları neyse Anadolu’da Kibele’nin, Orta Asya’da Umay’ın oğulları da o oldular. Tarumar ettikleri doğa ananın -gözyaşına aldırış etmeyen- azgın çocukları oldu onlar.Anaları eliyle can suyu verilen topraklarda medeniyet yerleşkeleri kurup medeniyet adlı kavramı yerle yeksan ettiler.Kanla, şehvetle, şiddetle beslendiler de ne ruhlarını doyurabildiler ne bedenlerini. Biraz insaflı olanları, paranoyalarını saldılar kadının üzerine… sözle taciz ettiler, psikolojik şiddet uyguladılar. En iyileri görmezden geldiler kadını; küçümsediler, kandırdılar, aldattılar. Kadının duygularını, umutlarını, hayallerini sömürdüler; uykularını kaçırdılar. Kene gibiydiler; enerjisini, yaşama sevincini emdiler. Hüznünü, kederini, kahrını alaya aldılar… gözünden dökülen yaşları alaya aldılar.

Biliyor musun, onlar, 20.yüzyılın başında buldukları sana ait kanıtların sana ait olduğuna da kendilerini bir türlü ikna edemediler. Korktular kadın sesinden, kadın sözünden ürktüler. Gerçeği kabul etmek durumunda kaldıklarında ise aradan bir asır geçmişti.

Ay ışığında uzayıp gidenteras sohbetlerinden biriydi. Şair, o ilk şairin yüzüne düşen keder gölgesini fark etmiş olacak ki “Ama devran yavaş yavaş değişmekte Enheduanna” dedi. “Nicedir kadın sesleri yükselmekte dünyamızın dört bucağından.Binlerce yıl susan, acısını içinde yaşayan, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen kadın…artık senin cesur sesine ulaşma yolunda. Ve kadının sesine yoldaş olabilen erkekler de var. Biliyor musun çok yakın bir zamanda New York’ta senin ve bütün Mezopotamya kadınlarının adına bir sergi düzenlendi.”

Enheduanna,ışıltılı gözlerle, uzak gelecekteki halefine salık veriyordu:“Ben tanrıçayı övdüm; sen kadını, yeryüzündeki tanrıçayı öv.Ben tanrıya şiir söyledim; sen insana söyle. Benim dualarım gökyüzüne tırmanırken seninkiler toprağa kök salsın.”

Sanki binlerce yıl sonra söylenecek tüm kadın şiirlerinin tohumu burada, bu terasta, bu ılık rüzgârda atılıyordu.

Nice şiirlerin nice kil tabletlere kazınmasına tanıklık ettiğimiz uzun günler geceler sonrası ayrılık gelip çattı. Enheduanna’nın tapınağından ayrılıyoruz; tanış olmanın mutluluğu, ayrılığın hüznü içinde…Şairle Fırat’ın kıyısında yürüyoruz. Nehir, göğe yansıyan bir ayna gibi; içinde Sümer’in, Akad’ın, Ur’un silüetleri süzülüyor.Rüzgâr, taş levhalardan mısralar getiriyor. Derken az ötede, Dicle’nin üstünde döne döne yükseliyoruz. Binlerce yıl yol alınca Babil’in Asma Bahçeleri görünüyor yine.“Bak” diyorum, “Orada da kadın elleri var; bahçeleri yeşerten, suyu göğe çıkaran eller.” Sessizlik içindeki şairin dudaklarından birkaç kelime dökülüyor gökyüzüne, henüz yazılmamış bir şiirin başlangıcı gibi:“Ben, asırlardır içimde, sesi kil tabletlerde yankılanan kadını arıyorum.”Diyor şair. İkimiz de biliyoruz ki bu arayış hiç bitmeyecek.

Zaman akıyor; taş levhalardan papirüslere, parşömenlere, sonra kâğıda, sonra ekrana akıyor. Kadın sesi hep kıyıda, hep fısıltı hâlinde.BenÜveyik, o fısıltının taşıyıcısıyım.
Şair birden fısıldıyor:“Sevgili Üveyik, şiir neden hep kadınla anılır?”
“Çünkü,” diyorum, “Çünkü şiir, bir doğurma eylemidir. Belki de bu sebeple en eski şiir, bir kadının tanrıçaya seslenişidir.”

Enheduanna’nın sesi, nehrin üstünde yankılanırken şair diz çökmüş, elleriyle suya dokunuyor.O an fark ediyorum ki şiir, kutsal bir ritüelmiş aslında: suya, toprağa, göğe, ateşeedilen duası ritüelin.Ve kadın, bu duanın hem öznesi hem nesnesi.

“Binlerce yıl önce söylenmiş şair sözü,bugünün şiirinde yeniden doğuyor.” diyorum.
“Peki o zaman, bugünün Enheduanna’sı kim?”diyor şair.Gülümsüyorum: “Belki sen… Belki de her kadın…Veaslında her kadın,kendi Enheduanna’sını içinde taşıyor.”

Ben Üveyik, yanımda şair. Sözün doğduğu yere uçtum, kil tabletlere yazılmış ilk şiirleri okudum Dicle ile Fırat arasında, ilk şairin / ilk kadın şairin yazgısını yüklendim. Kadının yazgısını yüklendim fi tarihinde. Ayrılırken Dicle ile Fırat arasından,bir tutam söz aldım gagama, bu zamana taşıdım; eski çağlar kokuyordu söz, şiire taşıdım.

Enheduanna ’ya Şiir

ben üveyik
ben saz kafeste büyüyen göçmen kuş
bu şiiri senin için yazıyorum Enheduanna

nihayet öğrendim de göçmeyi
konabildim senin pencerene

sen aşk tanrıçasına şiirler yazarken
gördüm gözündeki ışıltıyı
dualar ederken halkının önünde
el ele tutuştururken tanrıları
gördüm gözündeki ışıltıyı

yıldızlar ay ve güneşle söyleşmen
ve kil tabletlere mısralar dökmen
en güzeli ritüellerin
öğrendim de uçmayı
konabildim senin omzuna

ve o akşam sen
bedenin yaralı ruhun yaralı
hıçkırıklarla ölmeyip
yaşamak zorunluluğuyla
uykuya dalınca o hâlde
gelip kondum kalbinin üstüne
ben de titredim kalbinle bir

ve şimdi onlar
sana kötülük edenler
bal ağzından zehir döktürenler
meleklerini öldürenler
kötü kral
ve sonra binlerce yıl
hemcinslerine kötülük edenler
şimdi onlar
senin sözünden korkacaklar
gölgelerinden korkacaklar
paranoyalar içinde

“ama kim anlayabiliyor ki kim anlayacak” deme
seni şimdi burada
milattan sonra üçüncü milenyumda
hemcinslerin anlayacak
seni yüzlerce kadın anlayacak
binlerce
on binlerce
milyonlarca kadın

binlerce yıl susmuş olsalar da
şimdi tıpkı senin gibi
cesur
ifşa edecekler karanlığı
sesleri yükselecek ışık
neşenin şarkısını söyleyecekler çok
İnanna’dan alacaklar ilhamını
İnanna ‘ya edecek dualarını

şimdi burada
milattan sonra üçüncü milenyumda
milyonlarca kadın
senin gibi
cesur




 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.