Bilim Üzerine Düşünmek

Felsefe

Bilim Üzerine Düşünmek


Fahri Atasoy

Bilgi için felsefeden sonra ikinci temel disiplin bilimdir. İnsanın bilme arzusu felsefeyi doğurmuş ve felsefenin içinden bilimin farklı dalları gelişmeye başlamıştır. İlk olarak Aristoteles bilgi edinme yollarını varlığın yapısına göre sınıflandırmıştır. Buna göre metafizik varlığın genel halini ve hareketin başlangıç noktasını inceleyen ilk felsefedir. Töz nedir sorusu metafiziğin konusudur ki bu asıl felsefedir. İçinde bizim de yer aldığımız nesneler dünyasının bilgisine ulaşma çabası ise fizik olarak adlandırılır. Bu dönemde henüz bilim tanımlanmış ve sınırları çizilmiş değildir. Felsefenin bir alt dalı olarak uzun süre felsefeyle iç içe yürütülecektir. 

İslam dünyasında gelişen medeniyet içinde kısmi olarak bilim adını vereceğimiz disiplinler şekillenmeye başlamıştır. Aristoteles’ten beri genel olarak doğayı inceleme bilimi olarak şekillenmeye başlayan fizik, ele aldığı konuların özelliklerine ve bilgi elde etme yöntemine göre felsefeden farklılaşmaya başlamıştır. Bu esnada dünyanın etrafındaki gözlemlenen uzay alanında olup bitenler astronomi disiplinini, insanın ve diğer canlıların fizyolojik yapısı üzerine incelemeler biyoloji disiplinini, tarihi süreçte meydana gelen olayları ele alma bir disiplin olarak şekillenmeye başlamıştır. Matematik zaten farklı bir bilim alanı olarak faaliyetini sürdürmektedir. Fârâbî kendi yaşadığı dönemde eğitim ve araştırmaya konu olan ilimleri beş ana başlık altında toplayıp değerlendirmiştir. Buna göre insanın bilme faaliyetine konu olan başlıklar dil, mantık, matematik, fizik ve metafizik, ahlâk ve siyasettir. 
Bilimin asıl bağımsızlığını kazandığı dönem ise Rönesans ile başlayan yeni bir çığırdır. Bu çığır, önce gökyüzü hakkındaki mevcut kabulleri temelden sarsan, astronomi alanında yeni gözlemlerle ulaşılan kanıtlanmış yeni bilgilerdir. Kopernik bu çığırın öncüsüdür. Yanında Kepler, Buruno ve Galileo gibi yeni dönemin gökbilimcileri yer alır. Orta Çağ’ın egemenlerine bilimsel araştırma ve bilgi ile darbe vurarak yeni bir dönemin başlamasına yol açmışlardır. Bunun bedeli, Engizisyon Mahkemesinin kararıyla Roma'da Campo dei Fiori meydanında 17 Şubat 1600 de Bruno'nun diri diri yakılması olmuştur. Bilindiği gibi ölüm tehdidi yüzünden Galileo, mahkeme heyeti karşısında iddialarından vazgeçtiğini söylemek zorunda kalacaktır. Fakat bilimsel bilgi bir gerçeğe dayalıdır ve kim inkâr ederse etsin değişmeyecektir. Bilimin peşinde olduğu ispatlanabilir bu gerçekliktir. Yeni Çağ’da bu gerçekliğin peşindeki sembol isim Isaac Newton olacaktır. 

Bilim, Yeni Çağ’dan itibaren felsefeden bağımsız bir disiplin haline gelir. Bilimin incelediği alanların birbirinden farklılığına göre alt dalları gelişir. Konusuna göre şekillenen bilim dalları inceledikleri olaylar ve olguların gerçekliğini çözümlemeye koyulurlar. Yeni bilgilere ulaşırlar ve insanlığa önemli katkılar sağlamaya hizmet ederler. Bu süreç içinde bilim disiplini kendi kurallarını ve çerçevesini geliştirir. Biz de bu tecrübeye dayalı olarak bilimi anlayabilir ve anlatabiliriz. Bilimin ilk dayanak noktası ele aldığı konunun yapısıdır. Bilimsel gerçeklik dediğimiz alanda öyle bir yapı vardır ki bize kesin bilgi verecektir. Bu bilgi kişiden kişiye göre değişmeyecek ve evrensel doğru bilgi haline gelecektir. Bu durumda bilimin inceleme yapabildiği alanların nasıl bir yapıda olduğunu bilmek işimizi kolaylaştırır. Daha doğrusu bilim yapmamıza imkân verir. Bunu da bir temel felsefi bilgiye dayandırmak gerekir. Yani varlığı bütünlüğü ve birbiriyle ilişkisi içinde inceleyen ve bir felsefi sistem (yorum) içinde açıklayan teoriler bilimin alt yapısını oluşturur. Yeni Çağ’ın başlangıcında ortaya çıkan yeni ontolojik temellendirmeler dönemin bilimi için son derece güçlü dayanak oluşturmuştur. Bilimin dayandığı nedensellik ilkesi bu felsefeler ile desteklenmiştir. Bunların en güçlüsü Rene Descartes’in varlık ve evren anlayışıdır. 

Descartes, varlığın iki tözden oluştuğunu kabul eder. Töz (substance) varlığı için başka bir varlığa, yaratıcıya ihtiyaç duymadan var olma gücü olan varlık unsurudur. Buna göre hem Tanrı, hem evren kendi başına var olan varlıklardır. Yani yaratılmamış ve yok olmayacak varlıklardır. Birisi manevi nitelikli diğeri maddi niteliklidir. Manevi nitelikli olan insandaki ruh, akıl ve düşünceye benzer. Maddi nitelikli olan yeryüzündeki ve gökyüzündeki gözlemlediğimiz bizim de içinde yaşadığımız nesneler evrenidir. Tanrı bu nesneler evrenini yaratmamış ama mutlak aklıyla düzenlemiştir. Bu düzenleme ile mekanik akıllı bir sistem kurulmuş ve işlemeye bırakılmıştır. Doğada gördüğümüz determinist düzenlilik Tanrı tarafından kurgulanmış bir mekanizmadır ve insan bu sistemi akıl ve bilimle keşfedebilir. Yeni Çağ’ın bilim yapma motivasyonu böyle bir doğa felsefesine dayanmıştır. Descartes’tan sonra bu mutlak düzenli evren (determinizm) anlayışı diğer filozofların sistemlerinde de önemli yer alacaktır. Leibniz monadlar teorisiyle, Spinoza ruhçu panteizm görüşüyle bu sistemin farklı açıklamalarını yapmışlardır. Hepsinin ortak yönü doğayı da içine alan evrende determinist bir düzen vardır ve bu düzen çözümlendikçe sırlarına vakıf olunabilir. İnsan aklı ve bilimi bunu yapmaya muktedirdir. Hatta bunu yapmak Tanrı’nın düzenini keşfetmek anlamında dini bir görev gibidir. Tanrıyı şekil verdiği evrende keşfetmek bir anlamda görevdir. Tabiat kanunları aynı zamanda Tanrı’nın kanunlarıdır. Yeni Çağ’ın bilim adamlarının en büyük motivasyonu budur. Skolastik dönemden kurtulan insanların Tanrı ile ilişkisi artık yeni bir zeminde gerçekleşecektir. 

Yeni Çağ felsefesi, düzenli evren anlayışıyla bilimin en önemli ilkesi determinizmi temellendirmiştir. Bilim doğadaki olaylar ve olguları bir düzenlilik içindeki ilişkilerine dayanarak bilgi üretmeyi amaçlar. Buna göre her olayın bir nedeni vardır ve bu nedenleri gözlemleyerek ve deneyler yaparak ortaya çıkarabiliriz. Bunu artık felsefeden tamamen farklı bir anlayışla ve yöntemle yapmak ön plana çıkmıştır. Bilim felsefeden tamamen bağımsızlığını kazanmaya bu dönemde başlamıştır. Bilimin temel dayanağı determinist bir evren anlayışına bağlı olarak takip edilecek yöntem, felsefeden farklılığını ortaya koyacaktır. Ele alınan konu, evrenin bütünü değil küçük bir parçasıdır. Dolayısıyla bilim evrene yönelirken bir takım sınırlılıkları ve özellikleri temele alarak alan daraltması yapar. Örneğin gök bilimi (astronomi) yerkürenin de içinde bulunduğu sistemlerin ilişkilerini ve hareketlerini çözmeye çalışır. Rönesans biliminin temel uğraş alanı budur. Uzay boşluğundaki gözlemlediğimiz ay, dünya, gezegen, güneş, yıldız gibi varlıkların nasıl bir sistem içinde olduklarını çözmeye başlamak bir devrim yaratmıştır. Kopernik öncülüğünde yapılan bu bilimsel devrim, Kilise’nin asırlardır süren otoritesini sarsmış ve yeni bir dönemin kapılarını açmıştır. Kilise tarafından sunulan yalanlar, bu yeni bilimsel çabaların ortaya koyduğu bilgilerle ortaya çıkarılmıştır. Zaten Kilise’nin kızgınlığı da bunadır. 

Bilimin temel dayanağı olarak determinizmin zorunlu olarak kabul edilmesi bazı sakıncalara da yol açacaktır. Acaba doğada ve insan hayatında her şey mutlak bir zorunluluk içinde mi sorusu bilimin gerçekliği açıklayabilmesinde önemli bir dayanak noktası oluşturacaktır. Çünkü doğadaki gerçeklik zorunlu bir matematiksel sistem içinde ise bazı değişkenleri açıklamak mümkün olmayacaktır. Yeni Çağ filozofu David Hume, epistemolojide bu açmazı giderecek bir uyarıda bulunmuştur. Her şeyin bu kadar zorunluluk içinde olması beklenmeyen farklı ihtimalleri gözden kaçırmak demektir. Bu zorunlu determinizm düşüncesi gerçekten doğada (evrende) mı vardır yoksa bizim zihnimizde bir alışkanlık şeklinde mi yer etmiştir? Hume’un bu sorudan hareket ettiğinde vardığı sonuç, zihnimizde bizim tarafımızdan oluşturulmuş bir alışkanlık olduğu şeklindedir. Bu uyarı ise bilime zorunlu determinizm dışında bir ihtimaliyet anlayışı getirmiştir. Yani bir düzenlilik vardır ama bu düzenliliğin dışında her zaman her yerde bir farklı ihtimale de açık olmak gerekir. Çünkü bilim bir ezber ve inanç sistemi değildir. Olaylar sürdüğü müddetçe araştırmalar ve denemeler devam edecektir. Bu süreçte elde edilen bulgular daha önce ispatlanmış bir iddiayı çürüterek yeni bir açıklamanın doğru olduğunu gösterecektir. Bu da bilimin dinamik bir bilgi elde etme yöntemi olmasını sağlamaktadır. 

Newton Yeni Çağ’da başlayan bilimsel çabaların sembol ismi oldu. Özellikle doğa bilimlerinin temeli olarak kabul edilen fizik alanında ortaya çıkardığı bilgiler, bilime güveni ve beklentileri artırdı. Artık insan aklı ve tecrübesi doğanın sırlarını ve yasalarını çözebileceği anlaşılmıştı. Bu anlamda bilim doğa yasalarını ortaya çıkarma mücadelesinin adı haline geldi. Bilimi tanımlamak için bu süreçte yaşanan tecrübelere bakmak bize yol göstermektedir. Buna göre bilim evreni ve doğayı bir bütün olarak ele almıyor, parçalar halinde incelemeye özen gösteriyor. Artık doğada gözlemlediğimiz olayların yine doğal sebepleri olduğunu anladık ve temel varsayımımız haline getirdik. Buradaki ayırımı yine Orta Çağ anlayışı ile karşılaştırarak yapabiliriz. Orta Çağ’ın egemen zihniyetine göre etrafımızda olup bitenlerin ve doğadaki olayların sebepleri ancak doğaüstü güçlerden kaynaklanır. Cinler, periler, şeytanlar, melekler veya bizzat Tanrı’nın kendisi olaylara sebep olmaktadır. Özellikle insanların hastalandığında içine şeytan kaçtı diyerek işkenceye tabi tutulması o dönemin bilimsel yaklaşımdan ne kadar uzak olduğunu gösteren çarpıcı bir örnektir. Watikan merkezli Katolik dünyanın dışında İslam dünyasında ise bilimin gelişmesine zemin oluşturan gerçekçi çalışmalar vardır. Bu çalışmalar, Avrupa’daki gerçeklerden uzak hurafelere dayalı açıklamaların gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu gösterecek şekilde bir etkiye sebep olmuştur. İslam dünyasında gelişen bilim ve teknoloji çalışmalarının insanlığın gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Yeni Çağ bilimi sonuçta yaşanan tecrübelerin ışığında modern bilim haline gelmiştir. 

Modern bilim, nesnel gerçeklik alanındaki olay ve olguları sebep sonuç ilişkisinde incelemeyi, dış dünyadan gözlem ve tecrübe yoluyla bilgi elde etmeyi ifade eder. Bunu yaparken geliştirdiği yöntem bilimsel bilginin tanımlanmasında önemli bir yere sahiptir. Bilim demek yöntemli bilgi üretmektir. Bilimsel yöntem gözlemlenebilen ve ölçülebilen olgusal alandan bilgi elde etmek için takip edilecek bir takım basamakları içerir. Yani bilimsel bilgi tesadüfen elde edilecek bilgi değildir. Bilim adamının önce çözmek ve aydınlatmak istediği bir problemi (konusu) olmalıdır. Bu problem hakkında önce mevcut bilgileri toplar ve onları gözden geçirir. Sonra bu problem hakkında kendi geçici cevabını geliştirir ki buna varsayım diyoruz. Sıra varsayımını denetlemeye gelir. Eğer varsayımı birtakım veriler ile ispatlanıyorsa doğrulanmış olur ve problemi bununla açıklanır. Bu ispatlama sürecinde sistematik gözlem ve deney uygulanır. Bunun birtakım kuralları ve şartları vardır. Elde edilen verilerin denetlenmesi ve her ortamda aynı sonucu verip vermediği ortaya çıkarılması gerekir. Bunun için farklı zamanlarda ve mekanlarda tekrar edilen ölçümler ile sonucun denetlenmesi sağlanır ve eğer olumlu sonuç elde ediliyorsa bilimsel bir bulgu (bilgi) olarak kayıtlara geçirilir. Bilimin tekrar edilebilen kanıtlamaları ve doğrulama işlemi en önemli özelliği olarak kabul edilmiştir. Lakin buna da itiraz eden bilim felsefecileri olmuştur. Karl Raymond Popper bilimin ayrıştırıcı özelliğinin, doğrulama değil yanlışlanabilir olması iddiasındadır. Sonuçta bilim incelediği olgu veya olayın sebeplerini ortaya çıkarırken ölçülebilir ve denetlenebilir olmayı merkeze almaktadır. 

Doğadaki farklı özelliklere sahip olan olgusal gerçekliklerin birer üst başlığı olarak kullanılan isimler (kavramlar) bilimin alt dallarının doğmasına da yol açmıştır. Gökbilim, fizik, kimya, biyoloji, fizyoloji, anatomi, zooloji, botanik, coğrafya, jeoloji, hidrojeoloji gibi bilim dalları tamamen doğadaki olguları incelemeye yönelik bilimler olarak literatürde yerini almıştır. Bunlara hem doğa bilimleri hem de olgusal bilimler adı verilir. Fakat bilim kavramı sadece bunları kapsamaz. Normatif bilimler ve kültür (toplum) bilimleri adıyla gelişen bilimler de kendisine özgülüğü bakımından tanımlanırlar. Felsefe içinde kesin bilgiye işaret eden ilk bilme tarzı, sayılar ile işlem yaparak soyut bağlantıları çözmeye çalışan matematik ve geometridir. İlk Çağ Doğa Felsefesi döneminde Pisagor evrenin temel ilkesinin (arkhe) sayılar olduğunu iddia eder ve matematik biliminin temeli olacak bazı bağıntıları tespit ederek insanlığa kazandırır. Matematik alanında ikinci önemli isim Harezmî’dir. İslam dünyasında yetişen büyük matematikçi insanlığa onluk sistemi kazandırmıştır. Felsefenin temel yöntemi olan düşünmenin bilimi olarak kabul edilen mantık da normatif bilimler arasında yerini alır. Soyut kurallar ve bağıntıları konu alan hukuk ve istatistik gibi disiplinleri de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Olgusal bilimler ve normatif bilimler ayırımı bilimin konusunun niteliğine bağlıdır. İkisi de kesin bilgi elde etmeyi amaçlar ama normatif bilimler her zaman daha kesin olma iddiasındadır. 

Doğa bilimleri modern bilimin örnek modeli olmuştur. Özellikle Newton’un fizik bilimiyle ortaya koyduğu başarı bütün bilimler için temel model oluşturmuştur. On dokuzuncu yüzyılda Auguste Comte toplumu da Newton gibi incelemek ve açıklamak gerektiğini düşünür. Toplumdaki olayları ve olguları kendisine konu edinecek yeni bir bilim kurmak ister ve bu yeni disipline sosyal fizik adını verir. Sosyolojinin kurucusu Comte’a göre toplumsal gerçeklik de doğadakine benzer şekilde olgusal yönden incelenmeli ve açıklanmalıdır. Toplumsal gerçekliğin içindeki yasalar ortaya çıkarılmalı ve bilimsel bilgileri ortaya konmalıdır. Comte’un pozitivizmi buna dayalıdır. Bu anlamda pozitivizm olgulardan başka gerçeklik kabul etmeyen bir varlık felsefesidir. Büyük oranda doğa konularını ele alan olgusal bilimi pozitif bilim olarak adlandırdığımızda kavram kargaşası çıkmaktadır. Pozitivizm ile pozitif bilim bu bağlamda birbirinden farklıdır. Comte’un toplumsal gerçekliği doğa gibi incelemek istemesi tamamen bir bilim felsefesi (model) meselesidir. Toplumsal gerçekliğin mahiyeti konusunda Comte sonrasında zaten yoğun bir toplum ve tarih felsefesi tartışması başlamıştır. Alman düşünür Wilhelm Dilthey, insan tarafından oluşturulmuş toplum ve kültür alanının farklı yapıda olduğunu ve bu gerçekliğin bilgisine ulaşma yolunun da farklı olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu anlamda öne sürdüğü yöntem, toplumdaki özel durumun çözümlenebilmesi için yorumlama (Hermeneutik) olarak karşımıza çıkar. Toplum ve kültür hayatımızdaki insan eylemleri ve bu eylemlere yön veren değerler ve anlamlar dünyası ancak özel bir yorumlama yöntemiyle anlaşılabilir. Dolayısıyla pozitif bilimlerin yöntemi burada yeterli değildir. Toplum ve kültür bilimlerinin kendine özgü bilgi elde etme yöntemi gereklidir. Buna dayanarak Max Weber sosyolojiye yöntem konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Böylece “yöntem tartışması” sosyolojinin en önemli problemi haline gelmiştir. 

Sonuç olarak bilimsel bilgi, üzerinde çalıştığı alanı parçalara bölerek hareket etmeyi gerektirir. Parçalar hakkında toplanan veriler tümevarım tarzı akıl yürütmeyle bir sonuca bağlanır. Yapılan gözlemler ve deneyler varsayımların denetlenmesinde kullanılır. Bunların sistemli ve tekrar edilebilir olması önemlidir. Bir olay ve olguyu açıklayan bilgi eğer evrensellik şartlarına uygun olduğu ispatlanır ve desteklenirse (kuram) teori halini alır. Bir teori birbirine bağlı önermelerin oluşturduğu bir mantıksal sistemdir. Ancak istisna bir durum ortaya çıkar ve o durumda geçerli olamayacağı gösterilirse geçerliliğini kaybeder. Dolayısıyla denetlenebilme imkânı olmayan iddialar ve kuramlar bilimsel olarak kabul edilmez. İdeolojiler ve inanç sistemleri böyledir. Bu farklılığa işaret eden en önemli düşünür yirminci yüzyıl filozoflarından Karl Raymond Popper olmuştur. Bilim hem ideolojiden hem de dinden farklıdır. 

Yorum

Dilay Salkım (doğrulanmamış) Ct, 16 Nisan 2022 - 21:11

Hocam kafayı taktığım soru:
Somut ile soyut arasındaki büyük boşluğu doldurmak mümkün mü ?
Sanki inançla inanmama arasında ki boşluğun kaynağı da burası. Bilimin çaresiz kaldığı sınırları düşünce ile zorlamak daha akılcı geliyor.

Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Sa, 19 Nisan 2022 - 11:50

DETAY, DERİNLİK, İNCELİK, BAATIN

Bugün günlerden 19 Nisan Salı, sene 2022.

Bilgi nedirden sonra bilim nedir sorusuna verilen milyonlarca ikna edici / kanıtlı yanıt var.

Var yani mevcut, elimizin altında/içinde. Hemen ulaşabileceğimiz yerlerde duruyor.

Buradaki sorun, soran kişinin durduğu yer ve yaptığı/yapmadığı iş nedir sorunu.

Milyonlarca sayfa tekrar yazısını bir yerlerden kopyalayıp buraya yapıştırabiliriz.

GENEL BİR TOPARLAMA YAPMAK VE BİR SORU SORMAK İSTİYORUM.

Metin yazarları, röportajcılar, editörler, denetçiler, yöneticiler, katılımcılar, kurul üyeleri, sponsorlar, sayfa düzenleyenler… ile devam ettiğimizde burada işleyen sistemin başlangıç, gelinen nokta ve hedefleri bakımından MEVCUDU nedir?

Benzeri diğer mevcutlardan farklı hatta özgünse / başka hiçbir örneği yoksa -o oranda değerlidir çünkü örnek oluşturup yaratıcı tözü canlandırır/canlandırabilir.

Etkisinin tümünü değerlendirebilmek imkansız veya gereksiz olduğundan sistem kurucuları hedefe yöneldikleri için ki hedef yoksa sistemin gereği de yoktur, TOPARLAMA VE YENİ SORULAR için esneklik kadar uyaranlara da gereksinim duyarlar.

Oysa evren/evrenler dediğimiz varlık İNSAN TARAFINDAN keşfedilirken, keşfedildikçe VARDIR aslında yani keşfedilmeyen VAR AMA YOKTUR :)

Bilim yaratmak, icat ise tümünün dışında ama tüme dayanarak genellikle yapılır. Bazen tutar bazen tutmaz.

Kendinizi İslam veya Doğulu kabul edip ora insanı refleksi ile dayanak aramaya çabalıyorsanız bir süre sonra ömrünüzün boşa gittiğini anlarsınız. Aynı doğru, her yön ve taraf için geçerlidir çünkü BİLİM bu bakımdan yönsüz, tarafsız, objektiftir. Öyle olmak zorundadır.

Şahsen benim gençlere, okurlara hatta yazarlara önerim: Lütfen, uzmanlaşın. Her dalda atıp tutmak yerine bir dalda hatta o dalın detaylarından minicik bir alanında uzmanlaşın. Daha faydalı olursunuz.

Saygılarımla

Kayra Şahin (doğrulanmamış) Çar, 20 Nisan 2022 - 20:04

Bilginin kaynağı kadar objektiflik sorunu da önemli. Bilim bize her zaman doğruyu vermeyebilir. Düşüncenin sorgulama gücü bu kaynağın özünü oluşturur diyebilir miyiz!

Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Pt, 25 Nisan 2022 - 15:25

DÜŞÜNCENİN BAĞIMSIZLIĞI

Bizimki gibi geri kalmış ilkel ülkelerin en ciddi sorunlarından biri neden, düşünememektir?

Birazcık felsefe okuyup felsefe yapmaya başlayan ve bundan ZEVK ALAN insanın en başta bilmesi gereken BİREYLİĞİ sebebiyle düşüncesinin / düşünme kabiliyet ve gücünün bağımsız olduğu / olması gerektiği BİLGİSİDİR.

Düşünme, duyguya yol açmamalıdır.

Pekiyi, bizde olan nedir sorusunun yanıtı tam tersi gelişme yani BİLE İSTEYE duyguya / duygulara sebep olarak düşüncenin iğfali.

Suçun büyüklüğü ele alınırsa sıradan bir iğfal suçu günümüz hukuk sistemlerinde 6 sene hapis cezası ile cezalandırılır.

Bu durumda ceza nedir dediğimizde bizzat felsefe gibi muhteşem bir imkan doğru dürüst düşünmeyen hatta BİLE İSTEYE düşünmeyi iğfal edenleri DÜŞÜNEMEMEKLE cezalandırır.

Bundan büyük ceza olur mu?

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.