Çağdaş Türk Düşüncesinin Mihenk Taşı Ziya Gökalp
Fahri Atasoy
Düşünme insanın ayırt edici özelliklerinin başında geliyor. Düşünme denilince ilk aklımıza gelen faaliyet felsefe ve bilim. Ardından sanat, din, siyaset, kültür gibi pek çok alan düşünmenin gücünden faydalanıyor. İnsanoğlu düşünme yeteneği ile donatılmış. Kullanıp kullanmamak kendisine kalmış. Kullanırken yeni yöntemler, ilkeler, birikimler, tecrübeler ile düşünme faaliyeti bir sisteme kavuşuyor. İnsanlık tarihindeki düşünme sisteminin ilk örneği felsefe olarak karşımıza çıkıyor. Felsefe başlığı altında temel problemler ve yöntemler kurumsallaşıyor. Felsefe ile birlikte din ve bilim de insan hayatına kurumsal bir yapıda giriyor. Bu iç disiplinin birbiriyle ilişkisini düşünce tarihinde ayrıntılı bir şekilde görmek ve takip etmek mümkün. Bu yazının ana konusu olmadığı için detaya gerek yok ama zihnimizin bir yerinde durmasında fayda var.
Yazımızın ana konusu aslında Türk düşüncesi. Türk düşüncesi dendiği zaman geniş bir çerçeve karşımıza çıkıyor. Bu çerçevede yol almak için takip edeceğimiz izler yazılı kaynaklar. Bunun için sözlü kültürün de yazıya aktarılmış olanları bizim için kaynak teşkil edecek. İlk dönem Türk tarihiyle ilgilikaynaklar genellikle yabancılara ait. Bize ait kaynakların başında Orhun yazıtları ve yazıya aktarılmış destanlar ve efsaneler geliyor. Bu alanla ilgili uzman bilim insanları çalışıyor. Biz konumuz itibariyle düşünce tarihine yoğunlaşmamız lazım. Düşünme ürünü olarak karşımıza çıkan yazılı metinler arasında ilk dikkat çeken Yusuf Has Hacip’in (1017-1077) Kutadgu Bilig kitabı ile Kaşgarlı Mahmut’un (1008- 1102) Divanı Lügatüt Türk adlı eserleri. Bunların dışında İslam felsefesi geleneği içinde filozof unvanı kazanmış iki isim söz konusudur. Bunlardan birisi Farabi ismiyle meşhur (872-950) Muallim-i Sani olarak düşünce tarihinde kabul görmüş Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Farabi’dir. İkincisi daha çok tıp biliminin kurucularından biri olarak ün yapmış ve aynı zamanda filozof olarak kabul edilen İbni Sina (980-1037) karşımıza çıkar. Sonraki dönemler maalesef düşünce tarihinde yer alacak nitelikte eserler azdır. Örnek olarak iki eserden daha bahsedebiliriz: Birisi Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi, diğeri İslam felsefesindeki tehafüt tartışmasına katılan ve üçüncü tehafütü yazan Osmanlı Fatih dönemi müderrislerinden Hocazade Muslihuddin Efendi’nin eseridir. Hocazade Gazali ve İbni Rüşt arasındaki felsefenin tutarsızlığı tartışmasına katılarak Fâtih’in isteği üzerine Tehâfütü’l-felâsife adlı eserini kaleme aldı. Fakat bu tartışma felsefenin önünü kapatmış oldu. Sonrasında maalesef mantık dışında felsefe ile hiçbir bağ sürdürülmedi.
Felsefenin dışında doğa bilimleri alanında ne yapıldı diye bakıldığında yine çok az örnek görmekteyiz. İslam medeniyetinin altın çağı olarak nitelendirilen 8. Ve 11. Yüzyıl arasında Türkistan bölgesinde önemli bilimsel çalışmalar var. Yukarıda felsefe ile bağlantılı olarak bahsettiğimiz Farabi ve İbni Sina gibi isimlerin yanında Biruni, Harezmi, Fahrettin Razi, Şehâbeddin Sühreverdî gibi isimleri de saymak gerekir. Selçuklu sonrası Osmanlı dönemine baktığımızda düşünce ve bilim dünyasında durgunlaşma görülür. Osmanlı Devleti’nde bilim ve felsefe ikliminin en uygun olduğu dönem Fatih Sultan Mehmet zamanıdır. Astronomi ve matematik alanında Semerkant’tan gelen Ali Kuşçu bu dönemde dersler vermiştir. Ali Kuşçu Fatih Külliyesi’nin eğitim programlarını hazırlamış, medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rol oynamıştır. Sonrasında bunlar da terk edilmiştir. Bu medreselerde pozitif doğa bilimleri yer bulamamış ve sadece dini eğitim sürdürülmüştür. Doğa bilimleri anlamında tek istisna şifahaneler ve Süleymaniye Tıp Medresesi olmuştur.
Ali Kuşçu’dan sonra astronomi alanında ilk önemli adım Taküyiddin tarafından atılmıştır. 16. yüzyılda batıda modern rasathaneler kurulurken Osmanlılarda “ilk rasathane” İstanbul’da Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takîyüddîn el-Raşid tarafından kurulmuştur. Takîyüddîn astronomiye meraklı olan padişahı ikna ederek destek almış ve 1577’de iki ayrı binadan oluşan Dâr al-Raşad al-Cadîd adındaki rasathaneyi çalıştırmaya başlamıştır. Fakat akıl dışı sebeplerle çıkartılan iddialar sonucu 1580 tarihinde aynı Padişah’ın emriyle Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından top ateşi ile yıkılmıştır. Osmanlı Devleti’nin doğa bilimleri ve teknoloji ile ilişkisi maalesef başarılı olamamıştır. Teknoloji alanında ibretlik örnek 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı büyük topların teknolojisi değişmeden 20. Yüzyılın başına kadar aynı kalmıştır. Halbuki bu dönem Avrupa’da büyük bilimsel gelişmeler ve teknolojik devrimler yaşanmıştır. Yeni teknolojik silahlar ve araçlar kullanılmaya başlamıştır. Osmanlı bunlardan tamamen mahrumdur ve Batıdan almak zorundadır. Sonuçta Osmanlı Devleti 18. Yüzyıla girdiğinde Avrupa karşısında sürekli yenilgilere ve toprak kayıplarına maruz kalan bir devlet haline gelmiştir.
Yenileşme hareketlerine kadar Osmanlı topraklarında bilim ve felsefe etkinliğineuygun bir ortam olmamıştır. Dolayısıyla yenileşme ve Batılılaşma adımlarını çağdaş Türk düşüncesi için bir dönüm noktası olarak görmek hatalı olmayacaktır. Yenileşme adımları 19. Yüzyılda kurumsal yapıyı değiştirmeye yöneliktir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Kanuni Esasi’nin kabulü ve Meşrutiyetin ilanı en radikal adımlardır. Bu esnada Avrupa’da ortaya çıkan modern eğitim kurumları örnek alınarak yeni okullar açılmıştır. Askeri okullar başta olmak üzere toplum için acil ihtiyaç anlamında hekimlik, baytarlık, muallimlik, mühendislik gibi mesleklere yönelik olanlar ilk sıraları almıştır. Aynı zamanda Avrupa’ya eğitim için gönderilen gençlerin Osmanlı modernleşmesi için etkisi büyük olmuştur. Genç Osmanlılar veya Jön Türkler namıyla tarihe geçen bu kadro adeta Osmanlı yönetimini zorlamıştır. II. Meşrutiyet bu bağlamda değerlendirilebilir. Fransız devriminin baskıcı Krallığa karşı kullandığı sloganlar bu dönemde çok sık kullanılmıştır. Bunlar arasında muhtemelen en değerlisi özgürlük olmuştur ve böylece II. Meşrutiyet büyük bir rahatlama sağlamıştır. Yeni özgürlük ortamı Osmanlı aydınları için çok uygun bir tartışma ve düşünme ortamı yaratmış ve yeni bir dönemin doğmasına yol açmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı toplumunda önemli gelişmelerin habercisi ve tetikleyicisi olmuştur. Özellikle özgür düşünce ortamı ülkede fikir akımlarının beslenmesini sağlamıştır. Türkiye belki de tarih boyunca en yoğun fikir tartışmalarını bu dönemde yaşamıştır.
İkinci Meşrutiyet dönemi Osmanlı’nın hayati bir mücadele içinde olduğu bir dönemdir. Var olma mücadelesinin en üst düzeyde yapıldığı ve cepheden cepheye vatanı savunmak zorunda kaldıkları bir zaman dilimidir. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük düşünceleri birer siyaset tarzı olarak Osmanlıyı kurtarmayı amaçlamışlardır. Lakin Yusuf Akçura’nın teşhisiyle ilk iki akım tarihsel ve toplumsal gerçekliğe uymadıkları için insanları bir millet bilincine ulaştıramamış ve dağılmayı engelleyememiştir. Geriye gerçekliğe uygun tek görüş kalmaktadır ki bu da Türkçülüktür. Türkçülüğün bir mecburiyet olarak devleti ayakta tutmak ve yeniden toparlanabilmek için güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu gerekliliği en iyi fark eden ve olması gerekeni yapmaya çalışan kişi Ziya Gökalp’tir. O dönemde şair, yazar, hekim gibi farklı mesleklerden Türkçüler vardır. Ziya Gökalp Türkçülüğü bilimsel ve felsefi bir zeminde yapmayı tercih eder. Henüz bilim ve felsefe Osmanlı toplumsal hayatında yeterince yerleşmiş değildir ama Gökalp bu anlamda da öncü olmayı başarır. Fransa’dan sonra belki de üniversite yapısı içinde sosyoloji kürsüsü açmayı başaran kişidir. Gökalp’in çağdaş Türk düşüncesinin mihenk taşı olmasının düğüm noktası burasıdır.
Türkçülüğün siyasi bir düşünce akımı haline gelmesi İkinci Meşrutiyet döneminde söz konusu olmuştur. Osmanlı içinde şimdiye kadar kimliğini ön plana çıkarmayan Türkler arasında bir milli heyecan ve şuurlanma yaratılacaktır. Türklerin omzunda bir yük olarak yıllardan beri taşıdıkları İmparatorluğun, son dönemlerde karşılaştığı sıkıntılardan kurtulmasında tek çare yine kendilerinde olduğu anlaşılıyor. İttihad-ı Osmanî ve İttihad-ı İslam gerçekleştirilemediğine göre geriye ittihad yapılacak tek unsur Türkler kalıyor. Osmanlı sınırları dışında kalan Türk topluluklarıyla birlikte bir ittihad kurulması öngörülüyor. Dikkatler o zamanlara kadar kendi ismini kullanma gereği duymayan Türk adı verilen insanlar üzerine toplanıyor. Bu insanların tarih içinde yarattıkları büyük bir kültür mirası olduğu fark ediliyor ve araştırmalar buraya odaklanıyor. Sosyolojinin, halk biliminin, dil biliminin, antropolojinin, arkeolojinin, tarihin bilim alanı olarak zenginleşmesine katkı sağlayan bu dönem, Modern Cumhuriyetin de temellerini oluşturuyor.
Ziya Gökalp, meseleye bilimsel olarak bakmak istiyor. Avrupa’da yeni bir medeniyet yaratmada bilimin ve felsefenin etkisini çok iyi görüyor. Problemlerini akıl ve bilimin ışığında çözmeyi başaran Avrupa toplumları Osmanlı karşısında üstünlüğü ele geçirmiş durumdadır. Bunun sırrını keşfetmeye çalışan Osmanlı yöneticileri ve aydınları, bunun asıl sebebini siyasal yapıdaki değişimlerde görmüşlerdir. Devlet yapısını yeniden tanzim etmeye başlayarak modern bir devlet haline dönüşmeyi hedeflemişlerdir. Millet adı verilen bir topluluğun nasıl güçlü bir birlik oluşturduğunu Avrupalı devletlerde görmüşler ve Osmanlı halkından da bir millet oluşturmak istemişler, ancak Osmanlıcılık, İslamcılık isimleriyle millet oluşmayacağını tarihsel gelişmelerden öğrenmişlerdir. Geriye kalan Türkçülük için de mutlaka sağlam olgusal dayanaklar gerekmektedir. Bu sağlam dayanakları ancak yeni kurulan sosyoloji bilimiyle bulabileceklerini Gökalp herkese göstermek istemiştir. Onun için sosyoloji, Osmanlının cefakar halkı Türklerin nasıl bir millet olduğunu tespit etmek çok önemlidir. Bu önemli işte hedef Türklere kimlik veren kültürlerini ortaya çıkartmak anahtar rol oynamaktadır. Gökalp bir milletin en önemli unsuru olduğunu düşündüğü kültürel özelliklerine “hars” ismini vermektedir. Medeniyet kavramı ile arasına bir mesafe koymakta ve birbirinden ayırmaktadır. Buna göre medeniyet evrensel (beynelmilel) özelliklere sahiptir ve milletler üstüdür. Pek çok millet medeniyete katkı sağlar ve ortak kullanıma açıktır. Türkler de bu medeniyetten pay alabilirler ve iştirak edebilirler. Ancak Türkleri diğer milletlerden ayıran özellikler hars içinde toplanmıştır. Bize düşen görev bu hars özelliklerini bilimsel yöntemlerle tespit etmek ve halkta milli şuurlanmayı yükseltmektir.
Gökalp fikirlerini sosyal gerçekliğe dayandırmaya çalışır. Sosyoloji bu bakımdan onun için çok güçlü bir araçtır. Sosyal gerçekliğe bakıldığında bir İslâm ümmeti, bir Osmanlı devleti, bir Türk milleti, bir Arap milleti gerçeği görülebilir. Milletlerin üzerinde yaşadığı topraklar vatandır. Gökalp’a göre vatan, uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke demektir. Bir ülkenin vatan olma kutsiyetini mukaddes bir varlıktan alması gerekir. Millet ve din iki kutsal varlıktır ve vatan tanımlamasında etkilidir. Dolayısıyla bir millet vatanından bir de ümmet vatanından bahsetmek gerekir. Gökalp bunu sosyal gerçeklik olarak kabul eder. Türkçülere göre Türk milletinin vatanı “Turan” adını taşır. Osmanlı ülkesi Gökalp’a göre Türk yurdudur ve aynı zamanda Turan’ın bir parçasıdır. Turanın parçası olan başka vatan parçaları da vardır ve Türkler için hepsi kutsaldır. Türkler için vatanı “Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan / Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dizeleriyle ifade eder.
Tarihi olaylar Gökalp’in ve arkadaşlarının turan ve vatan düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerini gerektirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve vatan topraklarının büyük kısmının kaybedilmesi ve işgale uğraması sosyal şartları değiştirmiştir. Bu noktada Gökalp’i sosyolojik yaklaşımı bakımından takip eden Hilmi Ziya Ülken, bu değişen şartlara göre Türkçülüğün yeniden tanımlanması gerektiğini düşünerek küçük Türkçülük anlamında Anadoluculuk görüşünü ileri sürmüştür. Milletin ne olduğu ve milliyetçiliğin sınırları konusunda toplumsal gerçekliğe ve tarihi şartlara uygun yeni görüşler tartışmaya açılmıştır. Gökalp, İstiklal Savaşı sonrası yazdığı Türkçülüğün Esasları adlı eserde gerçekçi bir dünya görüşü geliştirmeye çalışmıştır. O günün dünya şartları Türklerin kendi kabuğuna çekilmelerini zorunlu kılmıştır. Bu geri çekilme aynı zamanda modernleşme anlamında bir hamle yapmaya imkan sağlamıştır. Bu hamlede Gökalp’in toplumsal bilimlere açtığı yol büyük bir katkı sağlamıştır. Bir anlamda Türkiye’nin yolunu “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” düsturu doğrultusunda yeni bir hayat yeni bir medeniyet hedefine yöneltmiştir.
Yeni yorum ekle