“Kim anlamış ki, sen anlayasın böyle?
Düşünme, düşüneme (!)”
Odamın bir köşesinde, bana çocukken armağan edilmiş ama zaman içinde unutulmaya mahkûm bırakılmış eski nesil saat, burada olduğunu belli etmek istercesine zamanın içinde tiktakladı. Saatten çıkan ritmik melodi zihnimin içinde filizlenen düşüncelerin önüne geçmeye yetmiyor. Bu düşünceler benliğimin bir parçası mı, yoksa benliğim bu düşüncelerin tutsağı mı olmuş, bilmiyorum. Şüphesiz ki soru işaretlerim cevaplarımdan çok daha fazla. Potansiyelimi görememe düşüncesi beni her gün içten içe biraz daha tüketiyor. En prestijli okullarda eğitim görmüş altın yakalı bir iş kadını, yardımlarıyla ünlü bir hayırsever, çocuklarının istediği son model marka ayakkabıyı yurt dışından getirttiren bir anne… Büyük bir kesimin imrenerek hatta kıskanarak baktığı bu fiyakalı etiketler belki de 21. yüzyılın karanlık çağı. Peki ben bu etiketlerden hangisiyim? Toplum tarafından nasıl hissettiğimi ve kim olduğumu düşünmeye zorlanıyorum. Toplum bana kalemimi değil, seçenekleri sunuyor ve bu bir opsiyondan çok zorunluluk. Kendimi belirli bir kalıba sığdırmak istemiyorum ve bu kalıba içeriden değil dışarıdan bir göz olarak bakmayı seçiyorum. Siyah veya beyazı seçmeyi reddediyor, grinin tonlarında yaşamayı yeğliyorum.
“Bir yer olsa huzur sunsa
Dizlerim üstünde çöksem
Sonsuz yolu aydınlansa”
Yıllardır hiç sorgulamadan doğru kabul ettiğim “Tüm zorlukları aştıktan sonra sonsuza kadar mutlu olacaksın.” fikrinin yetersizliği ve yanlışlığı altında âdeta eziliyorum, şaşıp kalıyorum. Yavaşça gözlerimi kapatıyorum ve o zaman görmeye başlıyorum. Rüzgârın fısıltı hâlinde çıkan bağırışını, güneşin sıcak ve anaç dokunuşunu, yağmurun isyankâr sesini… İroniktir ki saf mutluluğa ulaşmanın tek yolunun acısıyla tatlısıyla tüm duyguları hissetmekten geçtiğinin farkına varıyorum. Bu aydınlanma ile hayatımın ve bilincimin dizginlerini ele aldığımı biliyorum. Tunalı Pasajı’ndaki sahafla olan sohbetlerimde hissettiğim aitlik duygusu, mağazada sıra beklerken hiç tanımadığım insanların dünyalarına konuk olma şansı… “Normal” hiç bu kadar büyüleyici ve huzurlu olmamıştı.
“Tanırsınız benim gibilerini boş sokaklardan
Çizgilere basmadan yürümeye çalışan insanlardan”
Küçük bir çocukken kaldırım taşlarındaki çizgilere basmaktan çok kolay bir şekilde kurtulabiliyordum. Ne var ki, büyüdükçe “çocuk oyuncağı” gibi görülen bu eylem benim için meşakkatli bir hâl almaya başladı. Büyümeye devam ettikçe kaldırım taşlarındaki alan dar gelmeye ve çizgilere karşı yaptığım savaşı kaybetmeye başladım. Benim için çizgiler yetişkinlerin dünyasını temsil ediyordu ve bir kere bastınız mı geri dönüşü olmayan tek yönlü bir yola giriyordunuz. Yetişkinliğin kısır döngüsüne girmememin tek sebebi çocukken olduğu gibi çizgilerin varlığından kaçıp hâlâ onlara basmadan yürümeye çalışmam.
“Dayanmak zormuş meğer
Sonu belli oyunlara
Reddetmeye gücün yoksa eğer”
Ailesine her koşulda inanan insanlar, bir yaratana körü körüne inandıkları için amacı olan insanlar, kararlı bir şekilde ideallerine inanan insanlar, bir politik görüşe sıkı sıkı inanan insanlar...
Herhangi bir şeye tamamen canıgönülden inanan insanları her zaman çok kıskanmışımdır. Öyle ki, bunun belirsizlikten tek kaçış yolu olduğunu düşünüyorum. İnanma eylemini reddetmiyorum, tam tersine buna muhtacım. İnanmak isteyip de başaramadığım için araftayım. Karanlık tünellerimin sonu görülmediği için “beklemek” vücudumdaki her zerreme huzursuzluk hissi veriyor. Zihnim bir kafes ve ben bu kafesin mimarıyım. “Acaba”larımın sonucunda ortaya çıkan sorgulamalarım, zihnimi dinamik tutmakla kendimi tüketme duygusu arasındaki ince çizgide duruyor ve bu çizginin hangi tarafa kayacağına dair en ufak bir fikrim yok.
Kaynakça
Ortaçgil, Bülent. Şubat, 2004. Bülent Ortaçgil& Teoman Konseri.
İstanbul.
Yorum
Yüreklilik
Yüreğinden akıp bizlere ulaşan bu sözler kalbimde derin bir varoluşun sevgisini uyandırırken bir yandan da bedende olmanın sınırlılığını hatırlattı. Hatırlamak lazım zaman zaman ruhun sonsuzluğunu ve bedenin sınırlılığını teşekkür ederim.☺️
Yeni yorum ekle