Gündelik Zihniyet Bağlamında Din Ve Felsefe İlişkisi

Felsefe

Gündelik Zihniyet Bağlamında Din Ve Felsefe İlişkisi Söylemleri Üzerine Bir Gezinti

Çokça dile getirilen bir görüş:Felsefede dogmalar, değişmez doğrular yoktur. Bu nedenle felsefe dinamiktir; Oysa dinde işler böyle değildir, ortada ‘Tanrı kelamı’ bir kitap vardır, bu kitap değişmez, değiştirilemez. Öyleyse din ise statiktir.

Yukardaki söylem bilim-din ilişkisi bağlamında da sıkça kullanılır. Bilim ve felsefe bir noktada özdeş olarak kullanılır. En azından karşı karşıya getirilmemeye çalışılır. Gerçekte durum nasıldır?

Felsefe-bilim ilişkisi / Felsefe-din ilişkisi / felsefe-bilim-din ilişkisi üzerine biraz gezinti yapalım istedim bu ayki yazımda. Biraz aylakça. İnce eleyip sık dokumadan…

Öncelikle din, bilim ve felsefe kavramlarının anlamına açıklık getirmek gerek.

Dini tanımlamak oldukça müşkül; tıpkı felsefe gibi; kesin bir tanıma erişmek çok zor. Her tanım, aykırı bir örnekle karşı karşıya kalıyor.

Çeşitli din tanımları:

C. P. Tiele: “Din, hakikatte bizim dindarlık dediğimiz o saf ve huşu dolu tabiat ya da ruh hâli” diye yazar. Dindarane tavır vurgulanıyor.

F. H. Brandley: “Din daha ziyade varlığımızın her veçhesiyle iyiliğin tam gerçekliğini anlatma teşebbüsüdür.” Din iyilikle ilişkilendiriliyor.

James Martineau: “Din, hep hayat sahibi bir Tanrı’ya yani âleme hükmeden ve beşeriyetle ahlakî ilişkileri bulunan bir ilahi zihne ve iradeye inanmaktır.” Ahlakî monoteizme olan inanç öne çıkartılıyor.

Din, insanın, Allah’la olan ilişkisini açıklayan ve düzenleyen bir gelenektir. Dinin en önemli özelliği ise, bilgi kaynağının insan-ötesi, hatta madde-ötesi oluşur. Allah’tan gelen bir bilgiye, yani vahye dayanır. Bu vahyi kabul etmenin yolu ise iman etmek, yani inanmaktır. (Bazen buradaki “inanç” kelimesinin, “hiçbir kanıt olmaksızın, körü körüne inanmak” anlamında yorumlandığına rastlayabilirsiniz. Ama aslında çoğu din, özelikle de İslamiyet, “iman” derken körü körüne inanmayı değil, akılcı kanıtlar görerek ikna olmayı kast eder.)

Felsefe ise, insanların dinlerin de cevap getirdiği evrenin ve hayatın anlamı, niteliği gibi sorulara salt akıl yoluyla cevap aramasıdır. Elbette belirli bir dine inanan insanların bu inancı temel alarak felsefe yapmaları mümkün; Hıristiyan veya İslam felsefesinde olduğu gibi. Ancak dinlerin bildirdiği esasları reddeden, dahası bunlara karşı çıkan felsefeler de vardır.

Bilim ise, insanoğlunun herhangi bir inanca veya geleneğe değil, sadece deney ve gözleme dayanarak içinde yaşadığımız evreni ve onun işleyişini anlama çabasıdır.

Dikkat edilirse din, felsefe ve bilim farklı bilgi kaynaklarına dayalıdır. Dinin kaynağı vahiy, felsefenin kaynağı akıl, bilimin kaynağı ise deney ve gözlemdir.

Ancak din ve felsefenin ilgi alanları birbirine yakındır. “Bu dünya üzerinde niçin varız” sorusuna, hem din hem felsefe cevap getirir. Bilim ise bu gibi sorularla değil, “su kaç derece kaynar” veya “kalıtım nasıl gerçekleşir” gibi sorularla ilgilenir.

Dolayısıyla bazıları bilimin felsefe ve dinle ilişkisini tartışmaya gerek bile görmez; bunların ayrı alanlarda olduğunu belirtirler. Çokça tekrarlanan bir klişeye göre, bilim şeylerin “nasıl” var olduğu ile ilgilidir; din ve felsefe ise “nasıl” değil “niçin” sorusuna cevap arar…

Bu yaklaşıma “klişe” dedim, çünkü mesele biraz daha yakından incelenirse, aslında bilimin yolunun zaman zaman din ve felsefe ile kesiştiği görülecektir.

Ama dini çevrelerin felsefe ve bilim taraftarı olanlara karşı bayrak açması: Engizisyon, Bruno’nun yakılması, Galile’nin susturulması, düşünürlerin ya da filozofların eserlerinin yakılması…

Bu yaklaşım çok da gerçek dışı değil, ancak sorunun sadece bir yüzü.

Ancak felsefî bakış ya da hikmet, bize hiçbir münferit, tekil bakışı küllî, tümel, evrensel tanım mevkiine çıkarmamamızı öğütler. Dinler, muhakkak bu bakış açılarıyla öne çıkan belirlemelerden çok daha karmaşıktırlar. Bu tanımlar, bir yönüyle doğrudur; ama bütünü kuşatmazlar. Ama ortak bir noktaya da işaret ediyorlar. Neredeyse bütün dinler tabiatüstü bir güçle ilişkilendirilirler. Ancak Bazı doğu kökenli dinlerde mesela Budizm’in teist olmayan kollarında tabiatüstü âlem fikri yoktur. Dinler arasındaki büyük farklılıklar, asgarî müşterekleri bulmayı oldukça zorlaştırmakta ve din hakkında konuşmayı da zorlaştırmaktadır.

O zaman felsefî bir bakışla din üzerine yoğunlaşarak bir çıkış yolu bulmak denenmelidir.

Felsefenin olaylara bakışı nasıldır?

Öncelikle din, sosyal ve psikolojik bir olgu olarak karşımızda. Dine karşı olmak, onu görmemezlikten gelmek; dinin yok olduğu anlamına gelmiyor. Kültürel bir gerçeklik olarak din var ve orda.

Felsefe de kültürel alanı sadece nesnel yapısıyla değil, onu var kılan insanın değer bilinciyle gerçekleştirmeye çabaladığı projeleriyle de anlamaya çalışır.

Felsefenin bütüncül yaklaşımı tercih eden bir düşünce biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin felsefenin olaylara etik yönden bakışı irdelenebilir. Günümüz problemleri dediğimiz zaman ister istemez etik bir konuyla karşı karşıya kalıyoruz. Onu ahlak üzerine bir bilinçle değerlendiriyorsunuz. Ki, dinler etik anlamda iddialı olan yapılar.

Yoksulluk, gelişmiş ülkelerin diğerlerini baskı altında tutması, hegemonya altında tutmak istemesi, çevre problemleri, savaş… -somut yaşama ait bütün bu vb. sorunlar- felsefî anlamda bir değerlendirmenin konusu olabiliyor.

Aynı şekilde dini, eğer birtakım inançlar, eylemler ve hem toplum hem de birey düzeyinde tecrübelerle inşa edilmiş ve bir mutlak gerçeklik tasavvuru etrafında tesis edilmiş bir fenomen olarak alırsak, bu çerçevede dinin de felsefe gibi, pek çok problem karşısında bir duruşu ve çözüm önerisi vardır. Burada mutlak gerçeklik tasavvuru birlik ya da çokluk, şahsî veya gayri şahsî veya ilâhî yahut dünyevî şeklinde çeşitlenen farklı yorumlar altında görünecektir.

Din ve felsefe denilince nasıl bir bakış açısı farklılığı söz konusudur?

Teolojik yaklaşımla felsefî yaklaşım özdeş değildir.

Günümüzde dünya problemleri dendiğinde din, bireysel anlamda insanın manevi ihtiyaçlarından köktenci hareketlere kadar büyük bir yer işgal etmektedir. Dini algılayışları ve tabi ki dinin kendisini de görmemezlikten gelemeyiz.

Felsefî yönden değerlendirilmesi demek, felsefenin kendi tefekkür ve sual tarzından çıkılmaksızın yapılan değerlendirmeler demektir.

Türkiye’de felsefe dinî konular tamamen dışta bırakılarak yapılması gereken bir çabaymış gibi algılanıyor. Bu, oldukça sakıncalı bir duruştur. Her şey üzerine felsefe yapılabilir. Dil, din, hukuk… Din üzerine felsefe yapabilirsiniz. Anadolu kültürünün felsefeyle barışması zorunludur.

Felsefeyle ilgili yanlış kanaatlerden birisi de felsefe empoze eden bir araç sanılmasıdır. Felsefe empoze etmez; dayatmaz. Ortadakini inceler. Ortada olan üzerine bir teemmül, bir refleksiyon, bir yorum geliştirme çabasıdır. Felsefe, muhteva yönünden dayatmacı olursa, ona felsefe denmez. Çünkü felsefenin özelliği mesafe kayabilmesidir. Bir fikir empoze ediyorsanız, bunu felsefe adına yapamazsınız. Onun adı ideolojidir. Empoze felsefe adına değil, ideolojilerin, bir takım insanların bir takım ülkelerin dünya görüşleri adına olabilir. Felsefe, hoyrat değildir. Temkinlidir. Biraz çekinerek, kaybolmadan, dışarıdan değerlendirerek, mesafe koyar. Ama her adımda daha da derinleşir, daha da iyi ve bütüncül bir yaklaşımla yürümeye çalışır. Bu nedenle felsefe öğretilemez, öğrenilmez de; sadece felsefe yapmayı öğretebilir ve öğrenebilirsiniz. Felsefe dayatmıyorsa, ne yapar? O, bir tavır alıştır. Biraz mesafeli bakmak, sualle yaklaşmak, parantezi her daim muhafaza ederek “parantez içerisinde farklı seçenekler olabilir mi?” diye düşünmek felsefenin tavrıdır.

Bu gün İslami denilen anlayışları da felsefî açıdan ele alınması gereklidir. Ama felsefece, ideolojik olarak değil.

Bu bize ne kazandıracak? Felsefî ele alış, öncelikle yüzeysellikten bizi kurtaracak, derinleşmemizi sağlayacaktır. Belki son noktada felsefe, dinî tecrübe anlamında yaşanması gereken asıl hakikati kendi başına sağlayamayacaktır; ama kişiyi hakikate doğru bir seyahatin bir yorumun içine sokacaktır. Yolcuyu yürünmesi gereken yolun içinde tutacaktır.

Ya felsefe ya din kamplaşması, hangi tarafı tutarsanız tutun; sonuçta hem dini hem de felsefeyi gereğince anlayamamaktan kaynaklanan bir sıkıntıyla ya da bir çıkmaz sokakla karşılaşırsınız. Bu noktada kendimize karşı dürüst olmayı beceremedikçe, buradaki sorunu görmeme de ısrarcı oluruz. Öncelikle kendimize dönerek kendimizle yüzleşmemiz gerekir.

Hemen ardından sorunu görmeyi, anlayıp anlamlandırmayı ve felsefî bir tavırla da süreçler -siyasal, soysal, psikolojik…- bağlamında çözümlemeyi denemeliyiz.

Felsefe iman değildir. Felsefe insan aklının sınırları içinde düşünür. Bu akıl ortada olan vahiy hakikati üzerine düşünürse, bunda derinleşirse, vahyi çağa ilişkin problemler çerçevesinde yeniden ele alırsa, bunda büyük bir hayır vardır.

Felsefe sınırını bilen, ufku gören bir aktivitedir. Gereğinde susması gerektiren noktayı da bilir. Sınır görmek, sınırı mümkün olduğunca genişletmeye aykırı ya da onunla çelişkili bir duruş değildir. Kibre kapılmayan, alçak gönüllü bir felsefe, kendini bilen bir felsefe… Bu yaklaşım, İslamî anlayışta “en doğrusunu Allah bilir.” (Allah-u a’lem) deyimiyle aşikâr edilir. Aklî olarak ne kadar doğru görünen şeyler dile getirirsek getirelim, bir noktada sınırlı olduğumuzun farkındayız. Kendi üzerimize bir kritik yapabiliyoruz. Gerçeğin peşinde koşarken âdeta şunu da göz ardı etmiyoruz: Ben bütün zamanlar için geçerli olan bir hakikati sınırlı bir bağla mükemmel bir tarzda ortaya koyamam. Ama yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışırım. Sınırlarımı sonuna kadar edeple zorlarım. Fakat unutmamalıyım ki, benim bakışım, benim yorumum, benim felsefem, bağlı bulunduğum akla dayalı dinî kabulüm ve değerlendirmem bana aittir; diğerleri için geçerli olmayabilir.  Kesin ve mutlak bir anlayıştan uzak duruyorum.

Felsefe, kuru aklî bir söylem değildir. Onun duygusal bir yönü de vardır. Gönlün bir tezahürüdür o. İnsanın duygu boyutunu görmemezlikten gelmeyen, onu derinliğine fark eden ve işleyen bir felsefe. Genelde doğu, özelde İslam felsefesinde yoğun olarak yaşanan, önemsenen bu yön önemlidir, önemsenmelidir.

Felsefenin sorunu görmede mahareti büyüktür. Ama “işte gerçek budur.” demesi çok da doğru değildir. Bu tavır felsefeye yakışmaz. Felsefe hep yolda olmalıdır. Keskin belirlemeler, felsefeyi rahatsız eder. Elbette geniş çaplı akıl yürütmelerle kavramlaştırmalar yapacaktır. Belirlemeye çalışacaktır. Kavramlaştırma bir bakıma bir kaba koymadır. Belirginleştirmedir. Işık tutma belki de. Aydınlatma. Ama “çözüm budur.” diyecek olan felsefe değildir. Olmamalıdır. Bu, din ya da başka bir siyasal güç tarafından söylenebilir.

Yaratılmış onun için bir bütündür. Türkler, tarih sahnesinde göründükleri günden itibaren farklı kültürlerle ilişkiye geçerek sürekli bir yenilenme içerisinde olmuşlardır. Ötekinden alınması gerekeni almakta çekince göstermemiş, onu bünyesinde eritmiştir. Ötekileştirmemiş, yabancılaşmamıştır. Bu, göçmenlik kültüründen gelen bir ayrıcalıktır. -Göçebelik değil, göçmenlik. Göçebe Türkler de vardır; ama Türklerin ezici çoğunluğu göçmendir. Şartlar gereği göç etmişlerdir. Yazlığa –yaylaya- ve kışlağa,  göçerler. Göçmenlikleri tüm cihanı Türk’e yurt görmelerindendir.- Uyum sağlama, dünyada konargöçer olduklarının farkındadırlar. Kondukları her yeni mekândan bir şeyler almışlar ve oraya ciddi katkıda bulunmuşlardır. İslamiyet ise, çoklukta birliği yakalatan bir fonksiyon icra etmiştir. Onu tevhit akidesiyle işlemiştir. Tevhit, çatıştıran değil, birleştiren bir idealdir.

Batı, İslam dünyasından ve Müslümanlığın öngördüğü idealden çok farklı olarak iman ve akıl çatışmasını yaşıyordu. Bir tarafta kilise bir tarafta bilim vardı. Aklîlik, insanlık adına otoritenin ve bağımsızlığın kazanılması anlamına geliyordu.

Batıyı taklit, bizi kendimize yabancılaştırdı. Çilesini çekmediğimiz bir dizi fikrin hamallığına soyunmakla gerçeği bulacağımızı zannettik.

Saygı, ötekinin ontolojik anlamda bir varlık olarak kabul edilmesiyle başlar.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.