Dijitalleşen Dünyada İnsan-Kültür-Kent Üçgeni

Deneme

100. Yaşında Türkiye ve Cumhuriyet-2

Dijitalleşen Dünyada İnsan-Kültür-Kent Üçgeni

Ümit Yaşar Gözüm*

 

Özü aramak…

Eğitimin amacı ya da amacı olmayan cehalete kulaç atmak

Köy enstitüleri gibi, insanı bir bütün olarak yaşama hazırlayabilen bir eğitim sisteminden sonra, dikiş tutmayan bir eğitim anlayışının toplumu getirdiği nokta kültüre, sanata, evlere ve sokağa öylesine berrak şekilde yansıyor ki, akıl ve yüreğini bütünleştirenler hayretler içerisinde izliyor. Akıl ve iradenin biçimlendireceği bir gelecek, sağlıklı bedenle yol alan yerine göre coşkun ama daha çok dingin bir ruh ancak eğitimle sağlanabiliyor.

Sormamız gereken, iyi insan kimdir, nasıl yetişir, ailenin ve toplumun rolü nedir? Kültürel değerlerden ve ahlaki  değerlerden arınmış bir yaşamda insanın ruhundaki boşluğu dolduracak olumsuzluklar, toplumsal düzen ile bireysel düzen bağını kuracak ilkeli insan yetiştirme işini kim üstlenecek? Eğitim sadece ektiğinizi-verdiğinizi aldığınız bir mekanizma mıdır?

Gelecek sandığımızdan daha hızlı geliyor ve dokunmadık yaşam bırakmıyor. O zaman sormak gerekiyor dijital çağa karşı durmak mümkün olmadığına göre, öze dönüşü kim ve nasıl sağlayacak? Ailenin çatırdamaya başladığı, insani değerlerin yerini arkaik -siyasallaşmış dinin almasını kim nasıl sağlayacak? İnsan yetiştirmek içinde yaşanılan dönemin evrensel değerlerini kendi toplumsal bünyesine sorgulayarak almak veya bilimin ışığında karşı durmayı gerektirirken düzenli bir gerçekliktir. Her değeri toplumun aydınlarından en cahiline kadar sorgulanan ve mutlak yeni söylemlere kapı aralaması gereken toplumsal gerçeklikte uçtan uca savrulmayı başaran Cumhuriyet dönemi aydınlarını sorgulamak toplumsal bir hak olsa gerek. Şimdi soralım, aydınları, entelektüelleri öğretmen-akademisyenleri-pedegogları sorumlu oldukları toplumu anlayıp yeni bir eğitim düzeni-kültürü yaratabildiler mi?

Yeni kuşak akımlarda insanın araçsallığı

İnsanlık tarihi açısından önemli sayılmayacak bir zaman diliminde yaklaşık çeyrek yüzyılda  yaşananlara baktığımızda teknoloji alanında her şey görülmemiş hızla ilerliyor. Ulusal  teknolojiler, yapay zeka çalışmaları dijital çağın bütün araçları ne yazık ki, daha adil ve düzenli bir dünya için işlemiyor. Refaha ulaşmış kitleler, huzurlu aileler, özgür bireyler bir hayalin ötesine geçmiyor. Doğa alarm veriyor, toplumlar çözülüyor ve insan özünden hızla giderek uzaklaşıyor.

Gezegen beton ve çelik yumağına dönüyor, her yer ışıl ışıl. Mehtaplı geceleri görmeden göçüp giden insan sayısı giderek artıyor. Açlık, yoksulluk, savaşlar, şiddet ve terör kitleri doğdukları topraklardan uzaklaştıyor. Yeni büyük göç dalgaları her yanı sarmış durumda. Depresyon ve ruhsal sorunlar gençlerden çocuklara sorunlu bir kitle yaratıyor. Eğer sistemler insanın mutluluğu, toplumun refahı için işlemiyor- işletilemiyorsa çözülme, öfkeli kitlelerin oluşması kaçınılmaz. Kimse ötekini dinlemiyor ve huzur ve mutluluk her an patlayacak küçük kıvılcımlarla ilerliyorsa ciddi bir sistem sorunu olduğunu görmemiz gerekmiyor mu? Yönetimlerin 1940’lardan günümüze kırılamayan toplumsal barış ve refahı sorgulayıp kendisine dersler çıkarması ve değişime öncülük etmesi gerekmiyor mu?

Köklü Türk ilim ve araştırma geleneğinden beslenerek bin yıllardır yaşayan toplumsal yaşama ve hoşgörü geleneği nerelere uçup gitti! Farklı kültürlerle bin yıllardır karşılaşmasına rağmen onları kendi dinamiklerinde eritip yeniden şekillendiren toplumsal değerler artık görevini yerine mi getiremiyor? Kültürler arasılık derin hoşgörü ve kaynaşmayı gerektirirken, etnik ve dini ayrışmayı ortadan kaldıracak toplumsal dinamikleri yönetimler ve eğitim sistemi gerçekleştiremeyecekse kim bu sorumluluğu üstlenecek!

Yunus Emre’yi yetiştiren kültürün ari dili ve insani sorumluluğu nerede duruyor? Ya inanç söz konusu olduğunda Hoca Ahmet Yesevi’nin izinde Türk müslümanlığını bugün Anadolu coğrafyasında bulabileceğimizi söyleyebilir miyiz?

Yükselen siyasallaşan din ve etnik ayrılışların uygarlıklar dizini içerisinde yer bulmasını açıklayabilecek taraf olmayan bir akıldan söz edebilir miyiz? Kitle arkaik söylemlerin kıskacında sorgulayan aklı ret ederken, yeni kuşak oryantalist kültürün evrensel kuşatması altında tüm değerlere karşı, içini dolduramadığı değerler bütününde erimeye başladı bile. Kendi tarihine öcü ya da masal olarak bakan, kahramanlarını bilmeden Lafonten hikayelerinin parçası olan yeni nesilleri, onların anlayacağı çağın diliyle biçimlendirmesi gereken eğitim ve dolayısıyla yönetme erkini elinde bulunduranlar değil midir?

Kent Kültürü ve toplumsal varlık olarak insanın bireye evirilmesi…

Kent ve kültür ilişkisi insanın yerleşik düzene geçmesiyle birlikte başlayan ve sorgulanan bir ilişki türü. Bu birlikteliği konuşabilmenin göstergelerinin başında kent kimliği gelir. Kent kimliği nedir ve nasıl üretilir sorusu düşünce tarihinin de önemli konularından birisi olarak çıkar karşımıza. Kimlikle tanımlamaya başlamak daha yerinde olacaktır.

İlk yerleşik insan topluluklarından günümüze bu tanım etkileyici bir çok  etkileyici-belirleyici ögelerle kendisini güçlendirerek ulaşıyor. Bir tanımlama çerçevesi çizecek olursak; insan düşüncesinin bir eseri ve onun eliyle inşa edilmiş olması, üzerinde yaşanılan coğrafyanın şartlarıyla ve toplumun etnik ve inanç kültüyle yoğrulmuş olmasını gerekli kılıyor.

Kültür yapımında baskın rol kurumsal yapılar/devlet veya sivil yapılar/bireylerin mi olmalı? Bu soru aynı zamanda kent kültürünün benimsenmesi sorunun da açıklayıcısı olarak çıkmakta karşımıza.

Cumhuriyetin ilk 15 yılındaki kent kültürü yaratma çabalarını bir yana bıraktığımızda, kent kimliğinde mimarinin boyutunun çok büyük olduğunu daha iyi anlarız. Cumhuriyeti kuran irade bütün olumsuz şartlara rağmen modern kent kültürü oluşturma adına önemli adımlar atmıştır. Ancak sürdürülebilirliğin bir kadro ve siyasi algı işi olduğu gerçeğinden hareket ettiğimizde devamı getirilememiştir.

Bir kent hafızası oluşturulamadığı gibi bir aidiyet duygusu da yaratılamamıştır. Bunda mimari planlamanın aidiyet ilişkisine olan etkisinin henüz yeni kadrolar tarafından algılanamamasının payının olduğunu söyleyebiliriz. Kentlerin hafızası içerisinde yaşayanlara sağladığı aidiyet duygusu, dışardan gelenlere ise kente katılma isteği doğuracak kültür-mimari-estetik ve değerler bütünün tamamıdır. Bunda cumhuriyet kadrolarının başarılı olduğunu ve bir Türk mimari geleneği oluşturduklarını söylemek imkansızdır. Her dönemin hatta her yeni malzeme tekniğinin ucuz işgücüyle birleştiği yapı stokları Türkiyenin her yanında karşılaşılan acı bir gerçek!

Sürdürülebilir kent kimliğinde sivil toplumun etkisi yadsınamaz. Ancak biz tepeden inme gönüllü kuruluşlar ve verilmiş haklar üzerinden bir sivil toplum algısını ne yazık ki, aşamadık bugüne kadar. İmparatorluklarımızdan miras kalan teba/kul kültü modern Türkiye’nin yüzyılına damgasını vurmayı sürdürdü.  Modernleşme ile küreselleşme arasındaki ince ayrım karşısında kentsel bir değişimden bahsetme şansı olamadı. Kültürel değişim zamanı yorumlayan kültürel değerleri dönemin gereklerini de dikkate alarak geliştirme ve işe yaramayanları ayıklama becerisi iken, biz dönüşüm kavramına hapsedip bıraktık kültürü-kentleri ve insanımızı.

Dijital çağla birlikte artık zorlama, kısıtlama, baskı dışında küresel algıdan bağımsız bir yapılaşmadan, kent kültürü oluşturmadan bahsetmek nerede ise imkansızlaştı diyebiliriz. Özellikle Dünyadaki savaşlar, iklim değişikliği, refah payının eşit dağılmadığı küresel yapı kitleler halinde göçlere zemin hazırlamakla kalmadı onu özendirdi diyebiliriz.

Bu bağlamda göç ve kent ilişkisine Türkiye odağında baktığımızda büyük bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla görüp, söyleyebiliriz.Bölgeler arasındaki dengesiz nüfus artışı, henüz gecekondu kültüründen kentleşmeye geçememiş kitlelerin göçler yoluyla şişen karın misali büyük kentlere akmasına sebep oldu. Küresel anlamda 90’lardan itibaren biçim değiştiren metropol kentler algısı ülkemizi de ister istemez etkiledi. İç göçlerle birlikte toplumsal birlik açısında içerisinde eritilemeyecek- özümsenemeyecek yabancı göçleri ile birlikte kent kültürü de derin yaralar aldı.

Bir konuşmamda kent ve kent kültürüne olan aidiyet sürecinde göçler ve yarattığı olumsuz etki, toplumsal yıkımın kıyısına getirdi bizi dediğimde; daha çok melankolik solcular ve ümmet kavramı etrafında odaklanan zihniyet kültür ırkçılığı yapmakla itham etmişti. Keşke o söylemleri doğru olsaydı da, bugün hak etmediği bir dönüşüm yaşayan Türkiye, kendi kültür dinamikleri üzerinde yükseliyor olsaydı.

*Felsefeci, Yazar, Eleştirmen

*Sanatım Dergisi Genel Sanat Yönetmeni

*Sosyeteart.com  /Blog: Düş ve Gerçek Köşesi

*Instagram: @zorbeyümityaşargözüm

e-posta: uygozum@gmail.com  *Facebook: Ümit Yaşar Gözüm

Entelektüel Tartışma Platformları Kurucu Başkanı

*Toplumsal Buluşmalar Platformu    *Türkütopya Sanat Platformu

*Ankara (Kalesi)İzdüşümleri  *Bodrum Aspat Düşleri  Platformu

 

Yorum

2. Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Sa, 14 Kasım 2023 - 22:56

TOPLUMUN AYRIŞMASI ZORUNLUĞU
"bir korku"

Entelektüellerimizin çoğunda görülen "toplumun çözülmesi korkusu" ndan nasıl kurtulabiliriz veya kurtulmalıyız?

Bir insan veya aydın kendisine hem toplumcu hemde bireyci diyemez; derse komik, karmaşık, kaotik, istismar olur. Biraz ondan biraz bundan kurnazlığıda burada işlevsizdir.

Öncelikle toplum denilen yapı bir yapı olmaktan çok yapılar yani irili ufaklı toplumcuklar bütünüdür. İçinde ve dışında irili ufaklı başka toplumlar da vardır. İnsanlık dediğimizde bile en büyük toplumdan bahsedemeyiz.

Düğümün çözümü: Toplumlara karşı kışkırtılan toplumlar ve imha edilen toplum (bir örnek olarak) dur. Bu imha/itlaf işlemi bile doğanın kendi işleyişindeki itlafın neredeyse tıpkının aynı olup FARK zeki insanın bilebilildiği kadarıyla işleyişe müdahale etme çabasıdır. Kafalarımız karışıp zihinlerimiz bulanmasın! Çok kolay anlaşılması gereken bir yaşam gerçeği var oda ölüm. Eğer bir toplum veya kişide (birey değil fert) yaşam fikrinden çok ölüm fikri egemense ZATEN ölü, yok hükmündedir/olmalıdır.

Pekiyi, bu korkuyu kimler taşıyor ve başkalarına aktarıyor? Tabiiki dünyaya egemen olma hırsıyla yanıp kavrulan üştük toplumcu kesimler veya ideoloji kurbanları.

Bir kendi yaşadığım, denediğim, deneyini yaptığım örneği aktarayım: Küçük kızım Zeynep 6 yaşındayken birlikte markete alışverişe gittik. Dönüşte alışveriş torbalarından birkaçını taşımak istedi. Taşıyabileceği iki poşeti iki eline verdim. Evimiz yakındı. Sadece geçmemiz gereken bir araç yolu vardı. Tam yolun ortasına geldiğimizde gücü azaldı ve takılıp düştü. Soru: Siz olsaydınız ne yapardınız? Genellikle "aman yavruum" deyip kaldırlar. Ben, "haydi bakalım, kalkabilirsin. Aferin sana" deyip ayağa kalkmasını bekledim. Benim genel tavrım budur. Sevgili kızım o anı sürekli hatırlatıp çok şey öğrendiğini söyler ve teşekkür edip durur. Çok iyi bir okul okuyup çok iyi yerlere geldi.

Tıpkı örnekte olduğu gibi ASLINDA insanlık çok iyi bir yere gidiyor. Savaş sebebiyle korkuyoruz, içimiz acıyor, bazen dayanamıyoruz ama doğanın gerçeği gerçeğin doğası budur. Toplumlar dağılıp ufalanmak ve bireyler çıkmak zorundadır AKSİ müşteriden başka bir şey olamazsınız.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
Dergi Sayısı