Ah Bir Yer Bulsaydım!

Öykü

Otobüsün camına başını dayamış, radyoda çalan ‘’ Gitme sana muhtacım’’ şarkısı eşliğinde uzayıp giden ovaları ve devler gibi sıralanmış, üstlerinde bir ağaç bile olmayan dağları seyrediyordu. Otobüsün içine sızan egzoz kokusu ile toz genzini yakıyordu. Aylar olmuştu kasabasına gelmeyeli. Otobüstekiler onu tanımamıştı bu yüzden. Kasaba insanının yabancı birini görünce fısıldaşmalar eşliğinde fırlattığı o garip ve rahatsız edici bakışlarına maruz kaldı bir süre. Sonra hepsi, sanki az önce hiç bakmamışlar gibi bir süre boşluğa bakıp başlarını çevirdiler.
Giderken görmemişlerdi.  Döndüğümde hatırlamadılar.

O günü hatırladı:
Gecenin kusurları örten sessizliğinde yola çıkmıştım. Sabah, ismini daha önce hiç duymadığım bir şehrin gerçeğine uyanacağım yıllardır sadece sesiyle, yazdıklarıyla var olduğum adamı düşünerek terk etmiştim evimi. 
Her şeyin bir çırpıda tükendiği zamanlara inat, yolculuk için ağır aksa hareket eden treni tercih etmişim. Tüm yavaşlığına rağmen, trenler bana özgürlüğe dokunduğumu hissediyorum.

Güneş, tüm ışıltısıyla düşüyor güne. Daha önce gözlerimin şahit olmadığı yeşillikte bir ormanı yarıp ilerliyoruz yola. Daha birkaç saat var son istasyonlara. Nedenini kavrayamadığım bir korku duyuyorum.
Şehre iniyorum. İşte beni karşılamaya geliyor. Elinde bir demet papatya, bedeninden daha büyük adımlarla ilerliyor. ‘’ Hoş geldin’’ diyor, şaşkın, olduğum yerde kalakalıyorum. Oysa yol boyu ilk karşılaşmada yüzümün alacağı tebessümü, kuracağım ilk cümleyi ne çok düşünmüştüm. Kendime, şehre yabancıyım. Yüzüne sığmayan gözlerine bakıyorum. Cılız kollarıyla sarmalıyor beni.  Tütün kokusunu duyuyorum. Zamanı geri alsak, Valizimi alıyor. Elimi tutuyor, yürüyoruz. Ahşap evlerden, alabildiğine büyük bahçelerden geçiyoruz. Temmuz ortasında hava kapalı ağladı ağlayacak bulutlar. İçime doğru birkaç damla gözyaşı akıyor. Her şeyin yabancı olduğu şehirde en çok kendime yabancılaşıyorum. Anlamlandıramadığım bir huzursuzluk, içimdeki heyecanın büyüsünü bozuyor. Yokuş aşağı iniyoruz Adam elimi tutuyor; nemli… Avuç içindeki irinler ellerinin nemine bulaştığında daha fazla canım yanıyor. Ceviz ağaçları, çam ağaçları, rengârenk ortancalar, güller ve begonyalarla sere serpe sarılmış bir bahçeye giriyoruz.  Bütünü beyaz, pencere kenarları mavi detaylarla ayrılmış ev, bahçenin içinde tüm görkemiyle bizi ağırlamaya hazır.

Adam kapıyı açmaya hazırlanırken, yere eğilip bir salyangozun kabuğuna dokunuyorum; korkudan büzülüp kabuğuna saklanıyor. Eve tahta merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Merdivenleri çıktıkça küf karışımı bir konu yayılıyor. Evin verdiği dış huzuru bulamıyorum. 
Bir rüyadan uyanır gibi aylardır tek başıma kaldığım evde kendi gerçeğime dönüyorum. Adamın nerede olduğunu düşünüyorum. Beni yabancı bir evde, hiç tanımadığım insanların siyah beyaz fotoğraflarıyla bırakışını…
‘’ Beni köşede sıkıştırdığı o zengin oğlanla annemin beni orada bırakarak kaybolduğu günü hatırlıyorum. Sonra yalnızlığın ıssızlığında sarıldığım bu yabancıyı…’’

Nasıl düşünmüştüm. Bir başkasıyla hem de hiç görmediğim bir adamla nasıl yaşamanın gerçeğini sorguluyordum. Adamsa bana ait olmayan eşyalarla, ne hissedeceğimi…

Kapı sesi duyuluyor. Tahta gıcırtısıyla, adam içeri giriyor. Korkumu gözlerimden okumuş olmalı ki, yanıma yaklaşıp saçlarıma dokunuyor. Sarılıp dudağımı öpüyor ellerine , dudaklarına yabansıyım. Titriyorum. 
-İyi misin? Diyor. Saçlarımdan boynuma inen soğuk elini hissediyorum.
 - Sana alışmam için zaman vermelisin diyorum.
- Çok bekledim. Artık yeter. Ne bekliyordun sen.
Bu kadar yakınken ‘’ birbirimize dokunmalıyız’’ fikri beni parçalıyor. Arada mesafeler varken bu kadar korkmuyordum. Her şeyiyle bütün olduğunu düşündüğüm birinin…

Varlıklarımızı hiçe sayarak susuyoruz. Boğucu sessizlik esir alıyor bizi. Birkaç kez sesimizdeki sıcaklığın bedenlerimize yansımadığını anlatmaya çalışıyorum. Yapamıyorum. Koridorda üç mum yanmaya devam ediyor. Yaşayamadıklarımız demir kapta eriyip dağılıyor. Her şey telefon kablolarına bağlı bir sesten ve yazılanlardan ibaret, öyle kalıyor aklımın en ince yerinde Dokunmayı yeniden öğrenebileceğim düşündüğüm adamı…

Aynı evde birbirimizi anlayamamanın verdiği sancıyla bir gece kalıyoruz. Duvarlara, kuramadığımız cümleler çarpıyor. Duygularımızı bir kenara bırakıp gururu baş tacı ediyoruz. Sabah hiç dağıtmamış olduğum valizimi alıp çıkıyorum evden. Adamı, kendine ait olmayan yataklarda, zamanla yaşlanan, sızlayan acılarıyla, sertleşen biçimsiz bir yara gibi bırakıyorum ardımda.  Birlikte indiğimiz yokuşu tek başıma tırmanıyorum. Dizlerim ağrıyor yol almaktan. Yıllardır, yaralarımla sarılan kuşatılmışı terten okuyorum şimdi. Kendime bir yer bulamadan.

Kapıya baktı bir süre, sonra gitti açtı. İçeri adımını atmadan öylece bekledi, içinde hissettiği korkuydu bu sefer, daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmanın korkusu, hiçbir yere gitmenin korkusu.


*Yazar

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.