Bir İnsan Bilimi Olarak Sosyoloji
Fahri Atasoy
Başlıkta konuyu sınırlandırmak için sosyolojinin önüne “bir insan bilimi” sıfatı ekledik. Bilimin sık kullanımında sanki bilim dendiği zaman sadece “doğa” veya “fen” bilimleri varmış gibi kullanılıyor. Halbuki normatif bilimleri (matematik, mantık, hukuk gibi) de düşünürsek bilim geniş bir kavram ve bunların hepsini içine alıyor. Sosyoloji ortaya çıkış itibariyle fizik bilimini model olarak almış. Auguste Comte ilk olarak “sosyal fizik” adını kullanıyor. Wilhelm Dilthey sonrasında sosyolojinin bir insan bilimi olduğu öne çıkartılıyor. Zamanla sosyoloji kendi yöntemini ve alanını netleştirerek bağımsız bir bilim olma kimliği kazanıyor. En çok da felsefenin gölgesinde kalıyor ve çoğu zaman felsefe ile içli dışlı çalışıyor. Çünkü insan gerçekliğini çözümlemek, açıklamak ve anlamak oldukça zor. Sosyoloji her ne kadar toplumsalın yapısı, eylemleri, olguları, değişen yönleri, süreçleri gibi unsurlar üzerinden bir alan belirlese de doğadaki gibi ölçme şansına sahip değil. Dolayısıyla konusu ve yöntemi bağlamında kendine özgü bir bilim.
Toplumsal alanda bir yapı belirlemek düşüncesi sosyolojide yine doğadaki bir unsuru modellemekle mümkün olmuştur. Herbert Spencer toplumu bir canlı organizmaya benzetir ve analojik akıl yürütme yapar. Sonraki klasik sosyologlar da bu benzetmeyi devam ettirirler ve işlevselci yaklaşımın temel varsayımlarından birisi olur. Buna göre her toplumda bir canlı organizmaya benzer şekilde, mutlakabelli bir yapıya dayanan bütünlük vardır. Toplumun hayatını devam ettirmesi bu yapının unsurlarınınsağlıklı çalışmasına bağlıdır. Her unsurun hayati fonksiyonları vardır ve bunların ortaya çıkartılması sosyolojinin görevidir. Bu unsurlar bütünün parçalarıdır ve bütünden bağımsız değillerdir. Yani karşımızda tek tek insanların toplamından farklı bir toplum bütünlüğü vardır. Gerçekten öyle midir tartışılır. Sosyoloji tarihinde bu tür tartışmalar sosyal teori ve sosyal bilim felsefesi içinde ele alınır.
Sosyolojinin kurumsallaştığı dönemdeki yaklaşımlar konuyu anlamak bakımından kılavuz niteliğindedir. Onun için toplumsal yapı kavramından devam edebiliriz. İnsanlar tarih boyunca toplum olarak yaşamışlar ve modern çağa geldikçe karmaşık ilişkilerle birbirlerine bağlanmışlar. Bunu insanlık tarihini ve düşünce tarihini takip ettiğimizde görebiliyoruz. Eldeki veriler insanların doğal hayatta toplayıcılık ve avcılıkla geçimlerini sürdürürken köyler kurmaya başladıklarını bize göstermektedir. Köylere yerleşen insan toplulukları muhtemelen aynı zamanda örgütlenerek devletleşmeye ve farklı statüler yaratarak iş bölümüne geçmişler. Emile Durkheim bu tür topluluklardaki iş bölümünde mekanik dayanışmanın egemen olduğunu düşünür. J. Jack Rousseau böyle örgütlenmenin ilk toplum halini ortaya çıkarttığını ve bunun bir sözleşmeyle gerçekleşmiş olacağını varsayar. Bu süreçteki geçiş aşamasına “toplum sözleşmesi” adını verir. İlk yerleşik hayata geçişte neler olduğuna dair antropoloji bilimi birtakım bilgiler derlemeye ve sunmaya çalışır ama bunları test etme imkanı yoktur. Her bir açıklama belli verilere dayanan akıl yürütmelerdir. Bize kuram olarak sunulsa davarsayım düzeyinden ileri geçemez.
İlk çağlardaki insan topluluklarının toplum haline geldiği zamandan itibaren toplumların gelişme evrelerini anlamak ve sınıflandırmak tarih felsefesinin ilgi alanına girer. Fakat sosyolojinin kuruluş döneminde tıpkı doğadaki gibi yasalar arayan ilk sosyologlar toplumsal değişmenin ve gelişmenin yasalarını bulmaya giriştiler. Örneğin Auguste Comte tarihte toplumların geçirdiği üç evreden bahsetti ve bu evrelerin zorunlu doğa-toplum-tarih yasası olduğunu iddia etti. Üç hal yasası olarak bilinen sınıflandırması aslında bir sosyolojik-bilimsel sınıflandırma değil, felsefi düşünce ürünü idi. Yani Comte bir tarih felsefesi yapmış oldu. Benzeri sınıflandırmayı Karl Marks yaptı. Marks o zamana kadar ileri sürülen mevcut düşünceleri kullanarak kapsamlı bir açıklama ve sınıflandırma yaptı. İnsanlığın ilkel dönemden feodal döneme ve sonra da kapitalist döneme evrildiğini düşündü. Bu evrim zorunlu bir ilerlemeydi ve bütün insanlık bu evrelerden geçmek zorundaydı. Marks bu sınıflandırmaya bir de ütopya ekledi ve insanlığın zorunlu olarak sosyalist-komünist evreye geçeceğini beyan etti. Bu geçişin bütün basamaklarını detaylı bir şekilde tarif ederek ortaya bir ideoloji çıkarttı. Dolayısıyla sosyoloji ile işe başlayıp felsefe ve ideoloji ile görüşlerini tamamladı. Bu ileri sürülen görüşler sosyolojinin zor sınavları arasında yer aldı. Nelerin sosyoloji nelerin olmadığını ayıklamak gerekti.
Karl Marks’ın sosyalist ideolojisi 20. Yüzyıldaki pek çok siyasi gelişmenin tetikleyicisi oldu. Bunlar sosyolojiyi ilgilendiren süreçler. Sanayi Devrimi sonrasında yaşanan toplumsal anaforun bir benzeri bu dönemde yaşandı. Bu dönemdeki toplumsal eylemlerin ve olayların analizinde bu düşüncelerin izlerini takip etmek gerekir. Hatta dünyadaki Türklerin durumunu analiz ederken bu gerçekliği göz önüne almadan doğru sonuçlara ulaşamazsınız. Örneğin 1917 Bolşevik Devrimi gerçekleştiği için İtilaf Devletleri’nin gücü kırıldı. Oyundan Çarlık Rusya çekilmek zorunda kaldı. Yeni kurulan SSCB bizimle iyi ilişkiler sürdürmeyi tercih etti. Ancak 1918 yılında bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Cumhuriyeti’nin özgürlüğünü 1919 yılında sona erdirdi. 1990 yılına kadar esaret altında kalmalarına sebep oldu. 2. Dünya Savaşı sonrasında başta Kırım Tatarları olmak üzere Türk halklarına büyük zararlar verdi. Hatta bizim ABD ve NATO’ya teslim olur derecesinde yakınlaşmamıza yol açtı. Bunun yanında 68 kuşağı hareketlerinden sonra ülkede yaşanan siyasi kargaşa da bu bağlamda değerlendirilmesi gereken olgular olarak tarihte yerini aldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini sağlayan en önemli etken Almanlara ve Japonlara karşı ABD’nin saldırı başlatması oldu. Sonrasında ABD (Amerika), SSCB (Rusya) ve UK (İngiltere) Yalta Konferansı’nda yeni bir süreç başlattılar. Adına Soğuk Savaş denilen bu yeni süreçte olan biten olaylar dünyanın hem siyasetini hem ekonomisini hem de kültürünü etkiledi. Sosyoloji bu süreçleri Soğuk Savaş iki kutuplu (ideoloji) dünya düzeni bağlamında değerlendirmek durumunda kaldı. Soğuk Savaş bu dönemde meydana gelen pek çok olayın ve eylemin anlamını belirlemek için genel bir çerçeve oluşturdu. Örnek olarak spor ve sanat faaliyetleri bile bu çerçevede anlam kazandı. Çünkü iki kutupta da bu faaliyetlere özel anlam yüklendiği gözlenebilir.
Tekrar toplumsal yapı tartışmalarına dönecek olursak karşımıza en önemli kurum olarak siyaset kurumu çıkar. Siyaset kurumunun toplum olmamızda önemli bir yere sahip olduğunu ilk olarak Platon fark etmiş ve Devlet adlı eserinde yazmıştı. İkinci olarak Yeni Çağ’da sözleşme teorilerinin ve siyaset felsefelerinin odak noktasında siyaset kurumunun olduğunu görebiliriz. Buna göre toplumsalın en önemli kurumsal unsuru olarak siyasal yapılanma olduğunu kabul edebiliriz. Genel sosyoloji kitaplarında kabul gören “toplumun en küçük yapı taşı ailedir” vurgusunu yabana atmadan, önceliği siyasete vermek mümkün. Aile kurumunun da toplumsal yapının vazgeçilmez bir unsuru yadsınamaz. Ancak toplum olma halinin düşünce tarihinde genelde siyasallaşma süreci ile açıklandığını görmek gerekir. Siyaset aynı zamanda sosyal grupların ilişkilerini belirlemede de belirleyici bir özelliğe sahip. Sosyal grupları, aralarındaki ilişkileri, grup içi hareketleri vs. analiz ederken siyaset kurumunu temele almak zorundayız. Hatta diğer kurumlar üzerine çalışacağımız zaman da mutlaka bu kurum bağlamında bir değerlendirme yapmak gerekir. Önceki paragrafta verdiğimiz, Karl Marks ve sosyalist ideoloji bağlamında meydana gelen olaylar da siyaset kurumu ile ilgilidir.
Sosyolojinin alanı elbette aile veya siyaset ile sınırlı değildir. Sanayi Devrimi Avrupa’da büyük değişimlere sebep olmuş ve sosyoloji bunları analiz edebilmek ve açıklamayabilmek için devreye girmiştir. İlk dönem sosyologların temel konusu bu yapısal değişimlerdir. Hem toplumu yapı bağlamında bütünlüğü içinde irdelemek hem de nelerin nasıl değiştiğini çözümlemeyi hedef olarak belirlemişlerdir. Buradaki en önemli kurumsal unsur elbette ekonomidir. Yüzyıllardır aynı tarzda hayat sürdüren halklar ve devletler ilk defa farklı birtakım imkanlara kavuşmuşlardır. Rönesans ve Yeni Çağ’da başlayan bilimsel başarılar insanlığın değilse de Avrupa toplumlarının önüne büyük fırsatlar sunmuştur. Bu dönemde ardı ardına bilimsel keşifler ve teknolojik icatlar ortaya çıkmıştır. Buharlı makineler sanayi devriminin öncüleridir. Gemiler, trenler, otomobiller ilk dönem buharlı motorlarla çalıştırılmıştır. İnsanlık için büyük bir gelişmedir. Ulaşımda devrim yaratmıştır. İnsan ve hayvan gücünün yanında en büyük destekçi konumuna çıkmıştır. 1700’lü yılların ikinci yarısında bu süreç hızlanmış ve buhar gücü yeni kurulan tekstil fabrikalarında da etkin olarak kullanılmıştır. Bu dönem mucitlerin yarışına sahne olmuştur. Ekonomide devrim yaratmıştır. Aynı paragrafta tekrar tekrar devrimden bahsetmemiz tesadüf değildir.
Avrupa’da 18. Yüzyılda Sanayi Devrimi gerçekleşmiş ve ortaya sanayi toplumu veya modern toplum olarak adlandırılan bir yeni durum çıkmıştır. Bu durumun ilk dikkat çeken unsuru ekonomi kurumu içinde üretim biçiminin ve buna bağlı olarak iş bölümünün değişmesidir. Durkheim ilk sosyolojik incelemesine iş bölümünden, Karl Marks üretim biçiminin değişmesinden başlar. Geleneksel toplum yapısı bu süreçte köklü bir değişime uğrar. Artık siyasal olarak da gücünü yitirmiş olan derebey krallıklar köylüler üzerindeki kontrollerini yitirirler. Köylüler artık yeni iş alanı olarak kentlerde kurulan fabrikalara işçi olmaya başlarlar. Bu süreç kentleşmenin hızlanması demektir. Fabrikalarda beden güçleriyle çalışmaya başlayan insanlar ortaya yeni bir sınıf çıkartmıştır. Aynı zamanda uzmanlık gerektiren iş kolları gelişir ve bu alanlarda uzmanlaşan teknik meslekler doğar. Eski zengin ve seçkin sınıfı oluşturan aristokrasi yerine yeni sanayici girişimciler öne çıkmaktadır. Sermayeyi kontrol eden, yatırım yapan, iş-fabrika kuran, ticareti artırmaya çalışan bir yeni sınıf olarak burjuva bu döneme damga vurmaktadır. Burjuva sınıfı aynı zamanda modern devlette de etkin konuma yükselir ve devlet bir araç olarak ekonomik büyümenin ve yayılmanın motor gücü haline getirilir. Böylece uluslararası sömürgecilik başlar. Sömürgecilik bir yönüyle ekonomiye bir yönüyle siyasete dayalıdır. 19. Yüzyılın anaforunu bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
On dokuzuncu yüzyıl dünyanın her yönden karmaşa içinde olduğu bir çağdır. Bir taraftan ulus devletler, bir taraftan sömürgeciliğin yayılması, bir taraftan imparatorlukların yıkılması tam bir anafor yaratmıştır. Toplumsal yapılar alt üst olurken, uluslararası sistemin de tamamen değiştiği gözlenmektedir. Sosyoloji böyle bir iklimde ortaya çıkmıştır. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm 19. Yüzyılı milletler ve milliyetçilikler çağı olarak nitelendirir. Bu çağ aynı zamanda evrenselci ilerlemeciliğin öne çıkartıldığı bir çağdır. Modernleşme adı verilen sürecin farklı yansımaları sosyolojiye önemli konular sunmuştur. Dolayısıyla sosyolojinin ilgi alanına millet ve milliyetçilik konuları da girmektedir. Toplumlar arasında farklılık ve benzerliklerden kaynaklı sürdürülen ilişkiler vardır. Bu ilişkileri çözümlemeye başladığınızda karşınıza milletler ve etnisiteler gerçekliği çıkar. Modern ulus devletlerden kurulan bir dünya düzeni her toplumu etkiler, milliyetçilikleri tetikler. Bunların izini sürmek sosyolojiye düşer.
Sosyoloji genelde köklü değişimler ve dönüm noktalarından sonra ortaya çıkan yeni durumları anlamak, açıklamak ve çözümlemek için devreye girer. Soğuk Savaş esnasında yaşanan teknolojik rekabet dünyada yeni bir sanayi devrimi yaratmış gibidir. Bilişim devrimi denilen yeni süreçte insanlık gittikçe bilgisayarların arasında kurulan ağ ile oluşturulan dijital dünyaya sıkışmaya başlamıştır. Bilgi toplumu, ağ toplumu, sanal toplum, dijital çağ gibi isimlendirmelerle anılmaya başlanan yeni süreç sosyolojinin yeni ve en önemli problem alanını oluşturur. Bilişim sosyolojisi veya dijital sosyoloji isimlendirmeleriyle yeni alanın çerçevesi çizilmeye çalışılmaktadır. Sosyolojinin yeni trendi dinamik bir yapı içinde kavramsallaştırma, kuram oluşturma ve alan araştırması yapma konusunda son derece karmaşık bir gerçeklik oluşturmaktadır. Bu gerçeklik, felsefenin ve sosyolojinin daha önce temellendirmeye çalıştıkları gerçekliklere pek benzememektedir. Felsefe burada da sosyolojiye destek olmak zorundadır. Veya sosyologlar burada da felsefeye başvurmak zorundadırlar.
Yeni yorum ekle