İçimizdeki Seçilmiş Yalnızlık, Aşk mıydı!

Felsefe

Zamana Yenilmeyen Düşler-1

İçimizdeki Seçilmiş Yalnızlık, Aşk mıydı!

Ümit Yaşar Gözüm

Sonbaharda şalgam toplama mevsiminde doğmuştum. Tam da proleter ekim devriminin bilmem kaçıncı sene-i devriyesinde. Ağız tadıyla kutlayamamıştım doğum günlerimi. O ise hazan mevsiminde doğmuş olmalı ki, yere düşen her yaprakta kendini görüyordu. 

 “Ekim” dediğimizin bir yanı on milyonlarca cana mal olmuş karanlık bir girdaba çıkar aydın sofralarında, öte yanı cehaletten arınan bir milletin varoluş öyküsüne. Ekim dediğin geride bıraktıklarının kışlık erzağını tamamlayanların gurbet zamanıdır bazı coğrafyalarda. O örselenmiş kimliklerde ayrılık acısını çıplak gövdeli erik dalları bile hissederdi. Bir başka baharda buluşmak üzere suyu özüne çekilmiş  dallara asılan özlemlerdir.

Bulutlar toplanırdı dik yamaçlı dağların eteklerinden zirvelerine doğru. Sanki sivri sivri kayalar saplanırdı bağırlarına. İstedikleri bu olabilir miydi ya da başka bir yorumu… Yemyeşil düzlükleri bırakıp, farelerin bile terk ettiği ıssız yalçın kayalıklara taç olmanın bir anlamı olmalıydı, bizim bilmediğimiz…

Sanırım insanda böyle! Tercihlerin anlamsızlığına bırakıyor kendini. Sonunun mutsuz olacağını düşünme duygusu, sürekli mutsuzluğu davet ediyordu adeta. Nasıl yaşanılır ki, böylesi bir ruh haliyle, o hırçın coğrafyada…

Bütün bunları unutturacak bahar erişmişti imdadına, ağır kışı yarı aç yarım kalmış duygularıyla tarla tapan derdine düşmüş köylülerin. 

Onları düşünürken bu baharda ılıman iklimli sahil kasabasında, begonvillerin arsız pembesi geçiyordu göz ucumdan. Ne kışın uçsuz bucaksız beyaz düşlerinin anlamı kalıyordu ne de hak etmediğimiz sonsuz acının. 

Hayal meyal hatırladığım zamanın belleğime kazıdığı izlerin üzerindeki tozlar yavaş yavaş siliniyor: Goncaların üstünde tüten bulutlar, beyazdan sarıya, kırmızıdan fuşyaya boyardı gökyüzünü. Bilinmedik ezgiler çalardı rüzgar, henüz güneş doğmadan. İçimizde harlanan ateşe Şahran Dağ’ın püfür püfür esen kekik kokusu eşlik ederdi her bahar. 

Bir yaz sağanağı söndürürdü toprağın ateşini söndürmesine de, yalçın kayalıkların kabul etmediği yağmur damlalarının coşturduğu derelerden akan kızıla dönmüş sular,köyün önündeki vadide sele dönerdi. 

Son güz geldiğinde kimisi yayladan kimisi çayırdan çekilen çocukların yazgısında okullu olmak vardı. Uzun bir kışı gaz lambaları ve üstünde güğümle su kaynayan sobanın harlı ateşinde hülyalara dalarak geçirmek vardır. 

Unutamadığım bir tanışıklık vardır aşkla ortaokul sıralarında. Örgülü saçlarına seyrederken, burası okulumuz seslenişime döndüğünde, masumiyet kavramına ilham olduğunu düşünmüştüm. Öylesine bir ayrıcalıktı birlikte bahçeye çıkıp, aşk oyunu oynamamız. Oysa bir sürü arkadaşımız vardı kızlı erkekli. Bizimkinin adı henüz koyulmamış bir ‘şey’di, ama arkadaşlığın ötesinde bir şey.  Kendimizden vaz geçerdik öteki yarı olmak adına. 

Anlayacağınız okul bitinceye kadar bir yangın yeriydi yüreklerimiz. Her sonbahar kavuşmanın heyecanı ve her ilkbahar, yaz boyunca ayrı kalacak olmanın hüznü sarardı düşüncelerimizi. İlk büyük acıyı okul bitip, başka diyarlara gitmeye karar verdiğimizde yaşamıştı, o ergen yüreklerimiz.

Sırf bu yüzden olsa gerek, gitmeleri hiç sevemedim kendi adıma. Lakin bütün yitik öykülerin öznesidir gitmek. Öyle ki, giderken siyah bir çelenk bırakırız karanlığa, kimsenin görmediği, duymadığı, konuşmadığı…Öyle de olmuştu, o upuzun saçlarını kesmişti giderken, ben de ona dair umutlarımı… Her bahar kırlarda gezintiye çıktığımda teninin kokusunu duyumsamaktan başka, ben de kalan başak sarısına olan tutkumdu.

Kendine sürgün duyguların hesaplaştığı gecenin sabahında, bedenine döner insan yeniden. Uzun zaman alsa da yenilenmek bu olsa gerek… 

Uzaktan gitmek, değil midir, içindeki yolu değiştirme istediği insan kardeşlerim…Bugünden dünü çıkar, yarından da bugünü… Geride ne kaldıysa o sensin işte…Dağınık geçmişin, düzenli geleceği olmuyor, olamıyor. Başını yasladığı sol yanımdaki acıyla uzun zaman nasılda avuttum kendimi, bugün gibi hatırlıyor insan… 

Zaman, bizi ittiği girdaptan çıkarırken de zamandır. Ancak ne duygulara hapsettirir insanı ne de tam özgür bırakır. Bir an gelir geçmişe serzenişle seslenirsin; biraz öteye gider misin, düşlerimden diye.  Sanırım benim için, de o yeni an gelmişti…

Yelelerini güneşe savuran kısrakların nal sesleriyle uyanmıştım güne…Ancak ortada ne dört nala koşan taylar vardı, ne de tarla saban sesleri.

Dünya gölgede kalmıştı bir akşam üstü Antik Çağ uygarlığından miras kalan kentte karşılaştığımızda. Sanki saçları hapsetmişti güneşi, mermer sütunlara gölgesi düştüğünde, ‘yüreğimdeki evren’ bu diye selamlamıştım kendisini. Öylesine beklenmedik bir etki bırakmıştı üzerimde.

Biraz ilerimizde rehberleri eşliğinde bir turist gurubunun hararetli tartışmasına tanıklık ediyordu zaman. Oraya doğru yürüdüğümüzde, koca bir sütunun yüzünde, narin bir kadın silüetinin olduğunu gördük. Herkes silüetin  oraya nasıl düştüğünü çözmeye çalışırken, sanki bulutlar bile alçaktan geçiyordu… 

Meraklandığımı görünce, yavaşça kulağıma o benim diye fısıldadı. Peki sen kimsin sorusunu sormaya hazırlandığım anda, ben Şans Tanrıçası Tike’yim dedi. Biraz afallamıştım ama eğer benimle dalga geçmiyorsa ne önemi vardı ki, tanrıça olmasının, çok güzel bir kadındı ve de gerçekti… 

İlk karşılaşmada yaşanan “ne düşünüyorsun” sorusunun tam açıklaması: Aslında beni nasıl buldun, bir ilişkimiz olabilir, ilişkimizin geleceği hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum gibi derin mevzulardır. 

Durum hakkında konuşmaya “Henüz küçük ama birlikte büyüteceğimiz düşüncelerim var.” Diyerek başlamak değerli hissettirmenin en güzel yoludur… Bende öyle yaptım!

Issızlığını bilmediği çıkmaz sokakların derin yalnızlığını yaşadığını çok geç anlamış olmalı ki, sen de yalnız mısın diye sormuştu. 
Evet yalnızım fakat benimkisi seçilmiş bir yalnızlık demek daha doğru olur, diyerek şaşırmasına zemin hazırlamıştım adeta. 

Duygu yığınları geçerken içinden, demiri ateşle eritecek kıvamdaki bedenini bırakmıştı sere serpe taş tonozun üzerine.

İlk karşılaşmaların üzerine, bastırılmış tutkuların suskunluğu sinmiştir. Taraflardan birisi konuşmalarda kendisini bulacağı cevapları ararken, diğeri çiftleşeceği damızlığın derdindedir genelde. 

Oysa bu karmaşıklık içinde bizim kaygılarımız bambaşkaydı. Bende henüz şokunu üzerimden atamadığım tanrıça mitini çözme düşüncesi, Tike’de ise seçilmiş yalnızlığı anlama çabası vardı. Bu ruh hallerinde birbirimizi izliyorduk.

*14 Şubat Sevgililer Gününüz kutlu olsun. Aşk estetiği üzerine öyküleştirilerek seri denemeler her sayıda yayınlanacak.
 

Yorum

2. Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Çar, 14 Şubat 2024 - 22:02

AYNEN

Felsefe, sanat, bilim, akıl, ilahiyat vs iş yapmayınca TABİİ en iyisi böyle aşk meşk yazılarına dönmektir. :) Ekim Devrimi filan girince tüğ olayı da tamamlanmış.

Haklısınız sevgili hocam.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.