Modernlik ve Modernleşme Üzerine
Fahri ATASOY
Felsefenin tarihsel serüveninde yeni pek çok konu düşünürlerin gündemine girmiştir. Dünya tarihinin en köklü değişim dönemlerinden birisi kuşkusuz Yeni Çağ olarak adlandırılan Rönesans sonrasıdır. Genel tarih açısından kısa, yakın dönemlerde olup bitenler bakımından uzun bir dönemdir. Bu dönemi iyi analiz etmeden ne modernliği ne küreselleşmeyi ne de dijitalleşmeyi anlayamayız. Hatta kapitalizm ve komünizm sistemlerini veya ideolojilerini de anlayamayız. Dolayısıyla Yeni Çağ’da başlayan süreç birçok devrim niteliğinde değişmeye yol açmış ve bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Bu bağlamda Türk toplumunu ve Türk tarihini de bu süreçten bağımsız değerlendiremeyiz.
Türk modernleşmesi veya Türkiye’de batılılaşma gibi tartışmalar dünyadaki modernleşme sonucunda ortaya çıkmıştır. Modernlik, modernleşme, modernizm, modernite gibi ifadelendirmeler de bu bağlamda anlam kazanır. Bu kavramlar toplumsal bir gerçekliğe karşılık gelmektedir. Bu gerçeklik tarihi süreç içinde meydana gelen değişimleri kapsamaktadır. Dolayısıyla dönemi anlamaya yönelik zihinler bazen bu değişimlerden birine takılarak tanımlamada öncelikli olarak kullanabilmektedir. Örneğin modernlik dendiği zaman bazılarının kıyafet veya kültürdeki değişimi anlamaları gibi. Bu tür öncelemeler modernliğin doğru anlaşılmasını önlemektedir. Modernliği doğru anlamak için zihnimizi olgunun kendisine yoğunlaştırmakta fayda vardır.
Modernliği anlayabilmek ve açıklayabilmek için modernlik adlandırmasına sebep olan gelişmelere bakmak lazım. İlk olarak modernlik ifadesi eski dönemle farklılığı ortaya koyabilmek için Orta Çağ sonrası için kullanılmıştır. O zaman neler olduğuna bakacak olursak modernliğin izlerini yakalayabiliriz. Orta Çağ Avrupa’sında egemen olan Katolik Kilisesi ve Karl Marks’ın ifadesiyle feodalizm bir karabasan gibi toplumların üzerine çökmüş durumdadır. Bu karanlık günlerden çıkmak ve yeni bir başlangıç yapmak ihtiyacı Rönesans ile ilan edilmiş durumdadır. Yeni Çağ, her alanda Katolik hegemonyasını kırmak için verilen mücadelenin sahnesi olmuştur. Bu sahnede ilk karşımıza çıkan filozoflar Kilise’den ve dinden bağımsız bir dünya kurma çabasına girişmişlerdir. Bu çabanın ilk adımı insan olarak bizi doğru bilgiye ulaştıracak yöntemler aramaktır. Böylece Yeni Çağ’ın ve modernitenin ilk işareti epistemoloji tartışmalarında bulunabilir. Rene Descartes, John Locke ve Francis Bacon sembolik olarak önemli örnekleri oluşturur.
Descartes, Katolik Kilisesi’nin vazettiği bilgiler dışında bir bilgi ve varlık temellendirmesi yapmak ister. Şüpheyi bir yöntem olarak kullanırken mevcut bütün bilgilerin doğruluğunu şüpheli olarak ilan eder. Bu bilgiler arasında Tanrı’nın varlığı ve kutsal kitabın yazdıkları da vardır. Bu yöntem kendi dönemi bakımından son derece radikal bir sorgulamadır. Şüphe edilemeyecek derecede açık-seçik bilgiye ancak şüphe etme eyleminde rastlar. Şüphe edemeyeceğim tek şey şüphe ediyor olma halidir. Şüphe etmek ise bir düşünme işidir. O halde düşünen “ben” şüphe edemeyeceğim ilk gerçekliktir. Düşünen BEN, Descartes’a göre hem epistemolojinin hem ontolojinin temellendirilebileceği başlangıç noktasıdır. Bu nokta aynı zamanda modernleşmenin de sembolik olarak başlangıcını oluşturur.
Descartes’ın yaptığı Orta Çağ bilgi sistemine gösterilen bir tavırdır. Buna göre insan türü Kilise ve dine ihtiyaç duymadan aklı sayesinde bilgi elde edebilir. Hatta Descartes, “Tanrı kavramı insan zihninde doğuştan vardır” iddiasını dile getirir. Akılda doğuştan muhtevalı kavramlar olduğunu ve dolayısıyla en temel bilgilerin kaynağının akıl olduğunu iddia ederek rasyonalizmi tekrar canlandırır. İlk rasyonalist filozof olarak felsefe tarihinde önemli bir yer edinen Sokrates (Platon) sonrasında, rasyonalizmin en güçlü temsilcisi olur. Descartes’ın bilgi teorisinin temeli olan düşünen insan (ben) aynı zamanda varlık görüşünün de hareket noktası olacaktır. Böylece felsefede insanın önemi ve değeri ön plana çıkmaya başlayacaktır. Daha önce Tanrı-Kilise-İncil merkezli dünya varken, artık insan-akıl-bilgi merkezli bir dünya kurulmaya başlanmıştır. Modernliğin ilk ayak izleri tarihte yerini almıştır.
Descartes, filozof olmanın yanında iyi bir matematikçidir. Matematik insan aklının ve Tanrı aklının en önemli gücüdür. Tanrı, kendi sonsuzluğu, mükemmelliği ve yetkinliği ile mutlak akıl kullanarak matematiksel bir sistem olarak evreni-doğayı-dünyayı düzenlemiştir. Bu düzen mekanik ve matematiksel bir nedenselliğe dayanır. Doğa bu anlamda tıpkı kurmalı bir saat gibidir ve Tanrı tarafından kurulduktan sonra tıkır tıkır çalışmaktadır. Doğaya baktığınızda bu mutlak düzeni zaten görürsünüz. Bu determinist yapı içinde bilim yapmak, sebep-sonuç ilişkilerini çözümlemek mümkündür. İnsan, aklı ve araştırma gayreti ile doğanın sırlarını çözmeyi başarabilecek kudrettedir. Bu anlayış Avrupa’da doğa bilimlerinin gelişmesini sağlamıştır. Artık merak edenler, araştırma yapmak ve bilimle uğraşmak isteyenler dini baskıdan kurtulmuşlar ve sorularının cevaplarını doğada aramaya başlamışlardır. Mekanik ve matematiksel düzen içindeki evreni çözümlemek insanoğluna yeni bir ufuk açmıştır. Artık yeni bir dünya görülmeye ve kurulmaya başlamıştır. İşte modernliğin inşasını bu süreç içinde görmek mümkündür. Bilimdeki sembol isim ise Isaac Newton’dur.
Isaac Newton, dünyaya fizik bilimi sayesinde doğanın sırlarının çözülebileceğini göstermiştir. Bilim dendiği zaman fizik akla gelmesi bundandır. Diğer bilimler bu çalışmaları örnek alarak gelişmişlerdir. Buradaki önemli nokta insanoğlu aklı sayesinde gözlem ve deneyi de kullanarak doğadaki olayların sebep-sonuç bağlantısını çözebilmektedir. Bu tür başarılar insan aklına olan güveni ve insanın kıymetini artırmaktadır. Bilim yoluyla elde edilen bilgiler bir süre sonra teknolojik icatlara yol açmış ve yeni bir dünya inşa etme faaliyetini hızlandırmıştır. Orta Çağ teokratik totaliterliğine ve feodalizmine karşı verilen mücadele böylece başarılı olmaya başlamıştır.
Orta Çağ sistemine karşı verilen mücadelede ortaya çıkan en önemli tavır sekülerlik anlayışıdır. Buna göre Descartes’ın felsefede yaptığı gibi her alanda dini kaynağa gerek duymayacak temellendirmeler yapılmaya çalışılmıştır. İnsan aklı sayesinde yeni bir dünya kurulabileceği ümidi ve heyecanı hayali toplum ve devlet düzenlerinin düşünülmesine sebep olmuştur. Ütopya adı verilen edebi türün en çarpıcı örnekleri Yeni Çağ’da verilir. Thomas More Ütopya, Francis Bacon Yeni Atlantis, Tommaso Campanella Güneş Ülkesi adlı eserlerinde Orta Çağ’ın bütün olumsuzluklarından çıkmış bir dünya hayallerini anlatırlar. Bu hayallerin başında bilimle elde edilecek bilgilere uygun bir hayat tasavvuru yer alır. Ardından eşitlik ve adalet arayışı en çok vurgulanan unsurdur. Modern dünyanın kurulmasında Yeni Çağ düşünürlerinin hayalleri de önemli bir yer tutmuştur.
Orta Çağ’da egemen anlayış her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığı ve yönetildiğine dair çok katı bir inanca dayalıdır. Evren, doğa, insan, devlet, toplum, tarih gibi aklınıza ne gelirse her şeyin sebebi Tanrı’dır. Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi Kilise ve ruhban sınıftır. Bunlar Tanrı ile irtibat halindedirler ve dünyadaki her şey için yetkilidirler. Her mümin Hıristiyan buna uymak zorundadır. Ayrıca bir araştırma, sorgulama, düşünme yapması uygun görülmez. Felsefeye, bilime, araştırmaya gerek yoktur. Olanlar sadece Tanrının varlığını açıklamaya ve insanları inandırmaya yöneliktir. Bu durum insanı pasif hale getirir ve değersizleştirir. Yeni Çağ’da modernleşme adı verilen süreç bu mücadelenin alanıdır.
Ütopya düşünürlerinden sonra toplum ve devletle ilgili daha gerçekçi tartışmalar başlar. Sözleşme teorileri olarak karşımıza çıkan yeni yaklaşım konuyu tamamen Tanrı ve Kilise gölgesinden çıkartmayı hedeflemiş gibidir. John Locke, Thomas Hobbes, J. Jack Rousseau bu konuda öne çıkan düşünürlerdir. Bu teoriye göre toplum ve devlet, tarihi süreçte insanların kendi aralarında vardıkları bir mutabakat ile ortaya çıkmıştır. Bir anlamda sözleşme yoluyla devlet ve toplumu insanlar kurmuştur. Tanrı tarafından yaratılmış veya doğada zaten var olan olgular değildir. Bu yaklaşım kendi dönemi bağlamında çok önemli ve farklı bir bakış açısıdır. Yeni Çağ yeni toplumun adım adım inşa edildiği bir dönem olarak modernleşeme adıyla anılmayı hak etmiştir. Sosyolojinin kuruluş döneminde odak noktası olan modern toplum bu süreçte ortaya çıkmıştır.
Sözleşme teorilerini geliştiren düşünürler aslında mevcut toplumsal-siyasal yapıdan memnun değildir. Bunu çok net bir şekilde dile getirirler. Mevcut feodal yapı insanları sömüren, özgürlüklerini elinden alan, eşitlikleri ortadan kaldıran baskıcı bir uygulamadır. Krallıklar ve derebeylikler tam bir keyfi yönetim sergilemekte ve insanları değersizleştirmektedir. Bu bağlamda Yeni Çağ insanın değerini kazanmak ve kamusal olarak korumak için mücadele eden düşünürlerin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle rasyonel hukuk arayışı ve geliştirilmesi modernliğin en önemli göstergelerinden birisi olmuştur. Keyfi yöneticilerin yetkilerini sınırlandırma düşüncesi, yeni siyasal yapıların hukuk sistemleri ile desteklenmesini getirmiştir. Burada temel alınan ilke akıl, olgu, tecrübedir. Dini kaynaklı iddialar ve kurallara mesafe konmuştur. Sekülerlik ve laiklik rasyonel hukuk sistemiyle birlikte modernliğin tanımlayıcı unsurları arasına girmiştir.
Siyasal yapı değişikliğinde seküler yaklaşım ve laik bir sistem modernliğin simgesi gibi olmuştur. Modern devlet kendisine yeni ve meşru bir zemin olarak bir ülkedeki ortak paydaları yüksek halkı temel olarak kabul etmiştir. Daha önce meşruiyetini kiliseden alarak sözde Tanrısallık görüntüsü veren yönetimler iktidarlarını kaybetmişlerdir. Yeni modern iktidar artık ulus devlet modeline göre şekillenmiş ve millet egemenliği esas olarak kabul edilmiştir. İnsanın millet hali modern devlet için temel kabul edilmiştir. Bizdeki Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük tartışmaları bile burayla ilgilidir.
Modern toplumu yaratan gelişmeler içinde bilim ve teknolojinin yarattığı sanayi devrimi önemli bir yer tutar. Sanayi devrimi yeni toplum tanımlamasında sanayi toplumu veya kapitalizm kavramlarını doğurmuştur. Avrupa’da meydana gelen bu devrim ve sonrasındaki gelişmeler hem Avrupa toplumlarını hem diğer çevre toplumları etkisi altına almıştır. Dünya tarihinde meydana gelen en büyük köklü sistem değişimi veya başka bir ifadeyle anafor yaşanmıştır. Her şey adeta alt-üst olmuştur. Yeni teknik araç gereçler yenilerini tetiklemiş ve hızla yeni sistemler insanlığın hayatına girmeye başlamıştır. İlk buluşlardan buharlı makinaların (1679) gemiler, trenler, taşıtlar, pompalar vb. araçların çalıştırılmasında etkin kullanılması önemli bir adımdır. 18. Yüzyılda İngiltere merkez olmak üzere sanayi devrimi adım adım gerçekleşmiştir. Artık üretim süreçlerinde makinalar kullanılmaya başlanmış, fabrikalar kurulmuş ve ekonomide yeni bir sistem doğmuştur. Artık modern toplum sanayileşmiş toplumdur. İnsanoğlunun tarihteki en büyük başarısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama bu sürecin insanlığa faydaları kadar zararlı yönleri de ortaya çıkmaktadır. Bunu ilk fark eden düşünürler sosyalizm kavramından söz etmeye başlarlar. Kapitalizm sistemi de komünizm ideolojisi de bu sürecin ortaya çıkarttığı ürünlerdir.
Modern toplum isimlendirmesi sosyolojinin kuruluş döneminin odak noktasıdır. Kurucu önderlerden birisi olarak A. Comte insanlığın ulaştığı yeni safhanın pozitif hal olduğunu düşünür. Comte’un kastettiği her şeyin akılla ve olgusal bilimle çözümlendiği bir yeni toplumsal süreçtir. Öğrencisi E. Durkheim, bu süreçte ortaya çıkan toplumdaki değişimleri ayrıntılı olarak sınıflandırır. Yeni toplumun yeni işlevsel unsurları gelişmiştir ve iş bölümü artmıştır. Bu toplum bir canlı organizmaya benzetilebilir ve kurulan sistem ile organik dayanışma gözlenmektedir. Sosyoloji bu modern toplumu analiz etmek için kullanılacak yeni bilimdir. Diğer sosyologlar da aynı yoldan giderek modern toplum analizleri yapmışlardır. Bu dönemde genel eğilim modern toplumun determinist bir yapıya sahip olduğu ve ilişkileri belirlediğiyle ilgili bir kabule dayanır. Modernlik bir sürecin sonunda ortaya çıkan bir model haline gelmiş ve olgusal boyutunda olmayan birtakım anlamlar yüklenmiştir. Dolayısıyla olgusal temellendirmeler yerine ideolojik tanımlamalar ön plana çıkmaktadır.
Modernliği özetlemek istersek bazı anahtar kavramlara işaret etmek gerekir. Modernleşmenin başladığından beri öne çıkan unsurlara baktığımızda en dikkat çekici olan insanın merkeze alınmasıdır. Aklı olan insan hem birey hem millet olarak değer kazanmıştır. İnsanın farklılığı olarak akıl edebilme, hesap yapabilme, sistem kurabilme, yeniden düzenleyebilme, icat edebilme, sebep-sonuç ilişkilerini çözümleyebilme gibi becerileri insanlığı modernleştirmiş görünmektedir. Modernleşme bir insan başarısıdır.
Modern toplum eski toplum düzenlerine göre insanoğluna pek çok olumlu katkılar sağlamıştır. Ancak modernitenin en büyük gücü akıl (rasyonalite) bir silaha benzer ve insani-ahlaki yönlendirme olmazsa insan türüne zarar verebilir. Kapitalizm döneminde ortaya çıkan problemler bunu gösterir. Karl Marks’ın emperyalizm ve sömürü düzeni; Pitirim A. Sorokin’in maddeci-duyumcu yaklaşımın meydana getirdiği bunalım çağı eleştirileri birer uyarı niteliğindedir. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan modernleşme karşıtlığı ve post-modernizm söylemleri modernlikle ilgili problemlerin dile getirilmesini sağlamıştır. Bu tartışmaları ayrı bir yazıda ele almak uygun olacaktır.
Yeni yorum ekle